31 Ocak 2012 02:00
T24- Hrant’ın arkadaşları, Cezayir Restaurant’ta düzenledikleri basın toplantısında Hrant Dink cinayeti davasındaki eksikleri bir kez daha dile getirdi. Ümit Kıvanç, Tamar Nalcı, Hayko Bağdat ve Garo Paylan, okudukları basın açıklamasında hükümetin, “Yargının istediği her şeyi yaptık” sözleri hakkında “Bunu söylemek çok ayıptır” değerlendirmesi yaptı ve yapılmayanların listesini sundular. 5 sene boyunca yaşanan "ihmalleri" özetle aktaran Hrant’ın arkadaşları, “‘Katil devlet’ diyoruz diye bize kızıyorlar. Hâlbuki beş senedir bizimle alay ediyorlar, biz öfkeye teslim olmuyoruz. O söz bir kızgınlık ifadesi değil. Durum tesbiti. Gelin, öyle bir şey yapın ki, bir daha o lafı ağzımıza alamayalım. Yapabilir misiniz?” diyerek hükümete çağrı yaptı.
Hrant’ın arkadaşları, Cezayir Restaurant’ta düzenledikleri basın toplantısında Hrant Dink cinayeti davasındaki eksikleri bir kez daha dile getirdi. Cezayir Restaurant’ta düzenlenen toplantıda, Hrant’ın arkadaşları, “Mahkemenin talebi üzerine ‘Elimizde bilgi yok’ diyen MİT’te bilgi olmaması mümkün mü? ‘Gerekeni yaptık’ iddiasındaki başbakanın, bu soruya bir cevabı var mı?” diye sorarken, telefon kayıtları hakkında şaibeli davranan Trabzon Eminyeti hakkında “Kayıtları niye sildiler? Mermili mesajı niye gizlemeye çalıştılar?” dediler.
Hrant’ın arkadaşları, “ihmaller” listesine şöyle devam etti:
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün cinayet sırasında olay yerini en iyi gösteren kamera kayıtlarını daha ilk gün alıp yok etmesi, TİB’in 3 sene boyunca telefon kayıtlarını vermemek için direnmesi, Dink davası sanığı Erhan Tuncel’in MSN kayıtlarının yok edilmesi, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın Osmaniye Valiliğine terfi ettirilmesi, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler’in mahkemeye sorularına verdiği “Söylemem” cevabının sorgulanmaması ve devamında milletvekili yapılması, “kasten öldürmenin ihmalî davranışla işlenmesi”ni içeren 83. maddesinin yargılananlara en fazla iki yıl ceza öngörmesi ve dolayısıyla hiçbir caydırıcılığının olmaması…
Yaklaşık 60 kişinin katıldığı basın toplantısında okunan basın açıklamasının tam metni şöyle:
“Hrant Dink cinayeti davası” adı altında beş yıl süren, yakın zamanda da sonuçlanan müsamereyle ilgili çok fazla vaktinizi almayacağız. Arkadaşımız Hrant’ın öldürülmesi, suikastın öncesiyle, sonrasıyla, mahkeme süreciyle, devletin bütün kademelerinin bulaştığı bir organize suçtur.
Hükümet diyor ki: “Biz yargının bizden istediği her şeyi yaptık.”
Biz de diyoruz ki: Bunu böyle söylemek çok ama çok ayıptır. Çünkü:
İlkin, yargı istemese de yapmanız gereken çok şey vardı, hiçbirini yapmadınız.
İkincisi, mahkeme, sırf varılan karar yüzünden değil, baştan skandaldı. Çünkü siz üstünüze düşen hiçbir şeyi yapmamıştınız ve açılması gereken esas dava açılamamıştı.
Üçüncüsü, bu eksik gedik dava yürürken de üstünüze düşen hiçbir şeyi yapmadınız. Delilleri karartan, yok eden, evrak tahrif eden, sahte belge düzenleyen, avukatların binbir gayretle mahkemeyi zor bela razı edip kabul ettirebildikleri taleplerinin karşılanmaması için müthiş bir direniş gösteren, hepimizle alay eden devlet görevlilerinin hepsi sizin memurlarınız. Adalet yönünde sahici bir irade ortaya koysaydınız bu rezillikler olmazdı.
