27 Haziran 2011 03:00
Hazal Özvarış- T24
[email protected]
ODTÜ öğrencisi Hüseyin Edemir, “terör örgütü üyesi olduğu” iddiasıyla yaklaşık 1,5 sene tutuklu kaldı. Duruşma savcısının beraat talebi de, geçen haftaya kadar tahliyesini sağlayamadı.
Edemir, Ardahan’ın Burmadere boyu köyünden. ODTÜ Tarih bölümü mezunu. ODTÜ ve Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttüğü yüksek lisans programının karşılaştırmalı sosyal bilimler öğrencisi. Bursu hazır, Berlin’e gidecekti, gitmeden önce de Sevgi Göğülter’le nişanlanacaktı.
Ancak Hüseyin Edemir, nişan gününde “terör örgütü üyesi olduğu” iddiasıyla gözaltına alındı ve tutuklandı.
Mahkeme, Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi (DHKP-C) örgütüne üye olduğu iddiası için Edemir’e delil olarak tartışmalı iki belge gösterdi. Edemir, tutuklu kaldığı süre boyunca 5 kez mahkeme karşına çıkarıldı.
Beşiktaş Adliyesi’ndeki İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 23 Haziran Perşembe günü 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırdığı Edemir’in tahliyesine de karar verdi. Edemir, cuma günü Edirne Cezaevi’nden ayrıldı.
Cumartesi günü görüştüğümüz Hüseyin Edemir, sese alışamadığını söylüyor, ancak ziyaretçiler nedeniyle çok kalabalık olduğu için evde de duramadığını anlatıyor. Ziyaretçileri karşılamayı ailelerine bırakıp, nişanlısı Sevgi Göğülter’le birlikte dışarı çıkmışlar.
T24 Haber Merkezi'ne davet ettiğimiz Hüseyin Edemir, nasıl tutuklandığını, 3 cezaevinde geçen yaklaşık 1, 5 senesini, bu süreçte neleri kaybettiğini ve nasıl daha çok öfke duyduğunu anlattı.
İşte Hüseyin Edemir ve Sevgi Göğülter’in www.t24.com.tr için yönelttiğimiz sorulara verdiği yanıtlar:
'Nişan için kravat almaya çıktım ve tutuklandım'
- Nasıl tutuklandınız? O günü anlatabilir misiniz?
Ben okuldan İstanbul'a geldikten sonra arada nişan yapalım diyorduk. Plan yapmıştık, 2012 yılına kadar evlenecektik. Sevgi'yle kıyafet almaya gittik. Bana aldık. Sevgi’ye de siyah kıyafet aldık. Dediler ki “Siyah nişan kıyafeti olmaz, beyaz bulun.” Beyaz bir kıyafet bulduk, bu sefer “Sana da beyaz kravat gerekir” dediler. Dedim, beyaz bir kravat alayım, çıktım evden, dükkânın önüne gittim, abimlerin dükkânı var. Bir arkadaşım geldi. Dükkân kalabalıktı, kahvede bir çay içelim, dedik. O sırada da tam köşede polisler duruyor, “GBT yapalım” dediler. Son zamanlarda alışmıştık, ODTÜ’nün çevresinde de çok oluyordu, belli bir primi doldurmak için. Polis, “Beyefendi hakkınızda arama var” dedi. “Neden?” diye sorunca “Detay gözükmüyor” dedi. O sırada benim çok basit bir davam vardı. Herhalde aranma durumuma işlemediler, diye düşündüm.
- Ne davasıydı?
Ankara’da okulun içerisinde bir olayla alakalıydı. 1. şahit gösterilmişim, sanık gösterilmişim, sonra tekrar şahit… Tuhaf bir hikâye. Ama beraat etmişiz, davacı davasından vazgeçmiş. “Bu adam yoktu” dedi zaten. Polis aracına bindim baktım telsizden konuşmaya başladılar: “Terör örgütü üyesi, aranan.” Şaşırdım. Sonra Emniyet Müdürlüğü’ne gittim, orda da çok detaylı bir şey söylemediler. Avukat bir arkadaşım geldi. Dedi ki: “Hüseyin, bana da çok detaylı bir şey söylemediler.” Polis de çok detaylı bir şey sormadı, adres bilgilerimi sordu. Ertesi gün hâkim karşısında çıkartıldım.
O gün de nişanımız olacaktı. Ertesi hafta bir düğün salonunda nişanımız olacaktı. Ondan öncesinde de dini gelenekler üzerinden yapacaktık. Hâkim, “Avukat istiyor musun?” diye sordu, “Hayır” dedim. Şöyle düşündüm, çünkü avukata filan ihtiyacım olamayacak, bir an önce bitsin, gideyim nişana yetişiyim. Sevgi, bilmiyor gözaltında oluğumu, söylemiyorum panik yapmasın diye.
