Can Kartoğlu
Şarap
Kıpşeş... Annemin sesi kulağımda uyandım... Torbayı karıştırıyor,sonra o zarif elini içine sokuyor ve çekiyor: “Kıpşeş” diyor...Babam, abim ve ben gülüyoruz... “Bende var... Birinciçinkooooo!” diyorum.
Bizim evin dilinde kırkbeş kıpşeştir. Onbir çiftdirek, doksangrampapadır. Bütün bu dil, on iki olmadan uykumuz gelip yataklaraserildiğimiz yılbaşı gecelerinde oynadığımız tombalalarıgetirir hatırıma. En çok da annemin ağzına yakışır “kıpşeş”demek. Annemin yüzü yaramaz bir çocuğunkine benzer o zaman.Bize de gülmek düşer. O gece için babam mutlaka tavukalmıştır ve annem haşladığı tavukla tavuk suyuna çorba, tavuksuyuna pilav yapmış, tavuk etini küçük küçük dilmiştir içlerine.Çekirdek, leblebi ve fıstıkları küçük tabaklara koymuş, koyduğuylayarılanması bir olmuştur hepsinin. Bir de yılbaşına özelbir şişe kırmızı şarap. Kenarlarına fotoğraflarımız sıkıştırılmışaynalı dolaptan sadece yılbaşından yılbaşına çıkartılan kadehlerekondu mu tükeniveren bir şişe şarap. Tadı damağımda.Radyoda “evet-hayır” yarışması. En heyecanlı yerinde cızırdamaya başlar radyo. Tepesine bir vurmak gerekir ki düzelsin.
Babaannem olsa “horozlar mı dürttü seni?” derdi. Bütünkoğuş uyuyor daha... Geriniyorum... Rüyamı hatırladıkça gülüyorum...Kıpşeş ha... Rüya değil de annemi görmüş gibi seviniyorum...Bugün güzel olacak.
Öğle yemeğinde siyah üzüm var. Çocukken ağustos yarılandı mı Bozcaada’ya giderdik; dayımlara. Üzüme doyardım.Doymamışım demek. Bir salkım üzümü avcuma alıyorum.Seyre dalıyorum. Yavaş yavaş kopartıp ağzıma atıyorum,yavaş yavaş çiğniyorum. Kocaman çekirdekleri var. Ben üzümünçekirdeklisini severim. Çıt çıt eziyorum dişlerimle. Beş taneüzüm kaldı salkımda. Dördüncü üzüme geldiğimde duruyorum.Dördüncü ve beşinci üzümü kopartıp bardağımın içineatıyorum. Plastik bardağımda iki tane üzüm. Kalkıyorum uzunbeton oturaktan, çelik dolaba koyuyorum.
Yemekte ne zaman üzüm çıksa, yemiyorum artık. Saklıyorum.Komünden Fikri’ye söyledim üzüm biriktirdiğimi. Dahabu kadarını söylemem bile yetti. Fikri hemen güldü: “Hay aklınlabin yaşa. Komüne söyleyelim. Kantin alışveriş listesindeüzüm çıktığında beş altı kilo alsın Asım. Alsın ki, işleme başlayalımhemen” diyor. Fikri, Gürhan, Mesut, Altan, Asım, bir deben, altı ortağız bizim komünde.
Bugün koğuş nöbetçisi benim. Kantinden aldığımız üzümlere,benim biriktirdiğim üzümleri de ekleyince etti mi yedi kiloüzüm.
Bulaşıktan sonra yemekhanenin arkasındaki duş kabinlerindenbirine götürüyorum bulaşık leğenini. Bulaşık leğeni dediğimçamaşır leğeni. Hem de en büyüğünden. Kırmızısı iyicesolmuş leğeni yere bırakıyorum. Üzümleri döküyorum leğeniniçine. Dökülüyor siyah üzümler salkım salkım. “Hadi gelin ellerimebakalım” diyorum. Sıktıkça sıkıyorum. Bi daha, bi daha.Gürhan, elek gibi olmuş çarşafından bir parça kopartıp geliyor.Sıktığım üzümleri çarşafın içine atıyorum. Bu kez çarşa79fı sıkıyorum, süzüyorum suyunu üzümün. Gürhan, “Ağzım sulandışimdiden” diyor usulca.
Posayı çöpe, süzdüğümüzü bidona dolduruyoruz. Fikri, “Birde ekmek hamuru atmak lâzım” diyor. Bir lokma ekmeğimizitopak yapıp maya niyetine atıyoruz bidona; üzümlerin arasına.Su bidonlarını bahçeye çıkartıyoruz; güneşin altına. Ağzısıkı sıkı kapalı üzüm bidonumuz da bahçede su bidonlarınınyanında yerini alıyor.