Sizi de hedef alıyor gözüken bir eylemde giderek suç ortağı konumuna geçmek gibi inanılmaz bir şeyi başardınız. Tebrikler.
Ama madem “yargı gereğini yapmazsa sorumluluk alırız” diyorsunuz, günah temizlemeye başlamanızı sağlamak için elimizden geleni yapacağız. Bu beş senelik icraatınızdan sonra buna pek inanamasak da, buyurun, yapmadıklarınızdan örnekler sıralayalım, belki şimdi bir şeyler yaparsınız.
“Örnekler” diyoruz, çünkü yapılması şartken yapılmayanları sayıp dökmeye kalksak akşamı buluruz.
Eğer beş yılın sonunda nihayet adalet için adım atacaksanız, önce, “yargı süreci bitmedi, temyizi var” masallarını terk edin. Bu dava yeniden görülse, beraat edilenler mahkûm olsa bile adalet yerini bulmaz. Çünkü suikast için karar ve emir verenlerden, cinayetin yolunu açan devlet görevlilerinden hiçbiri bu davada sanık değil. Adalet Bakanı, bunu bilmeden mi temyize umut bağlamamızı istiyor? Bu kadar bilgisizlik fazla değil mi?
Örneklerimize geçelim.
MİT’te hiç bilgi olmaması ne manaya gelir?
Şüphesiz MİT’ten başlamalıyız. Devletin en önemli istihbarat teşkilatından bugüne kadar Hrant Dink cinayetiyle ilgili tek satır bilgi çıkmadı. Mahkeme istediğinde de “elimizde bilgi yok” cevabı verdiler. Ciddî bir hükümet, böyle bir teşkilatın yöneticilerinin canına okurdu herhalde; nasıl bilginiz olmaz, diye. Hiçbir şey yapmadılar. Peki MİT’te bilgi olmaması mümkün mü? “Gerekeni yaptık” iddiasındaki başbakanın, bu soruya bir cevabı var mı?
Trabzon’da suçlularla ilgili kayıtların silinmesi
Hrant öldürüldükten sonra ortaya çıktı ki, Trabzon Emniyeti, cinayet davası kod adlı müsamerede yargılanıp bazısı beraat eden birtakım kişilerin telefonlarını dinlemiş, hattâ onları takip etmiş. Mahkeme bu kayıtları istediğinde önce “biz dinlemedik” dediler. Emniyet’in tepesine soruldu, onlar da, “hayır, Trabzon dinledi” dedi. Yalan ortaya çıkınca, bu defa “kayıtları sildik” dediler. Ulaşılabilen kayıtlarda da tahrifat yaptılar. Meselâ, bizzat sanıkların mahkemede itiraf ettiği, “7.65 mermi lâzım” mesajını sakladılar. Meselâ, 3 dakikalık telefon görüşmesinin yalnız 1.5 dakikalık kısmını gönderdiler.
Niye yalan söylediler? Kayıtları niye sildiler? Mermili mesajı niye gizlemeye çalıştılar? Göndermedikleri telefon görüşmesinde ne vardı? Bunların hepsi çok şüphe çekici ayrıntılar. Hükümetten kimse merak etmedi mi Trabzon polisinin neyi gizlemeye çalıştığını? Belli ki etmemiş.
Diyeceklerdir ki, soruşturmalar yapıldı, vesaire. Peki ne oldu? Bu soruşturmaların kimisinin önünü yine doğrudan hükümetin emrindeki valiler kesti, kimisini bölge idare mahkemeleri. Hükümet ne yaptı? “İyi” deyip arkasını döndü. Halbuki bu ayrıntılar bizi suikastın planlayıcılarına götürebilirdi.
İstanbul’da kamera kayıtlarının yok edilmesi
İstanbul Emniyeti’nin Hrant Dink suikastıyla ilgili faaliyeti tam bir skandaldır. Cinayet ihbarının hasıraltı edilmesi ve cinayetten sonra evrakta sahtecilik yapılması yeter de artar bile. Bunların hepsi cezasız kaldı, hiçbir görevli soruşturulmadı. Geçiyoruz.