İçeri girdik. Birkaç soru sordular, dediler ki, terör örgütü üyesi olduğun iddia ediliyor, “Hayır” dedim. “Sen bu tarihte örgüte özgeçmiş raporu vermişsin?” diyorlar, “Yok öyle bir şey” dedim. “Ahmet’i, Mehmet’i tanıyor musun?” Soyadı yok… Bir isim söylediler, dedim “Bu isimde en az 5 tane arkadaşım var, soyadı ne?” Soyadları bile aynı olan insanlar var. Yok, dedi, sadece bunu söylüyoruz. Tamam, dediler, çıkabilirsin. Çıktım, bu kadar. Dışarıda bekliyorum, sonra bir daha çağırdılar, “Sen daha önce şöyle bir olaydan gözaltına alındın mı?” Evet, alındım, yargılandım ve beraat ettim, dedim. Tamam, dediler, tekrar çıkabilirsin. Sonra kapı açıldı, “Tutuklusun” dediler. Yanımdaki polis kelepçeyi çıkardı, bileklerime taktı. O ana kadar hiç kelepçe takılmamıştı. Hemen Sevgi’yi aradım, “Çok soğukkanlı ol, sana bir şey söyleyeceğim” dedim. Sonra ses kesildi ve oradaki bağrışmalardan anladım ki bayıldı.
- Sevgi, siz nasıl yaşadınız tutuklanma sürecini?
Sevgi Göğülter: Tutuklanması pazar akşam oldu. Ne annesi babası, ne benim haberim var tutuklandığından. Bir gün sonrasında, pazartesi günü aileler toplandı, saat 2 diye kararlaştırmıştık ki öncesinde bize alacaklardı. Saat 3,5 oldu, ses çıkmıyor. Hüseyin’i arıyorum, mesaj atıyorum. Bir açtı telefonu, dedi, “Ben Beşiktaş’tayım, arkadaşımdayım.” Düşündüm hangi arkadaşında diye. Ne benim, ne onun arkadaşlarından birinde olamayacağını biliyorum. Ayrıca Beşiktaş ne alaka, Esenyurt’ta oturuyoruz. Sonra aradı, “Sevgi, bir şey söyleyeceğim, niçin olduğunu bilmiyorum ama ben tutuklandım”, “Sen ne diyorsun” dedim, gerisini hatırlamıyorum.
'Mahkeme Başkanı tahliyemi istedi'
Hüseyin Edemir: Tekrar Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Baktım girişte bekliyor. Hapishane çantası hazırlamış bizimkiler. Sevgi de 3 kitap getirmiş, Suç ve Ceza, Sefiller… Onları aldım, akşam da beni Metris’e götürdüler. Çok tuhaf bir duygu. Kafama bir şey oturtamıyorum. Ben niye tutuklandım. Sürekli onu düşünüyorum.
Tek kişilik, küçücük bir hücre, kaloriferler yanmıyor. 31 Ocak’tan 1 Şubat’a karla karışık yağmur yağıyor. Dediler, istersen duş alabilirsin, bak sıcak su akıyor. İçeri bir girdim, o sıcak su gitti, buz gibi su. Metris’te T tipinde, siyasi davalıları tek kişilik hücreye koyuyorlar. 1 ay burada kaldım. Sonra dediler, eşyalarını topla, Tekirdağ 1 No’luya gidiyorsun.
15 Nisan’da, ilk duruşma. Avukatım, yüzde 90 tahliye, dedi. O zamanki hâkim, Mahkeme Başkanı tahliyemi istedi, “denetimli serbestlikle tahliye edelim, eğitimine devam etsin.” Diğer iki hâkim tutukluluğumun devamını istedi. Ve o zamanın savcısı ilk duruşmada, cezamı istedi. “Zamanaşımı göz önünde bulundurulsun” diyerek. 4 ay 11 gün ileriye randevu verdiler.
Ondan sonra hapishanenin süreci ayrı... Duvarları düz mağara. 3 kişilik. 2 katlı, alt katta masa televizyon, üst katta da 3 tane ranza sığacak şekilde. Şöyle anlatabilirsiniz hapishaneyi: 3 kapısı var, 4 camı var, mazgalı açılabiliyor. Cezaevi koşullarının reklamını yapmaya girdiğin zaman tamam ama kapın var neden açılıyor? Bir öğretmen var, niye var? Bir öğretmenden en çok faydalanması gereken bendim, öğrenci olduğum vesilesiyle. Öğretmen şu işe yarıyor, yayınlara yasak koyma!
İkinci duruşmaya çıktıktan sonra işin ciddiyetini kavramaya başladım. İkincisinde de beni tahliye etmediler, dedim, çok kötü niyetliler. Mahkeme Başkanı tahliyemi istiyor, savcı hemen cezalandırın diyor, zamanaşımı konusunda çok ısrarcı. Sonra Mahkeme Başkanı değişti. Yeni başkan ve savcı geldi. 8 Şubat’ta tekrar duruşmaya çıktım. Savcı, tahliyemi istedi. Umutlandırdı beni, ama üç hâkim tutukluluğumun devamını istedi oy birliğiyle. 8 Mart’a attılar bu sefer, bir ay sonrasına atılması çok görüldük bir şey değildir. Belki tahliye olurum diye düşündüm. Savcı açıkça belirtti: “Bu davada zamanaşımı var, düşürülmesi gerekir, hemen tahliye edilmesi ve beraat verilmesi gerekir. Elimizde inandırıcı belge yok. Hukuki değil, hukuki kabul edilse bile bilgiler göz önünde bulundurulduğunda örgüt üyeliği suçlaması için yeterli değildir.”
