Gündem

"İktidar, Davutoğlu sendromundan kurtulabilmiş değil; bu maceranın tatlı bir final yapmayacağı artık görülmeli"

"İktidardaki herkesi saran 'Davutoğlu sendromu' mantıklı olana izin vermedi"

16 Ocak 2018 18:11

İdlib'de son zamanlarda yaşanan gelişmeleri Duvar'a yazan Musa Özuğurlu, "Suriye’de yapılması gereken en baştan belliydi. Komşuda çıkan yangına körükle yaklaşmak yerine, savaşın olası sonuçlarını hesaplayıp yangının bir an önce sönmesi için yardım elini uzatmaktı. Ama iktidardaki herkesi saran “Davutoğlu sendromu” mantıklı olana izin vermedi" dedi. İktidarın hala bu sedromdan kurtulamadığını söyleyen Uğurlu, "Kendisini dev aynasında gören, diğer yandan herkesten şikayetlenen iktidar, Davutoğlu sendromundan kurtulabilmiş değil. Türkiye büyük ve güçlü bir devlet ama iktidarın bu ağırlığa yakışır bir dış politika anlayışında olmadığı aşikar. Bu maceranın tatlı şekilde final yapmayacağı artık görülmeli" yorumunda bulundu.

Özuğurlu'nun "Davutoğlu sendromu" başlığıyla yayımlanan (16 Ocak 2018) yazısı şöyle: 

Suriye’de yapılması gereken en baştan belliydi. Komşuda çıkan yangına körükle yaklaşmak yerine, savaşın olası sonuçlarını hesaplayıp yangının bir an önce sönmesi için yardım elini uzatmaktı. Ama iktidardaki herkesi saran “Davutoğlu sendromu” mantıklı olana izin vermedi. Hadi bu politikada ısrarcı olundu peki neden 2012’den itibaren yükselmeye başlayan Kürt dinamiği ile kavga tercih edildi?

Gerçekten merak ediyor insan. İktidar Suriye sahasındaki son gelişmeler ile ilgili ne nasıl adımlar atacak? Konuyu İdlib ve Kürt bölgeleri başlıkları ile ele almaya çalışalım:

İdlib ikinci Bingazi denemesi için seçilmişti (Libya’da militanlar önce Bingazi’yi ele geçirmiş ardından NATO bombardımanının açtığı yolda başkente ilerlemişlerdi). İdlib aynı zamanda olaylar başladıktan sonra Türkiye’ye ilk göçlerin başla(tıl)dığı il. İlk büyük katliam da burada yaşandı (Cısr El Şuğur). Dünyanın hemen her yerinden gelen cihatçı militanların Suriye’ye ilk ayak bastığı nokta. Rakka’dan sonra yönetimin kontrolünden çıkan ikinci il. El Nusra’nın emirlik merkezi.

İdlib ilerleyen zamanlarda Suriye’nin hemen her yerinden anlaşmalar yolu ile çıka(rıla)n militanların aileleri ya da tek başlarına ve hafif silahları ile taşınıp toplandığı merkez oldu. 30 binden fazla militanın olduğu sanılıyor.

Aralarında El Nusra, Nureddin Zenki, Türkistan İslam Partisi Örgütü, Ahraruşşam, Tahrir El Şam ve ÖSO adı verilen çetelerin olduğu oluşumlara ev sahipliği yapıyor.

İdlib’te ilk büyük çatışmalar 2012 Mart ayında yaşandı. Ordu bu çatışmalarda kontrolü sağlamayı başardı. İkinci büyük saldırı 2015’te oldu ve bu kez silahlı örgütler İdlib’i Türkiye’nin de somut katkılarıyla ele geçirmeyi başardı.

Suriye ordusu şimdilerde İdlib ve Halep’in güney – batı kırsallarında ilerleme kaydediyor. Burada nihai amaç Halep – İdlib arasındaki kırsalla birlikte İdlib merkezi tekrar kontrol altına almak. İlk adım ise Halep’i güneyden Hama ve Humus üzerinden Şam ve Tartus – Lazkiye’ye bağlayan karayolunun ele geçirilmesi.