İstanbul polisi, cinayet sırasında olay yerini en iyi gösteren kamera kayıtlarını daha ilk gün alıp yok etti. Bunu beş senedir söylüyoruz. Avukatlar mahkemede, biz sokaklarda, devamlı söylüyoruz. Acaba içişleri bakanı, başbakan, artık her kimse, “yahu, bu nedir, doğru mu söylüyorlar, nasıl yok edersiniz bunları?” diye bir soru sormuş mu kimseye? Nerede o kamera kayıtları? Daha önemlisi, neden gizliyorlar? Başbakan dese ki: “Bunlar nerede? Hanginiz alıp yok etti? Niye saklıyorsunuz? Saklanacak ne var onlarda?” Bu yargıya müdahale mi olacaktı? Niye sormadı? Hâlâ sorabilir; “neyi saklamaya çalışıyorsunuz?” diyebilir. Başbakanın şunu anlaması gerek: bu kadar garip bir şeyi merak edip sormuyorsa, biz haliyle cevabını biliyor diye düşünüyoruz.
TİB'in direnişi
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın mahkemeyi devamlı oyalaması konusunda hükümetin ne düşündüğü, başka bir merak konumuz. İstanbul Emniyeti’nin lütfedip kaybetmediği sınırlı görüntülerden, -elbette savcı değil, başka pek çok durumda olduğu gibi, Hrant’ın ailesi ve avukatları- cinayetten hemen önce iki ayrı yerde telefonla konuşan bir adam tesbit ettiler. Mahkemeye dediler ki: “Bu saptansın. Kimdir, nedir, kiminle görüşmüş?” Mahkeme de lütfedip Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan bunun tesbitini istedi. TİB, tam üç yıl direndi. Bin dereden su getirdi. Sonunda ne verdiklerinden hiç bahsetmiyoruz. Üç koca yıldan bahsediyoruz arkadaşlar! Bu süre boyunca Hrant’ın yakınları polisin, savcının yerine bin türlü iş yaptılar, bu kayıtların bulunabileceğine, mahkemeye getirilebileceğine herkesi ikna etmek için. Diyelim başbakan, “çabuk verin ne istiyorlarsa!” dese, bu kayıtlar üç yıl bekletilebilir miydi? Bu “yargıya müdahale” mi olurdu yoksa yargıya katkı mı?
Üstelik TİB’in bu cinayet davasındaki performansı bununla sınırlı değil. Cinayetten bir gün önce katilin birlikte olduğu arkadaşlarının sinyal bilgileri TİB’den istendiğinde de yaklaşık üç yıl direndiler. Ve hükümet onlardan bu üç yıllık direnişlerin hiçbirinin hesabını sormadı. İlgilenselerdi, “verin” deselerdi, TİB vermeyecek miydi istenenleri? Bu nasıl ”gerekeni yapmak”tır?
Erhan Tuncel’in MSN kayıtlarının yok edilmesi
Erhan Tuncel’in MSN yazışmalarıyla ilgili trajikomediye geldik; iyi izleyin. 2008’in Nisan ayında, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na avukatlar başvurdu ve Tuncel’in MSN kayıtlarının incelenmesini istedi. Şirketin, ABD konsolosluğunun, FBI’ın filan yeraldığı iki senelik bir süreçten sonra ortaya çıktı ki, bir MSN adresine 270 gün giriş yapılmadığında oradaki bütün veriler siliniyordu. Esas vahim ayrıntı şurada: İstanbul polisi, Erhan Tuncel gözaltına alındığında bu MSN kayıtlarına girip bakmıştı. Alıp dosyaya koysa, bunlar davada kullanılabilecekti. Koymamıştı. Ve elbette, bu kayıtların sonsuza kadar orada kalmayacağını biliyorlardı. Yani kendileri bakmış, silinmesini beklemişlerdi.
Polis bunu neden yapar? Ve kimse ona “bunu nasıl yaparsın?” diye sormaz mı? ”Bunları dosyaya koymayın” emrini veren amiri merak etmez mi? Bakın, ”cezalandırmaz mı?” diye sormaya sıra gelemiyor bile.