2 belge, 1,5 sene tutukluluk
- Size delil olarak hangi belgeleri gösteriyorlar?
2 dijital çıktı. Birisi 1999, birisi 2001 yılına ait. 2001 yılına ait olanı ben hiç görmedim. Neden bahsedildiğini bilmiyorum. Avukatlarım da görmedi. Muhtemelen soyisim de yok. Oradaki bazı şeylerden yola çıkarak onu dile getiriyorlar.
- Belgelerin kaynağı söyleniyor mu?
Şöyle söylüyorlar; “Biz 2001 yılındaki belgeyi 'Gençlik' dergisine yaptığımız baskında elde ettik.” Ancak bilirkişi raporunda “Arama usulüne göre yapılmamıştır” diyor. Çok açık bir hüküm var, “Eğer deliller hukuki değilse, kullanılamaz.” Daha sonra bunların üzerinde oynandığı da biliniyor. Mahkemenin sonrasında karar verildi, ama bunların bilirkişi heyetine inceletme gereği bile duyulmadı. Orda bazı şeyler ortaya çıkabilirdi, ne kadar güvenilir olup olmadığı. Onun dışında, herhangi bir suçlama da yöneltilemez. Birinin benim hakkımda yorumları: “Tanırız, biliriz” gibi.
Diğeri de, 1999 da benim “örgüte özgeçmiş verdiğim” iddiası. Belçika’da ele geçirildikleri söyleniyor, ama kim ele geçirmiş, Türkiye oradan o belgeleri nasıl ele geçirmiş, dijital olarak mı korunmuş, yoksa fotokopi olarak mı alınmış belli değil. Hepsi bu, 2 belge.
‘Verdikleri cezayı yatırmadan bıraktılar!'
Son duruşmaya geldiğimizde savunmamı yaparken söyledim: “Artık ceza vermek zorundasınız, yoksa meşruiyetinizi yitireceksiniz. Ceza vermeyeceksiniz nasıl 1,5 yıl yatırdınız ve nasıl bir insanın hayatını altüst ettiniz. Ceza verilip bırakılması da çok nadirdir. Yatar olarak 4 yıl 8 ay, 6 yıl 3 ay hapis cezası verdiler bana. Yani 4 yıl 8 ay cezaevinde yatmamı gerektiren bir ceza (6 yıl 3 ay) verdiler bana, ama 4 yıl 8 ay yatırmadan da bıraktılar. 1,5 yıl yatırılıp da, sonra daha fazla ceza verilip bırakılan insan yok.
- Sizce neden hem tahliye edildiniz, hem de ceza aldınız?
Normalde 4 yıl yatsanız bile 8 aylık süreniz varsa sizi bırakmazlar. Öylece dosyayı Yargıtay’a gönderirler. 1,5 yıl yatırıp tahliye vermeleri bence “Nasıl olsa Yargıtay bunu bozacak, biz tahliye etmezsek çok zor durumda kalacağız.” Yargıtay’a gidiş gelişi 3 seneyi bile bulabilir. Bekleyip zamanaşımına uğrayan davalar olduğu da biliniyor. Benim için öyle bir şey yapacaklarını zannetmiyorum, hızlandırırlar belki ama bana “tamamen meşruluğumuzu ortadan kaldıracak bir davranışta bulunmayalım” diye yaptılar gibi geliyor.
- Tekrar içeri alınıp, cezanızın geri kalanını yatırılmayacağından emin misiniz?
Olsa bile, ceza açısından şunu söyleyeyim. Hâkimler beni yanıltmadı, ama hukuku yanıltmış durumdalar. Adalet ve hukuk arasında bir fark var. Her hukuk adil olamaz, ama hiç olmazsa hukukun hukuka uygun olmasını bekleriz. Burada hukuk yerine getirilmedi. Açık hükümler olduğu halde, savcı görüş bildirdiği halde: “Belgelerle tutuklamalar orantısızdır”, “kişiyi hak ve hürriyetlerinden yoksun bırakıyorsunuz.”
‘10. Ağır Ceza Mahkemesi kılıç görevi görüyor’
- Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Roman açılımı konferansında “Parasız eğitim” pankartı açan öğrenciler de (Ferhat Tüzer, Berna Yılmaz) sizinle benzer bir süreçten geçti. Terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyorlar ve duruşmalarınızı aynı mahkeme görüyor. Size uygulanan ceza ve tahliye, onlara da uygulanabilir mi?