Karayolunun üzerinde Hama – Halep arasında yer alan, (aralardaki yerleşim birimleri ile beraber) Morek (yakınlarında Kefer Zeita), Han Şeyhun, Maarrat El Numan ve Serakib gibi önemli merkezler alınmaya çalışılacak.

Bu sağlanırsa Suriye ordusu çok önemli bir kazanım elde edecek ve bölgeye daha rahat sevkiyat yapabilecek. Ebudduhur Havaalanı’nın kullanılabilecek duruma gelmesi halinde havadan lojistik sağlanabilecek. Bu gelişmeler zaten seyri değişen savaşta yönetim lehine daha hızlı sonuçlar alınabilmesini sağlayabilir.

Suriye ordusunun başarılı olması halinde ortaya çıkacak ikinci sonuç siyasi. Türkiye’nin Suriye içinde bulunan vekilleri büyük darbe yemiş olacak ve bu durum iktidarın Suriye’deki son kozunu da kaybetmesine yol açacak.

Diğer yandan böyle bir ilerleme Astana’da zaten olmayan ya da hatır için olan varlığımızı da fiilen sona erdirecek. Zira Astana (ve devamında evrildiği Suriye Ulusal Diyalog süreci) Türkiye’nin katkıda bulunduğu değil Türkiye’nin itirazlarına rağmen kotarılmaya çalışılan bir süreçti.

İdlib tarafı bu şekilde. Kürt tarafında ise işler birkaç açıdan daha da karışıyor. ABD’nin Kürt bölgelerine “sınır birliği” açıklaması, Türkiye’nin açıklamalarına karşı ABD’nin restidir. Bu açıklama diğer yandan daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz “vekalet savaşına” yaklaşıldığını gösteriyor.

Türkiye’de iktidar “ABD bizi aldatıyor” açıklamalarında ne kadar samimi? Yaklaşık iki yıldır ABD zaten YPG’ye alenen yardım yapmıyor mu? İktidarın bu faaliyetleri “hayır canım öyle değildir” yanılsaması ile izleme ve kamuoyuna bu şekilde yansıtma lüksü var mı? Yapılan her düzeyde temaslarda bu konuda yaşanan ihtilafın dile getirilmesi, konunun iki taraf arasında alenen konuşulduğunu gösterirken iktidarın ikide bir “haberimiz yoktu ABD bizi kandırmaya devam ediyor” açıklamaları inandırıcı değil.

Gelinen noktada iktidar Afrin söylemlerini sürdürüyor. İyi ama burada teknik olarak bir sorun yok mu? Küçücük Afrin Türkiye için tehdit oluşturuyor da Irak sınırından Cerablus’a uzanan Rojava tehlike oluşturmuyor mu? Öyle ya, eğer Afrin tehlike oluşturuyorsa çok daha uzun sınırlarda komşumuz olan Rojava’nın daha büyük tehdit olması lazım. Ama iktidar “ortada kuyu var yandan geç” yapıyor ve sadece Afrin’i görüyor. Neden? Çünkü diğer yerlerde ABD varlığı söz konusu ve bu bölgeler yerine Afrin daha kolay hedef. Ayrıca Türkiye’nin çok amaçlı kullanabileceği örgütler sadece Afrin tarafında mevcut.

Suriye ordusunun İdlib operasyonuna gösterilen tepkinin nedeni de bu aslında. Kara gücü olarak kullanılabilecek unsurlar zarar görürse Suriye içinde kullanılabilecek tek silah da yok olacak ve aslında giremeyeceğimizi çok iyi bildiğimiz o topraklardaki sınırlı etkimizi tamamen kaybedeceğiz, Afrin gibi yerler için içeriye de dışarıya da “hava basma” imkanımız kalmayacak.