En kıymetli vali Muammer Güler
İstanbul Valisi Muammer Güler’le ilgili vaziyetler, hükümetin bu olayda ya bütünüyle iyi niyetten yoksun ya da şuursuzca davrandığını gösteren en güzel örnektir. Ve ibretliktir.
Hrant, vali yardımcısının odasında, yani Muammer Güler’in sorumluluğundaki bir makamda iki MİT görevlisi tarafından tehdit edildi. Vali tehdit toplantısının ev sahibi sayılır. Ayrıca Hrant’ın öldürüleceği ihbarını gizleyen İstanbul Emniyeti kendisinin sorumluluğundadır. Cinayetten sonraki evrak tahrifatı skandallarında işe elkoyması gereken insan da odur. Kamera kayıtlarının yok edilmesinden haberdar, belki sorumludur. Üzerindeki şaibeleri yok edecek en ufak adımı atmadığı gibi, mahkeme sürecinde bu şaibeyi epeyce artırdı. Avukatların ısrarlı talepleriyle mahkeme valilikten o iki MİT görevlisinin adını sorduğunda, Muammer Güler, “söylemem” diye cevap verdi. Ve, inanması zor ama, mahkeme bunu “soruya cevap verilmiştir, tekrar sorulmasına gerek yok” diye karşıladı.
İşte, hükümetin “bizden istediklerini yaptık” dediği yargı böyle bir yargıydı. Hükümet, valisine, “mahkemenin istediği cevabı ver” diyebilirdi. Demedi.
Muammer Güler’le ilgili olarak hükümet sahiden de bir şey yaptı. Onu alıp milletvekili yaptı. Cinayetin ertesi günü görevden alınması ve yargı önüne çıkarılması gereken bir devlet görevlisi şu anda Meclis’te, bizi temsil edenlerden biri olarak oturuyor. Aferin!
En kıymetlilerden Celalettin Cerrah
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Hrant’ın öldürüleceğine dair ihbarın gizlenmesi ve cinayet ertesindeki delil karartma ve evrak sahteciliği rezaletlerinden elbette sorumlu. Ama olaydaki konumunu daha ilginç kılan bir durum var. Cinayetten iki gün sonra çıkıp, “bu örgüt işi değil” açıklaması yapmıştı. Yani hem kamuoyunu hem soruşturmayı yönlendirmeye çalıştı. Görevinden alınmadı. Hiçbir soruşturmaya uğramadı. Hükümet tarafından vali yapıldı. Acaba hükümet bunu da yargı istediği için mi yaptı? “Yargı ne istediyse yaptık” derken böyle bir şey mi kastediyorlar?
Dokunulmazlar
Şimdi de, bu olayda pek tuhaf davranışları, bağlantıları, muhtemelen katılımları veya en azından bariz sorumlulukları gözüken, hepsi doğrudan hükümetin emrindeki memurlar olan ve haklarında doğru dürüst araştırma-soruşturma yapılmamış, en küçük cezaya uğramamış görevlilerden bazılarını sıralayacağız. Hükümet şunu bilmelidir: bu davanın bu memurlarını ve bizim şu anda bilemediğimiz başkalarını dışarıda bırakarak açılmasından ve zaten baştan geçersiz oluşundan kendileri doğrudan doğruya sorumludur. Bugün çıkıp “yargı ne istediyse yaptık” diyene, “hangi yargı kardeşim?” diye sorarlar. Buyurun, dokunulmazlar ve kıymetliler listesi:
- Muammer Güler ile Celalettin Cerrah’tan söz ettik, onları geçiyoruz.
- İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör. Hrant onun odasında tehdit edildi. Niye onun odasında? Kim onu arayıp, “bizim arkadaşlar gelip böyle bir şey yapacak, ilgileniver” dedi? Hükümet bunu sordu mu, biliyor mu? Güngör ciddî şekilde sorgulansa kimlere, nerelere ulaşırız?