Üzüm bidonumuza üç gün dokunmuyoruz.
Fikri, “Güneşi gördü mü gaz çıkarır bu. Kapağını bi açıp havasınıalalım artık” diyor. Haftada bir gazını alıyoruz sırayla.
Fikri “Şahane olacak valla” diyor, “Püf noktası, bidonu ağzınakadar doldurdamamak” derken sanki kırk yıllık şarap üreticisi.Su bidonlarının yanında duran bizim bidon, aramalardankendini göstermeden çıkıyor işin içinden. Aferin sana üzüm bidonu.Derin bir nefes alıyoruz her arama sonrası.
Mümkün oldukça güneşe veriyoruz bidonumuzu... Gazınıalmaca, bekletmece, beklemece, sonra yine bulaşık leğenindesüzmece, yine bidona doldurmaca, yine yeni yeniden...Sonbahar kışa evriliyor. Kış güneşiyle de hemhâl oluyor bizimbidonumuz... Mesut, her süzme sonunda “Artık içebiliriz”dese de Fikri, “Şunun şurasında ne kaldı, 31 Aralık’ta içelim”diyor.
Ustası olmamış mıyız beklemelerin? Her çeşidini bilmiyormuyuz? Bu kez de şarabı bekliyoruz.
Sayım sonrası yatakhaneden alt kata; yemekhaneye iniyoruz.Geldi işte yılbaşı.
En az üç masa boyunda upuzun beton masanın karşılıklı ikiyanındaki beton oturaklara doluşuyoruz. Oturduk mu karnımızageliyor beton masa. Fikri, yakası faraş gibi olmuş kazağınıçıkarıp sermeden oturmuyor betona. Televizyon açılıyor.Komündeki görevli arkadaş Asım alıyor karavanayı. Bulgur pilavı,kuru fasulye, zeytinyağsız, limonsuz, sadece sirkeye bulanmış iri iri doğranmış domates, bütün bir biber, bir kaç yaprakmarul var mönüde. Marul ve biber doğranmamış olsa da, şikâyetimizyok, asmayıp da besliyorlar ya bizi, daha ne?
Asım, kepçeyle dolduruyor yemekleri metal tabaklara. Hersabah hepimize verilen birer yuvarlak ekmekten akşama nekalmışsa onu da çıkartıyoruz çıkınımızdan. Bizim komününgözü bende. Kalkıyorum yerimden. Merdiven altında duransu bidonlarının yanındaki üzüm bidonumuzu, yani şarabımızıalmaya gidiyorum. On litrelik bidonu taşırken gülesim geliyor.Annemin aynalı dolabındaki kadehler yerine bizim çelikdolaptan çıkma plastik bardaklara servis ediyorum şarabımızı.Fikri, “Önce ben bi tadayım” diyor. Bir yudum alıyor. Duruyor.Gözlerini kapatıyor. “Mmmmmm. Bu nedir yahu?” diyor.Hepimiz bir yudum alıyoruz Fikri’nin ardından. Ben yutmadanağzımda gezdiririyorum şarabı. Şarap, tadı kalmamış ağzımakekremsi bir tad bırakıyor. Yutuyorum. İkinci yudumu dagezdiriyorum ağzımda. Mesut “Özgürlüğe” diyor hafifçe kaldırıpbardağını. Özgürlüğe!
Yemekler bitiyor. Bulaşıklar karavananın içine dolduruluyor.Asım, karavandan bulaşık leğenine aktarıyor kirlileri. Bulaşıklaryıkanıyor, masalar siliniyor, yerler paspaslanıyor. Yarım saattepırıl pırıl oluyor yemekhane.
Pahalılık nedeniyle “ortadirek” televizyon başında girecekmişyeni yıla. Bizde televizyon açık ama hiçbirimizin umrundadeğil ekrandakiler. Kimsenin gözü televizyonda değil. Şarabıntadı çok hoş ve biricik.
Kalorifer dairesinin üstündeki en dipte kalan bizim yirmiikinci koğuşa kurum yağması sonucunda idareye verdiğimizdilekçe ve bizzat gidip konuşmalarımız kâr etmeyince, ne yapmalıyızonu konuşuyoruz. Her masada bir tartışma var cezaevikoşullarının iyileştirilmesi yönünde. Televizyonun sesini açıyorbirisi. “Geleceğin bilinmezliğinde dostluk ve kardeşliğin çiçekleriniyeşertmek için sevgiyi ve barışı beklemek ne yüce bir umut. Yeni yıl için dileğimiz şudur ki, gönlünüzde barış, yüreğinizdesevgi bol olsun.” diyor spiker. Şarabımızdan birer bardakdaha koyuyoruz plastiklere. Cam bardağa dokunmayı,cam bardaktan içmeyi özlüyorum. “5 yıl 3 ay 15 gündür senincanın cama değmedi oğlum Murat” diyorum içimden. Burdançıkarsam eğer; çayı ince belli cam bardakta, şarabı incecik bircam kadehte içeceğim. “Kapatın şunu” diye sesleniyor Asım.Televizyonun sesi kapanıyor. Görüntü kalıyor.