Bu iki davanın ortak özelliği şu: Aynı mahkemede görülüyor olması ve medya tarafından takip ediliyor olması. Ayrıca, her ikisi için de savcının beraat istemesi. Savcının beraat istemesi ve mahkemenin ısrarla ceza vermeyi istemesi çok gergin bir şey ortaya çıkarıyor. Savcılık kamu adına sizi suçlaması gereken, bir taraf. Aslında davalı benim ve savcı da davacı. Davacı diyor ki, “Yok ben bu adamdan davacı değilim”, bir fikir beyan ediyor. İkimiz arasındaki ilişkiye bakarak tarafsız olması gereken mahkeme asıl taraf olur durumda. Bana göre Ferhat ve Berna için de, bir şekilde ceza vermeye çalışacaklar ve kılıf uydurmaya çalışacaklar. Örgüt üyeliğinin çok kötü bir suçlaması var, o da bireyin meşruiyetini zedelemeye çalışıyorlar. İki insan hak kullanıyor ve mahkeme heyetinden birisi ona şunları soruyor: “Madem paranız yok, eğitim alamıyorsunuz, oraya gidecek parayı nerden buldunuz?” Bu soruyu polis bile kolay kolay sormaz. Sana ne benim çok param var, Türkiye’nin yarısı benim, ama parasız eğitim istiyorum, hiç param yok yürüyerek gittim. Seni mi ilgilendirir, senin başka bir şeye bakman gerekiyor. Bu tarz soruları soran bir mahkeme heyeti olunca iş çok değişiyor. Ceza konusunda pek çok mahkeme beraat kararı verebilir, ama 10. Ağır Ceza Mahkemesi bu konuda kılıç görevi görüyor gibi geliyor bana, sanki belli bir budama işlevi görüyor gibi...
- Politikayla ilişkin nasıldı, aktif miydin?
Ortaokuldan beri duyarlı bir insanım. Haksızlık gördüğüm şeylere müdahil olmayı severim. Sınıfta öğretmen birine tokat atmışsa “Ne vuruyorsun” demişimdir, üç tokat da ben yemişimdir. ODTÜ’de de, İstanbul Üniversitesi’nde de hep böyle oldu. Eylemlere katıldım, türban eylemlerine mesela. Hak olarak görüyordum. ODTÜ’de çok aktiftim.
- Bunun göze batmış olabileceğini düşünüyor musunuz?
10 sene sonra açılmış bir dava olduğu göz önünde bulundurulduğunda, evet, bunun nedenini aramamız gerekiyor. 1999, 2001; şimdi 2010, 2011.
- Eski belgelerle açılmış yeni davalar var, bunu neye bağlıyorsunuz?
Bunun üzerinde şunun etkisi çok fazla. AKP hükümetiyle beraber muhalefete karşı tavır değişti. 1998’den beri aktif bir insan olduğumu varsayarsak, o dönemde muhalefete ilişkin tutum polis üzerinden yürürdü. Sizi döver, aşağılar, işkence yaparlar ve bir şekilde bir yazı yazmanızın bile önüne geçerlerdi. AKP hükümetiyle beraber tutuklama ve hapishane bir sindirme aracına dönüştü. Polisten yargıya devredilmiş bir durum. Bir sürü insana aylar, yıllar geçtikten sonra dava açılmaya başladı. Eskiden böyle şeyler yüzünden dava açmazlardı. ODTÜ’nün, Boğaziçi’nin görece demokratlığı da vardır. Eylem yapmanızı da yadırgamazlar, jandarma polis çağırırlar, ama yargılamazlar. Bunu 2005 yılında değiştirilen kanunlar ve AKP’nin mazlum olmaktan muktedir olmaya geçişi arasındaki fark olarak görüyorum. Bir insan bağırdığında ses duyulacaksa onun üzerine daha çok gidiliyor.
'Bir sürü mektubum dışarı çıkmadı'
- Olanlardan sonra görüşlerinizde değişiklik oldu mu?
Daha ateşli olacağımı düşünüyorum. Mektuplarımda da yazdım, bu bir özgürlük mücadelesi. Susarsam, benim gibileri artık rutin haline getireceklerini düşünüyorum. Yeniden başıma gelemeyecek, desem yalan olur. Ama özgürlük mücadelemi kazandım, sıra adalet mücadelemizde.
Özgür Mumcu’dan okuduğum birisi vardı. Galatasaray Üniversitesi’nde okuyan Cihan Kırmızıgül. Onun hakkında tek delil var: Puşi. Çok gülmüştüm yazısını okurken: “Çekmecemde lisans, yüksek lisans ve doktora diplomam varken bunu anlayamıyorum. Ya bırakın çocuğu puşiyi tutuklayın ya da başka delil bulun.” Ben de Antep’te, Mardin’de gezdim, her gittiğim yerden puşi aldım. Sana ne, puşi takarım. Puşi dışında bir delil yoksa bu insanı neden bu duruma getirdiniz. Bu da tabii bizim bildiklerimiz. Bizim dilimiz dönüyor, anlatabiliyoruz, mektup yazıyoruz. Benim bir sürü mektubum dışarı çıkmadı. Ama öğrendim devrik cümle kurarsan daha kolay çıkıyor. Onu kolay kavrayamıyorlar. Şiirsel bir dil yakalarsan onu da daha kolay bırakıyorlar. Ama okur yazarlığı olmayanın bunu anlatması daha zor. Soruyorum suçun ne? Diyor ki, “Ben irolojik eğitim veriyormuşum.”