- MİT görevlileri Özel Yılmaz ve Handan Selçuk. Herhalde kendi başlarına karar verip, “Hrant’ı valiliğe çağıralım da tehdit edelim” demediler. Sorulsa, kimden talimat aldıkları öğrenilebilirdi. Hükümet kimden talimat aldıklarını biliyor mu? Yoksa bilmiyor mu? Hangisi daha beter?
- Ahmet İlhan Güler. O sırada İstanbul Emniyeti’nde İstihbarat Şube Müdürü. Trabzon’dan gelen ihbarı örtbas etti. Cinayetin yolunu açtı. Nitekim onu göz önünden çektiler. Ama hâlâ polis. Belinde silahı, elinde yetki var. Kusurluysa niye yargılanmadı? Daha önemlisi, ihbarı niye gizlemiş, hükümet biliyor mu?
- Reşat Altay. Cinayet sırasında Trabzon Emniyet Müdürü. Cinayet planlanırken, polise bilgiler gelip giderken, katil Ogün Samast Yasin Hayal tarafından eline tabanca verilip gönderilirken oradaydı. Bütün bunlardan haberi var mıydı, yoksa niye yoktu? Sorduklarında acaba ne dedi? Acaba sordular mı? Diyeceksiniz ki, bu şahıs olaydan sonra görevden alındı. Niye? Tesadüf müdür bu? Tesadüfse, hükümet ona da dokunmamış demektir. Değilse, belli ki bir kusuru vardı. Neydi? Görevden alınmayı gerektiren ama yargılanmayı gerektirmeyen kusur nasıl bir şeydi acaba?
- Engin Dinç. Trabzon polisinin İstihbarat Şube Müdürü. Hrant’ın öldürüleceği bilgisini İstanbul’a iletti. Zaten bu olayda azıcık görevini yapmış gözüken tek kişi. Peki sonra ne yaptı? Haziran’da tayin olup gidene kadar, suikastı gerçekleştirecek ekip onun ilgi alanında olmalıydı. ”İhbarı ilettim, görevimi yaptım” demesi ne kadar yerinde? Erhan Tuncel, Yasin Hayal’in Elazığ’a, Van’a gittiğini, bunları Emniyet’e bildirdiğini söylemiş, Engin Dinç de onu doğrulamıştı. “Yasin’i çok sıkı takip ettik, hattâ Erzurum’a gittiğinde güzel bağlantılar verdik” demişti. Mahkeme bu fiziki takip tutanaklarını istediğinde Trabzon Emniyeti, “elimizde sadece Bursa’ya gittiğine dair bilgi var, başka bir şey yok” dedi. Yok mu sahiden? Kim yalan söylüyor? Erhan Tuncel mi, Engin Dinç mi, Trabzon polisi mi? Tuncel beraat ettiğine göre o değil. Dinç’in çıkıp, “hayır, bu bilgiler var” demesi gerekmez mi? Hükümet sorsa der mi acaba?
- Faruk Sarı, Özkan Mumcu, Muhittin Zenit, Mehmet Ayhan. Trabzon polisinde, Erhan Tuncel’le doğrudan irtibatta olan memurlar. Ercan Demir de, usule aykırı olmasına rağmen “konuyu ciddiye aldığı için” Tuncel’le yüzyüze görüşmüş bir amir. Sonradan ortaya çıkan o meşhur telefon konuşmasında hattın bir ucundaki, meselâ bunlardan Muhittin Zenit’ti. Her şeyi uzun zamandır bildikleri anlaşıldı. Hepsi halen görevde. Oysa mahkeme Erhan Tuncel’i suçsuz bulduğuna göre bunlardan hiç değilse bir-ikisi suçlu olmalı. Beş yıldır hiçbirine dokunmayan hükümetin en azından mahkeme kararından sonra bunlarla ilgili bir şey yapmış olması beklenir. Var mı böyle bir girişim? Erhan Tuncel bu meselede en karanlık bağlantı noktalarından biriyken, bu polis memurları ciddi bir şekilde sorgulansalar neler anlatırlar?
