Hidayet Şefkatli Tuksal*
“Elli yedi yıl önce [1954’te] bugün ‘insan hakları bildirgesi’ne imza koyan devletimiz, umarım bir gün hem ‘insan hakları bildirgesi’nin muharriri kim?’ diye sorabilir ve hem de en şerefli varlık olarak yaratılan insanın onuruna yaraşır bir hukuk düzeninin, bir bilim, sanat ve düşünce dünyasının kapılarını aralayabilir.” Vallahi ne yalan söyleyeyim, şu naklettiğim satırlar, bana hem bir asır kadar uzak geliyor, hem de bugün kadar yakın.
“Sanatkârlarına karşı bu denli şedit, bu kadar acımasız başka bir ‘devlet’ var mıdır bilmiyorum. Kimisi sosyal adalet duygusuyla sosyalizme gönül vermişti, kimisi İslâm irfanının peşindeydi, kimisi ‘ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz asla’ diyordu, kimisi, memleketini, kadınları ve özgürlüğü çok sevdiğini söylüyordu. Ufukları bu denli dar, bu kadar buyurgan ve farklı düşünenlere karşı alabildiğine hoşgörüsüz başka bir iktidar olmuş mudur bilmiyorum. Geride o kadar çok gözü yaşlı, örselenmiş, yaralanmış ve acı çeken evlat bırakan başka bir ‘devlet baba’dan söz edilebilir mi? Oysa bütün bunlar, ‘uygar, hürriyetçi, halkçı ve cumhur’dan yana bir toplumsal düzen’ uğruna yapılıyordu...”
Hidayet Şefkatli Tuksal: Ahmet Altan suçluysa, o davalara sahip çıkan siyasiler niye dışarıda geziyor?
Bu sözler, Sadık Yalsızuçanlar’ın 2011 yılında yayınlanan Cumhuriyetin Gözü Yaşlı Çocukları kitabının arka kapağındaki tanıtım yazısından bir alıntı. “Cumhuriyetin Gözü Yaşlı Çocukları” kitap başlığı olmadan önce 2007 yılının Cumhuriyet bayramında Genç Siviller tarafından düzenlenen bir etkinlikti. Ben de, sanırım Yıldıray Oğur’un dâvetiyle, o dönemin mağdurlarından Nezihe Muhittin konusunda bir sunumla katılmıştım. Hem kendi sunumuma hazırlanırken (ki Yaprak Zihnioğlu’nun Kadınsız İnkılâp kitabından yararlanmıştım), hem de dinlediğim başka sunumlardan çok şey öğrenmiştim. Ömrüm boyunca idrak ettiğim Cumhuriyet bayramlarının en anlamlısıydı; böyle hissetmiştim ağlamaktan kızaran gözlerimi silerken.
Bugün başka bir niyetle yazmaya oturmuşken, o günü hatırladım, 29 Ekim 2007’yi. Kim vardı, kimleri konuşmuştuk diye internette gezinirken işte bu kitaba rastladım. Yukarıdaki alıntıyı yaptığım yerde “Türk Kafka’sı” olarak takdim edilen Sadık Yalsızuçanlar şöyle başlamıştı kitabına:
“29 Ekim 2007 Pazartesi günü, Genç Sivillerin Bilgi Üniversitesinde düzenlediği ‘Cumhuriyetin Gözü Yaşlı Çocukları’ etkinliğinde Adnan Menderes’ten Seyyit Rıza’ya, Nazım Hikmet’ten Aziz Nesin’e, Bediüzzaman’dan Ahmed Arif’e onlarca bilge, aydın ve şaire dil olmaya çalıştık.
“Gün boyu bir ‘sivil Cumhuriyet’ sınıfının panosunda elliye yakın mağdur ve mazlum değer resm-i geçit yaptı. Bunlar bilinen ve ünlenmiş mazlumlar. Geride bilinmeyen yüz binlerce belki milyonu baliğ mazlum var. Sadece Dersim’de altmış bin insan ölmüş. Onlarca kalkışmanın ardından yüz binlerce beden toprağa karılmış, darağacında sallanmış veya mazgalların ardına tıkılmış.
“Adnan Menderes’i anlatan Murat Belge haklı ve ironik biçimde sordu: “Dünyanın demokratik ülkelerinin hiç birinde tek büyük adam ve tek heykel yoktur. Mutlaka birden fazla büyük adam vardır. Ama bizim ülkemizde, tek büyük adam vardır ve başka büyük adamlar hep haindir!” Dînî rehberleri, bilgeleri ve âlimleri bir yana bırakalım, şairlere yaptıklarımızı düşünelim sadece. Ya hapsettik, ya idam ettik, ya fâili meçhulle yok ettik bu değerleri.”
Ve yazarımız, Âfet İnan’ın Hatıralar ve Belgeler kitabına dayanarak, yeni rejimin edebiyatçılara yönelik talimatlarından ve zulmünden bahsettikten sonra devam eder:
“Buna yol açan veya imkân veren bir Cumhuriyet’in sorunlarının alabildiğine derinleştiği, kronikleştiği ve giderek onlarca çözümsüz alan ürettiği kavurucu bir daralmanın içinden geçiyoruz. Müslüman dindarların, Kürtlerin, gayr-i Müslim kökenli vatandaşların, sayısı bir elin parmaklarını geçmese de özgürlükçü, adalet duygusu güçlü, hukuk devleti anlayışını önde tutan ve onurlu bilim adamlarının, gazetecilerin, egemen sistemin nosyonlarına itiraz eden, eleştiren, sorgulayan düşünce ve sanat insanlarının lanetlendiği bir akıl tutulması süreci bu.”
Ve Kafka’mız, Bediüzzaman’ın bir savunmasından uzun bir alıntı yaptıktan, Sokrates’in savunmasındaki bir inceliğe değindikten sonra, kitabın önsözünü şöyle sonlandırıyor:
“Elli yedi yıl önce bugün ‘insan hakları bildirgesi’ne imza koyan devletimiz, umarım bir gün hem ‘insan hakları bildirgesi’nin muharriri kim?’ diye sorabilir ve hem de en şerefli varlık olarak yaratılan insanın onuruna yaraşır bir hukuk düzeninin, bir bilim, sanat ve düşünce dünyasının kapılarını aralayabilir.”
Vallahi ne yalan söyleyeyim, şu naklettiğim satırlar, bana hem bir asır kadar uzak geliyor, hem de bugün kadar yakın.
Biz o günlerde, bunları demokratik vizyonu içinde konuşabildiğimiz AK Parti’yi gerçekten çok sevmiştik.
Bu yazı serbestiyet.com'dan alınmıştır