- İrolojik ne demek?
Ben de baktım hemen sözlüğe. Yok. 6 metrelik duvardan sordum,” İrolojik nedir?”, “Ben bilmiyorum, hâkim dedi” diyor. “İdeolojik olmasın” dedim, sonra yanındaki okudu “ideolojik yazıyor burada” dedi.
'Ağırlaştırılmış müebbetlerin durumu inanılmaz'
Tekirdağ’da hücreye saldırıların durdurulması eylemi vardı, sürekli hücrelere saldırırlardı. Ağırlaştırılmış tutsaklar ve hasta tutsakların durumu düzeltilsin diye eylem vardı. Ağırlaştırılmış müebbetlerin durumu inanılmaz. Asın daha iyi. İdama karşı olan biri olarak, bu cezayı vereceğinize asın daha iyi. 8 metrekarelik yerde, spor yok, kültürel faaliyet yok, 15 günde bir ziyaret, bir insana dokunamıyorsunuz. Ceza İnfaz Kanunu bunların hepsine cevaz veriyor, size işkence yapılmasına da cevaz görüyor. Benim hücremi bastılar, sürüklediler, yerlere vurdular, hücremi altüst ettiler, kitaplarımı devirdiler, yataklarımı attılar. Beni en çok bozan pet şişelerden kitaplık yapmıştım, onları devirdiler şişeleri almak için, kitaplarımı tekmelediler. En çok ağırıma gidenlerden bir tanesi buydu. Ve kanun buna cevaz görüyor, çünkü adam “yeterli güç kullandık” diyor. “Yeterli” denince bitiyor, sizi yerde de sürükleyebilir, kolunuzu da kırabilirler. Ben o kanunun adını değiştirdim: Ceza İşkence Kanunu. Cezayı işkenceye dönüştürme kanunu. Abartmıyorum, birisinin kolu kırıldı ve şöyle diyorlar: “Düştü.” Tekirdağ’da 10 sayfa okuyamadım üst üste. Gelip basabilirler hücreyi, kapıyı dövme eylemi vardır. Sabit sloganlar vardır, ne yapıldığını anlarsınız. “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye bağırıyorsa biri işkence yapılıyordur. “Bilmem ne hakkımız engellenemez” diyorsa, o hakkı gasp ediliyordur. O da tutsaklar arası örgütlenmenin sonucu.
'Dergi çıkarıyorduk, karikatür öğrendim'
Dergimiz de çıkıyordu. Tekirdağ’da 4 farklı dergi çıkıyordu. Karikatür öğreniyorsunuz, öneriler geliyor, çiziyorsunuz. Herkes yazı yazıyor. Bir editörü var. Her derginin farklı çekirdek kadrosu var. Ben mizah işiyle içli dışlıydım. Dergilerin farklı formatları var. Çizildikten sonra bir kişi onları bir araya getiriyor, dikiyor, dışına meyve suyunun kabını ters çevirip kapak yapıyor, dikiyor ve atarak hücre hücre dolaştırıyor.
Çatıda jiletli teller var, 5 litrelik petlerden ipler yapıyoruz. İletişimi de öyle sağlıyoruz. Mesela bir gazeteyi koparıp, ıslatıp top haline getirip poşetle kaplayıp çakmakla yapıştırıyoruz. Sonra pet şişe kesip kap yapıyoruz. Sonra not yazıyoruz üstüne, mesela, Ahmet A34, o yolunu biliyor. Dergiyi de öyle yolluyorduk. Tecridi kırma yöntemi bu.
'20 kişi üzerime çıktı, ama bana soruşturma açtılar'
- Hapishanedeyken sürpriz bir şey geldi mi başınıza?
Bir sürgün sevkim oldu sürprizli, negatifti o. Pozitif yönde, orda mektuplar memnun eder insanı. Hollanda’dan, tanımadığım insanlardan mutlu oldum. Orda çıkan bir karikatür dergisi vardı, Gomedi, (http://www.halkinsesi.tv/TutsakDergileri/Tekirdag/Gomedi/gomedi.html) tutsak dergilerinden. Gomedi’nin sayısının çıkmasını heyecanla bekliyordum. Biliyordum ne tarz esprileri var, ama heyecanla bekliyordum çizimleri. 80 ya da 100 sayfayı geçek şekilde yapılıyordu. Yarım saatte bitiriyordum ama 3 gün neşesi kalıyordu. Ben Edirne’ye gittikten sonra mesela arkadaşlar benimle ilgili çizimler yapmaya devam ediyordu ve bana gönderiyorlardı.