“Kapıyı tıklasana” diyorum, “Bünyamin’i de buyur edelim.”Hepimiz birbirimize bakıyoruz; “Olur mu ki?” Nedenolmasın? Bünyamin, hâlden anlar, mahkûmla sohbet eder, sorunçıkartmaz, haddini bilir bir gardiyan. Daha bu cezaevinenakledilmeden önce okuduğum gazete, buradaki “karate dersialan” gardiyanları yazıyordu. Bünyamin o gardiyanlardan değil.
“Tıklıyorum bak” diyor Fikri.
“Tıkla!”
– Bünyamin Gardiyan, yılbaşı soframıza katılmaz mısın?
Bünyamin, davet bekliyormuş meğerse.Kapıyı açıyor, girmeden içeri sesleniyor yan koğuşun gardiyanına;“Koğuşta hasta var, ben içeri giriyorum.” Öbür gardiyanbizim kapıya geliyor, Bünyamin anahtarı ona veriyor. Bünyamin’inmeslektaşı kapıyı üstümüze kilitliyor.
Bünyamin, olsun olsun otuz beşinde olsun. Bizden en çok on yaş büyük. Güçlü kuvvetli bir adam. Bağlaması var. Kimi gecelerhem çalıp hem söylüyor alçacık perdeden.
– Afiyet olsun abiler, diyor.
Bir bardak da Bünyamin’e dolduruyorum, kalan leblebileride çay tabağına boşaltıp önüne koyuyorum. Bünyamin bir yudumalıyor bizim şaraptan. İkinci yuduma geçmeden bize bakıyor.
– Alkol mü var bunun içinde?
– Yoo üzüm suyu.
– Şarap bu ya Allahıma.
– Yoo üzüm suyu.
– Şarap olmasın?
– Yoo üzüm suyu.
– Siz mi yaptınız yoksa?
Bu soruyla birlikte soru sormayı bırakıyor Bünyamin. Dikiyorbardağı; bir dikişte bitiriyor şarabını.
– Bi kadeh daha koy bakalım, diyor.
Keyfimize diyecek yok. “Kadeh yok, bununla yetineceksin”diyorum. Bir bardak daha dolduruyorum. Bu kez, yavaş yavaş,tadını çıkara çıkara içiyor şarabını Bünyamin. On litrelik bidonumuzdakişarabı tüketiyoruz.
– Bana müsaade, diyor Bünyamin
Mazgalı açıyor, sesleniyor yan koğuşun gardiyanına: “Kahraman!Açsana!”
Deliğinde şangur şungur dönüyor anahtar. Kahraman Gardiyan,kapıyı açıyor, çıkıyor Bünyamin dışarıya. Bu kez Bünyamin Gardiyan kilitliyor kapımızı.Yatakhaneye çıkıyoruz.
Önce Bünyamin Gardiyan’ın bağlamasının sesi geliyor dımbırdımbır. Bu kalın gövdeli adam ne de ince çalıyor bağlamayı.Sonra Bünyamin’in yürek yakar sesi geliyor gümbür gümbür.Bu türkü de nedir? İlk kez duyuyorum. Bünyamin Gardiyan hem çalıyor, hem söylüyor.
Yatakhanede hızla sessizlik oluyor. Bütün koğuş; elli genç adam nefesimizi tutuyoruz. Kulağımız Bünyamin’de.
Ürperiyorum.Öyle böyle değil; tepeden tırnağa ürperiyorum. Gözlerimdenyaşlar akıyor. Bir tek benim mi? 1986’yı 1987’ye bağlayangece yarısında Malatya E Tipi Cezaevi ağlıyor.
İki yıl sonra dışarı çıktığımda öğreniyorum ki, bizim Bünyamin Gardiyan’ın türküsünü Ahmet Kaya söylüyormuş:
“Beni buralarda arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne ağlama”
______________________________________________________________
* 12 Eylül'ün kahramansız hapishane hikâyelerinden oluşan “Sahanda Yumurta” adlı kitabımın son hikâyesi. Ben bu hikâyeyi 12 Eylül'den 30 yıl sonra yazdım, Murat Başol da çizimi yeni yaptı. Kitabı 2014'te Ahmet Şık bastı. Postacı Yayınevi'nden çıktı yani...