İktidar her açıdan Suriye’de “yeldeğirmenlerine karşı” savaşıyor. Hedef belli değil, yol yordam belli değil.

Oysa Suriye’de yapılması gereken en baştan belliydi. Komşuda çıkan yangına kısır hesaplar ve körükle yaklaşmak yerine savaşın yol açacağı belirsizlik ve olası sonuçları hesaplayıp yangının bir an önce sönmesi için yardım elini uzatmaktı. Ama iktidardaki herkesi saran “Davutoğlu sendromu” mantıklı olana izin vermedi. Hadi bu politikada ısrarcı olundu peki neden 2012’den itibaren yükselmeye başlayan Kürt dinamiği ile kavga tercih edildi? Bugün şikayetlenilen ABD’nin bölgeye yerleşmesinin tek sorumlusu bizatihi bu iktidarın kendisidir.

Eğer Kürtlere karşı anlayışla masaya oturulsaydı Suriye’de bugün ABD değil, Kürt halkının temel haklarının verilmesi çerçevesinde Suriye, Türkiye gibi ülkeler olurdu.

Ama işte bir şekilde herkesle kavgalı olmak kahramanca dış politika sayılıyor. Suriye kendi topraklarında kendi ordusu ile operasyon yapmayacak, Suriye Kürtleri bir oluşuma gitmeyecek, Rusya Kürtleri muhatap almayacak, ABD Suriye’de Kürtlere yardım etmeyecek / Kürtler ABD’den yardım almayacak, İran Suriye’ye yardım etmeyecek; Suriye’nin iç, Rusya, İran ve ABD’nin dış politikaları iktidara göre belirlenecek; ama bu arada biz “acaba nerede hata yaptık ve nasıl dönebiliriz” demek yerine “bir gece ansızın gelebiliriz” demeye devam edeceğiz.

Dünyanın en sıcak bölgesinde, çok sayıda iç ve dış aktörün yer aldığı amansız mücadelede öne sürebildiğimiz tek argüman bu mu?

Diyelim ki Afrin’e gerçekten operasyon başlatıldı. Bunun olası sonuçları hesaplanıyor mu?

Normal olan, istihbaratın verdiği saha bilgilerine göre politika belirlemek değil mi? Ama Suriye’de olayların başında tam tersi oldu ve istihbarat iktidarın politikalarına göre bilgi üretti. O dönemde “Esad üç ayda gider” denilmesinin sebebi budur. Bugünlerde istihbarat nasıl raporlar geçiyor bilinmez ama haberleri iktidara yakın medyadan alanların dışında herkes bir gerçeğin farkında: Bu gidişatı geri döndürmenin tek yolu var. Suriye Kürtlerin, Kürtler Suriye’nin Türkiye her ikisinin hassasiyetlerini anlayacak ve ona göre politika belirleyecek.

Aksi halde bu bölgede barışın ve istikrarın sağlanması imkansız. Üstelik Suriye’ye alt yüklenicisi olarak girdiğiniz ABD ile çok sert bir sürece de giriyorsunuz.

Diğer yandan unutmamak lazım: Kuzey Irak için de kırmızı çizgiler vardı, sonrasında “o kırmızı çizgileri aşanlar” ile muhatap olunmakla kalınmadı, işbirliği de yapıldı. Bu şimdi neden olmasın?

Ahmet Davutoğlu’da nasıl bir ikna gücü vardı bilmiyorum ama akademisyenliğinden başlayarak dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı döneminde iktidar ve çevresindeki herkesi büyülemiş. O gün bu gündür bir yandan kendisini dev aynasında gören, diğer yandan herkesten şikayetlenen iktidar, Davutoğlu sendromundan kurtulabilmiş değil. Türkiye büyük ve güçlü bir devlet ama iktidarın bu ağırlığa yakışır bir dış politika anlayışında olmadığı aşikar. Bu maceranın tatlı şekilde final yapmayacağı artık görülmeli. Hayal dünyasından saha gerçeklerine dönülmeli. Aksi herkes için felaket getirecek.