Dışarıda Leman’ı, Penguen’i yılda bir alırdım. İçerde haftalık almaya başladım. Hücreye baskın olunca el koyuyorlar! Saldırdılar bize, ben de slogan attım: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecektir” diye, kapıları dövdüm. Üzerime 20 kişi çıktı, zıpladı tepindi. Sonra gidip bana soruşturma açtılar, “görevli memura görevini yaptırmamak” ve “tehdit içerikli slogan atmak”tan. Tehdit içerikli slogan! Bu sana zarar mı? “İşkencemi uygulamak istiyorum, yenemezsin beni”ye çıkan bir kapı bu. Tekirdağ’da soruşturma açtılar. İnfaz Hâkimliği diye bir kurum var. Hücre cezasının ona gitmesi gerekiyor, ondan onay lazım. İnfaz Hâkimi otomatik onaylıyor hepsini. Tekli hücreye aldılar beni. Çıkartırlarken dedim “Pişman oldum, anamdan doğduğuma. Bir daha düşünmeyeceğim bile!”
‘Ahmet Kaya dinleyerek ilk mektubumu yazdım’
- Bu arada siz neler yolladınız?
Sevgi Göğülter: Mektup. Başta kaldıramadım. Hüseyin’i gardiyanlar getiriyor. Kaldıramıyorsunuz. Duyarlı bir insan ama bunun bedelinin bu olmaması gerektiğini düşünüyorum. Potansiyel suçlu gözüyle bakılıyorsunuz. Ben daha duygusal bakıyorum duruma. Sonrasında zaten görüşmelerine gidemedim, soyisim engeliyle karşılaştım. Bakırköy’e gittik. Savcının kapısını vurdum girdim, adam 5 dakika başını kaldıramadı evraktan. Yüzümüze bakmıyor, izin için geldim, nişanlım dedim. Geç bir vakitti, dörttü. “Ben nerden biliyim, beni ilgilendirmez, adamın ana babasını getir, kendi anne babanı getir” dedi. “Saat geç ve yarın görüş var, başka bir alternatifi yok mu?” dedim. “Çocuk oyuncağı mı burası?” dedi. “Farkındayız, karşınızda da insan var” dedim, çıktım. Başka savcı geldi şunu söyledi: “Tutuklunun üç tane soyismi tutmayan insanla görüşme hakkı var. Bunun için kendisi dilekçe vermeli. Bu şekilde sürekli gidersin.” Diğer savcı da bunu söylese insan gibi anlayacağım. Üzülmüştüm, gidememiştim görüşe.
Tesadüf ben de oda değiştirdim yurtta, bodrum kata indim, çift cam ve parmaklıklar var camlarında, pembe. Bolu’da okudum. Uzaklarda bağ evi görünüyordu, oraya bakarak ve Ahmet Kaya türkülerini dinleyerek Hüseyin’e ilk mektubumu yazdım.
Hüseyin’in bana gönderdiği mektup gelmedi. 1 ay geçti, geldi. Cumartesi günü sabahtan akşam dörde kadar, 16 saat oradan kalkamadım. Nisan yaklaşıyor, heyecanlanıyorum, Hüseyin bırakılacak. Sonra o gün, Hüseyin’in numarası beni arıyor. Heyecandan telefon elimden düştü. “İtiraz dilekçesi kabul edildi”. Açtım telefonu, abisi, öğrendim ki Hüseyin sevk edilmiş.
‘Kenan Evren köşkünde ben F tipindeyim’
Hüseyin Edemir: Metris’i şöyle tarif edeyim, bir terminal. İstanbul’da tutuklanıyorsunuz, sizi F tipine gönderiyorlar. Sizi suç kategorilerine göre hapishanelere gönderiyorlar. O da şu, F tipinde örgütlü suçlardan kalması gerekiyor.
Eskiden farkı şu, benim bir sürü gözaltım olmuştur, polise mukavemetten, Gösteri Yürüyüşü Kanunu’na muhalefetten... Hepsinden beraat ettim. Şimdi öyle değil. Sizi sokaktan alsalar da örgüt üyeliğinden davacı oluyorlar. Ona bağlıyorlar. Yargıtay’ın şöyle bir içtihadı oldu, 9. Daire’nin, örgüt üyesi olmamakla birlikte “örgütün amaçları doğrultusunda hareket etmek” diye bir şey koydular. Urfa’da öğrenciler bunun yüzünden ceza aldı. İki gün boyunca çok üzüldüm, üzerimden atamadım. Yemekhane boykotu yapmışlar. Bizim 10 kere, 20 kere yaptığımız eylemler. Bize soruşturma bile açmıyorsunuz, öbür tarafta adamlara ceza veriyorsunuz. Kenan Evren Sokak ortasında rahat dolaşıyor. Bu ülkede adalet olsaydı, Kenan Evren köşkünde, ben de F tipinde olmazdım.