- İbrahim Pala, İbrahim Şevki Eldivan, Volkan Altınbulak, Bahadır Tekin, Özcan Özkan. İstanbul Emniyeti polisleri. Sahte evrak düzenlediler, yargıyı yanıltmaya çalıştılar. Sorulduysa, “emirlere uyduk” demişlerdir, muhtemelen de öyledir. Emirler kanunsuzdu. Kanunsuz emirleri yerine getiren görevlilerine hükümet ne yaptı? İçişleri bakanı bu memurları karşısına alıp, “Doğruyu söyleyin, yoksa işinizden olursunuz!” dese acaba neler anlatırlardı?
- Ali Öz. Trabzon jandarmasının başındaki adam. Cinayet ihbarını örtbas etti, cinayetten sonra hem evrak sahteciliği yaptırdı hem “muhbiri susturun” emri verdi. Astlarını müfettişlere yanlış ifade vermeye zorladı. Niye kimse ona bu örtbas etme işlemi için daha üst bir merciden emir alıp almadığını sormadı? Ali Öz’ün üstüne gidilse, hakikat ortaya çıkabilirdi. Basit bir görevi ihmal davasıyla onun gözünü korkutmak elbette mümkün olmadı. Esas yargılanması gereken 83. maddeden, ihmal sonucu cinayete yol açmadan yargılansa, 25 yıl hapis tehdidi altına girse, belki de emri aldığı üstlerini açıklardı.
Bu yasa maddesiyle ilgili konu önemli. Buna en son genişçe değineceğiz.
(Trabzon jandarmasındaki öbür görevlilerle ilgili de söylenecek çok şey var, ama uzatmamak için bunlara girmiyoruz. Sadece şunları belirtelim: Cinayet ihbarının örtbas edilişinden haberdar subay-astsubay sayısı 10’dan fazla! Bazıları, müfettişlere yalan ifade verip sonradan itiraflarda bulundular. Üstlerine gidilmedi. Örtbas işinden rahatsız olup “sorarlarsa anlatırım” diyen iki subaya müfettişler hiçbir şey sormadı. Neden? Bunlar, “ülke yönetiyorum” diyen insanın merak etmesi gereken şeyler değil mi?
- Ve Ramazan Akyürek. Erhan Tuncel bir bombalama eylemi suçlusuyken kurtarılıp polis muhbiri yapıldığında Trabzon Emniyet Müdürü’ydü. Bu kanunsuz işlemden sorumluydu. Hrant’ın öldürüleceği bilgisi geldiğinde de oradaydı. Hrant öldürülürken ve sonrasında da Emniyet’in tâ tepesinde, İstihbarat Daire Başkanı’ydı. Trabzon ile İstanbul arasındaki istihbarat alışverişi ve bunu izlemesi gereken işbirliğinin yapılmamış oluşundan sorumludur. Emniyet İstihbarat’ın mahkemeye vermediği her bilgiden, Erhan Tuncel’i kollamaya yönelik bütün işlemlerden sorumludur. Mahkemeye iletilen birtakım bilgilerin gizli kalmasından, avukatların ve kamuoyunun bunları öğrenip üstüne gidemeyişinden sorumludur. Sorgulanmadı, yargılanmadı. İki-üç yıl boyunca adı en çok anılan adamdı. Başbakan acaba bir gün çağırıp, “Gel bakalım Ramazan Bey, neler diyor bunlar, sen bana aslını anlat,” dedi mi? Dese, Ramazan Bey ne anlatacaktı acaba?
- Bir yandan en anlaşılmaz, bir yandan da olan biteni hepimiz için en anlaşılır kılan ayrıntıyı sona sakladık. Metin Balta, İbrahim Fırat. İlki, katil yakalandığında Samsun Terörle Mücadele Şube Müdür Vekili, öteki orada komiserdi. Polis ve jandarmaların katille birlikte kahramanlık pozları vermesinden sonra yargılandılar. Ama bu yüz kızartıcı olaydan ötürü değil. “Zanlıyı niye nezarete koymadınız da çayocağına götürdünüz ve niye bu görüntüleri basına sızdırdınız” diye. Tabiî ikisi de beraat etti. O pozları çektiren memurlar ise daha önceden, haklarında yüce Türk adaletinin verdiği takipsizlik kararıyla yırtmışlardı. Bugün çıkıp “ne gerekiyorsa yaptık” diyebilen hükümet bu durumu nasıl açıklıyor, bir sorar mısınız. Birtakım savcılar, yargıçlar bu korkunç eylemin faillerini korudular, pekâlâ. Ama bu failler doğrudan hükümetin emrindeki elemanlardır. Bunlara ne yapıldı? Katille kahramanlık pozları çekip yaymak, cinayetten iki gün sonra bütün memlekete verilmiş bir mesajdı. “Bu işin sahibi biziz, devlet bu cinayette taraftır” demekti. Utanmazca bir meydan okumaydı. Bu eylemin sorumlularına hükümet ne yaptı? Var mı bilen? Cinayete ve katile sahip çıkan devlet görevlileriyle ülke yönetenlerin adalet hakkında laf söylemesi gülünç bile değil.
83. madde: Kasten öldürmenin ihmalî davranışla işlenmesi
Son olarak, çok kritik bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyoruz.
Evet, güya birtakım soruşturmalar yürütüldü, birtakım raporlar hazırlandı filan. Ama bütün bunlarda, sorumlulukları belirtilmesine rağmen yine devlet görevlilerini koruma kollama arzusu her şeye damgasını vuruyor. Çünkü olaya karışan polislerin, jandarmaların, komutanların, polis müdürlerinin, emniyet müdürlerinin, valilerin olsa olsa görevi ihmalden yargılanmaları konuşuluyor. Bu, sanıkların en fazla iki yıl ceza aldığı, üstelik fiilen cezanın ertelenmesine imkân veren bir madde. Hiçbir caydırıcılığı yok. Bu sanıklar beş yıl içinde başka bir halt yemezse ceza da kalkıyor. Bundan yargılanmak, sanıkları bildiklerini anlatmaya zorlayacak bir durum değil, gördüğünüz üzre. Buradan ancak Ankara’nın dehlizlerine yolluk ve paspas çıkar.
Oysa Hrant Dink suikastında söz konusu olan, tam da Ceza Yasası’nın 83. maddesinde belirtilen suçtur; yani, “kasten öldürmenin ihmalî davranışla işlenmesi” denen şey. Bu nokta çok önemlidir, bu yüzden lütfen yasa maddesi falan deyip geçmeyin, üzerinde durun. Bu maddede tarif edilen eylemler tam da cinayet ihbarını gizleme, potansiyel kurbanı bilerek korumama ve bu olayda gördüğümüz başka her şeye tıpatıp uygundur. Ve buradan alınacak ceza 10 yıldan az değildir, 25 yıla kadar uzanabilir.
Herkes kolaylıkla anlayabilir ki, bu olayda kasıtlı davranışı olmayan, üstlerinden çekindiği için sesini çıkaramamış birtakım görevliler varsa, bunları bildiklerini anlatmaya zorlayabilecek bir yargılama ancak bununla mümkün olur.
“Yüce Türk adaleti” diye adlandırmayı pek sevdikleri, oysa tamamen devleti ve görevlilerini korumak üzere inşa edilmiş yargı sistemimizde bile, istenirse, böyle bir suikast aydınlatılabilir.
Hükümet yetkilileri şimdi diyecektir ki, “e, bu yargının işi”. Değil. Siz, sorumluları milletvekili yapmak yerine valilerinizin, emniyet müdürlerinizin, polislerinizin, jandarmalarınızın yakasına yapışın, onlar bir dökülsünler, savcılar da ortaya çıkan gerçeklere rağmen bu sorumluları 83. maddeden mahkeme önüne sürmesinler, ancak o zaman konuşabilirsiniz.
“Katil devlet” diyoruz diye bize kızıyorlar. Halbuki beş senedir bizimle alay ediyorlar, biz öfkeye teslim olmuyoruz. O söz bir kızgınlık ifadesi değil. Durum tesbiti. Gelin, öyle bir şey yapın ki, bir daha o lafı ağzımıza alamayalım. Yapabilir misiniz?
© Tüm hakları saklıdır.