'Cezaevinde psikologla sıkıştırıyorlar'
Hapishaneyle ilgili bir şey daha söylemek istiyorum. Belli şeyler ilk girdiğiniz anda yalıtmaya çalışılıyor. Siyasi görüşünüzden vazgeçmenizle beraber resmen onlara çalışmanız yönünde işbirlikçilik gibi şeyler dayatılıyor. Mesela orda psikolog var, sizinle ilgili bir sürü bireysel psikolojik dökümleri çıkarıp, zayıf noktalarınızı çıkarmaya çalışıyor. En çok kimi seversin, neden korkarsın. Bunlar üzerinden sizi sıkıştırmaya çalışıyorlar. Soruların hiçbirine sahih cevap vermedim.
- Ne yapmayı planlıyorsun?
Eğitimim çok önemli. Yurtdışında eğitim almayı çok istiyordum. Sevgi de mektuplarında bunu çok dile getirirdi: “Bir Berlin, bir de beni düşün, ama Berlin’i benden daha çok önemseme.” Berlin’e gitmeyi çok istiyordum. Akademik çalışacağım konu açısından Berlin çok önemliydi, Almanya’daki Aleviler üzerine çalışacaktım. Şimdi bu ideallerden vazgeçmedim, ama zorlaştığının farkındayım. İçerde Almanca çalıştım, İngilizceyi unutmamak için çaba çok harcadım.
- Başka kaybettiğin bir şey oldu mu?
Yurtdışına çıkış yasağı koydular. Dedim zaten, eğitim hayatımı bitirdiniz. Bunun yegâne sorumlusu sizlersiniz. Artık başka bir hayat olacak. Davam açısından şunu düşündüm, bir insanı siz hayatının en önemli noktasında çekip aldınız. Sıfırla yetmiş arasında bu adamı ne zaman alırız deselerdi, bu dönemdi o dönem. İdealim iyi bir akademisyen olmaktı, bu onun başlangıcıydı. Mastırda işi ciddiye alırsın, doktorada da olgunluk beklenir. O aşamaya gelemeden bir engelle karşılaştım.
Diğeri nişan gününde tutuklanmak. Tesadüftür belki, ama bu başka bir acı. Onların hatırlayamayacağı ama benim unutmayacağım bir şey.
Ya Sevgi, ya annem, ya babam mutlaka her hafta biri ziyaretime geldi ve oradaki insanlar bana şey diyorlardı “kardeşim yeter artık, kıskanıyoruz, benim 5 yıldır ziyaretçim gelmiyor.” Düşünün, 5 senedir kimse ziyaretine gelmiyor, hücreyi aynı insanlarla paylaşıyor, tecrit vücuduna işliyor. Algınız yavaşlıyor. Gözlük kullanmıyordum mesela, gözlerimi içerde bozdum. Bedende arızalar başlıyor. Sessizlikten kaynaklı kulak çınlaması oluyor, baş ağrısı.
‘Ergenekon davasından kimseyle yazışmak istemedim’
- Mektupların arasında Ahmet Şık geçiyor, ona da mektup yazdın mı?
Yazmadım ama yazabilmeyi çok isterdim. Ergenekon davasından kimseyle yazışmak istemedim. Ama Ahmet Şık alınınca vicdanımda bir şey oldu. Yıllarca gazetecilik yapmış, ana akım gazeteciliğinin şimşeklerini üzerine çekmiş. Ve o kitabın basılmadan toplatılması bir sürü insanın tepkisini çekti. Belki Şık’ın hiçbir fikrine katılmayacağım ama ona bunu yapamazsınız. Beni çok üzdü, üç dört gün boyunca. Şık’ın adını birkaç kere duydum, katıldığım bir eylemde de sanırım gazeteciydi. Ama içeri alındığında, Ergenekonculuk faaliyetiyle hiçbir ilgisi olmayacağını düşündüğüm için inanılmaz yara almıştım. Medya çok duyarlı davrandı. Bir taraftan katiller var o davada, bir taraftan da Ahmet Şık.
Şık çok güzel bir şey söylüyor, örgütlenmiş olsaydık NTV’de bu kıyım yaşanmazdı. Can Dündar, bildiğim kadarıyla baskılara dayanamayıp istifa etmiş, ki kılıçlarını çekmiş muhalefet yapan biri değildir. Ya da Nuray Mert’e yapılan mesela, bir Başbakan bunu yapabilir mi?
‘Görüşmeler 20 saate çıkarılsın o zaman helalleşirim’
- Muhalif olmaya tepkinin AKP dönemimde değiştiğini söyledin. Başbakan’ın, gazeteciler ve siyasilerle “helalleşme” talebi oldu. Seninle de “helalleşilmesi” gerektiğini düşünüyor musun?
Eğer benim helalleşeceklerse bunun sözle karşılığı yok. Hapishanedeki koşullar düzeltilecekse, benim gibi başka insanların canı yanmasın. O zaman helalleşirim. Ama hâlâ biri puşi yüzünden tutuklanıyorsa, Nejat Ağırnaslı örneğindeki gibi ders notunda Pols yazıyor diye alınıyorsa…2007 yılında Mehmet Ali Şahin dedi ki “Söz veriyorum 10 saatle başlayacak görüşmeleriniz, ileride 20 saate çıkaracağız.” O söz tutulsun başka bir şey istemiyorum.
‘Ustalık dönemi perişan edecek'
Bir sunum yapsaydım, sunumu üçe ayırırdım: Yargıya kadar polis ayağı, mahkeme ayağı ve hapishane ayağı. Üçü birbiriyle doğrudan alakalı. Poliste o kadar usul hatası yapıyorlar ki, mahkemede usulü geçip esasa gelemiyorsunuz. Mahkeme sürecinde kendinizi ifade bile edemiyorsunuz. Öyle insanlar var ki “adın, soyadın” git, gel. Konuşturmuyorlar.
DGM döneminde yargılansa 5 yıl içerde kalacak insanlar, artık 20-30 yıl ceza alıyorlar. O 2005 dönemi bir dönüm noktasıydı bence. Ustalık dönemi perişan edecek herkesi.
‘Cezaevinde kalp krizinden ölüm yaygın'
Bir sürü insanın öldüğüne tanık oldum hapishanede. Kalp krizi çok yaygındır. Star Gazetesi Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu diyor ki “Televizyonda, hapishanelerde ölüm oranları normal, 20-30 kişi”. Bu kaynağı nereden aldın? ÇHD’nin raporlarına bak, bu işi ciddiye alıyorlar, yılda bir defa gelip bizimle görüşüyorlar. İHD’ye git söylesinler. Nasıl buna insanların inanmasını bekliyorsun? Orada bir sürü insanın kalp rahatsızlıklarından öldüğüne tanık oldum. Bunu sadece ecelle mi açıklayacağız? Başbakan’a kalsa kader deyip geçebiliriz de koşulların hiç mi etkisi yok?
‘İçerde roman yazdım, yaktım’
Koşullar, hafızada müthiş bir zayıflamaya neden olduğu için, ben dedim okumayı yazmayı bırakmayım. İçerde roman yazdım, yaktım. Sırf yazmış olmak için. Hücremdeki arkadaşlarım okuma yazma bilmiyorlardı. Öğrettim. Hapishanede okuma yazması bilmesi lazım. Şimdi artık yazıyor.
‘Dövdükten 10 gün sonra doktor gönderiyorlar’
İçerde insanların bir beklentisi oluştu, bir yerden sonra ulusal medyada dava süreci çok yer aldıktan sonra. “Bizi anlat” dediler, mektuplarımda hiç inanmadığım bir şey yazmadım. ”Belki bir şeyler değişmez ama bizim hikâyemizi bilsinler, o dört duvar arasında kalmasın” diyorlar. Hücreyi basıyorlar, bir insanı dövüyorlar, doktoru on gün sonra getiriyorlar. Bu olabilecek bir şey mi? Her şey kontrolünüz altında, sonra da bunu yapıyorsunuz ve “işkenceye sıfır tolerans” diyorsunuz.
Havalandırmanın ortasında rögar kapakları var. üç ot çıktı. Nasıl dikkatli bakıyoruz. Üç kişiyiz, üçümüze birer tane. Birini çatıdan top indirmeye çalışırken kırdım, bu Öcal’ınki olsun ya ölsün ya tahliye olsun. Birisini kırdık, bu da Dede'nin olsun, tahliye bekliyoruz. Bir tane kaldı, bu da benim olsun, ama nasıl bakıyoruz. Boynuma kadar geldi. Mektupta bile yazmıyoruz başına bir hal gelir diye, çünkü daha önce biri yazmış, çiçeği gelip bir hafta sonra koparmışlar. Sonra arama oldu. Geldi bir tanesi çekti kopardı. Gözlerim doldu. Konuşmadım. Açsam ağzımı saldıracaktım. Temel Demirer’e anlattım sonra bunu. O demişti: Çiçekleri koparabilirler ama baharın gelmesini engelleyemezler. Küçücük bir şey ama çok değerli, çünkü yok.
Ağustos’ta Aspendos’u kapatacağız
- Düğün ne zaman?
Evlilik konusunda plan yapmıştım ama Sevgi onsuz yaptığım için isyanlarda. Nasıl yapacağız, nasıl edeceğiz belirsizlik var, hukuki açıdan. Bir günde dosyayı alıp Yargıtay’a götürüp ertesi gün onaylatıp getirebilirler. Ama öyle bir sorun olmazsa Ağustos’ta evleniriz. Bu Ağustos’ta Aspendos’u kapatacağız.
Sevgi Göğülter: Biz öğrenci hayatı yaşadık da, Hüseyin bir araya gelme hikâyemiz için espri yapıyor. Söz olduktan sonra en fazla bir yıl olduktan kızı alır götürürler diye beklenti var. Bizimki 6. yılına girince beklenti oldu. Ama tutuklanmasaydı 3 Temmuz’da evlenecektik.
Hüseyin Edemir: Bu 3 Temmuz’da evlenmiş olacaktık. Ben Almanya’ya gidip gelmiş olacaktım. 3 Temmuz bizim tanıştığımız gündü ve evlenecektik.
© Tüm hakları saklıdır.