14 Haziran 2017 20:40
TBMM Anayasa ve Adalet komisyonlarının üyelerinden kurulu Karma Komisyon, HDP Van Milletvekili Tuğba Hezer Öztürk'ün "devamsızlık nedeniyle" milletvekilliğinin düşürülmesi yönünde oy çokluğu ile karar verdi.
Meclis Karma Komisyonu’nun aldığı bu karar Meclis Genel Kurulu’na oylanacak.
HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in, Tuğba Hezer Öztürk’ün durumunu gündeme alan Anayasa – Adalet Karma Komisyonu’nda yaptığı savunma şöyle:
Bütün bu olagelen uygulamaların bir siyasi öç alma ya da siyaseten imha etme amacıyla yapıldığını düşünüyoruz. Dolayısıyla bu savunmanın genel içeriği siyasi bir değerlendirme olacaktır.
Neredeyse 3 dönemdir Meclis Başkanlık Divanı üyesi olarak sorumluluk üstleniyorum. Geçmiş iki dönemde Başkanlık Divanı toplanır, kendi gündemini tükettikten sonra mazeret ve izin dilekçeleri topluca kabul edilirdi. Daha sonra çözüm süreci olarak adlandırdığımız sürecin akamete uğraması, HDP’nin oy çeperini yüzde 100 genişleterek Mecliste güçlü bir temsiliyet bulması, iktidar partisinin milletvekili sayısının azalması sonucunu doğurması HDP’ye siyasi yönelim, kriminalize etme ve kamu psikolojisi aygıtlarıyla HDP’ye yüklenme sonucunu doğurdu.
İki milletvekilimizin yurt dışında oldukları bilgisi ve haklarında yakalama kararı olduğu tespit edilince, onların devamsızlık yoluyla Meclis’ten tasfiye edilmesi siyasi karar olarak alındı. Bu gündeme geldiğinde Başkanlık Divanında tartışıldı. Böyle bir devamsızlık çetelesinin tutulabilmesi için bir uygulama birliğinin gerçekleşmesi zaruretine işaret ettik. Tüm birleşimlerin elektronik yoklamayla açılması ve hal böyle olunca eşitler arası ilişkiyi göz etmek ve eşitlik ilkesinin bizatihi gözetilmesi ve hiçbir milletvekili aleyhinde durum oluşmaması için bunu talep ettik.
Daha önce Başkanlık Divanı devam meselesinde daha titiz davranacağını karar altına almıştı. Bizim ve CHP’nin muhalefet şerhi vardı. Bizim şerhimizin özü devam meselesinin kendisi değil, devam meselesinin adalet zemininde uygulanmasına ilişkindi. Bu yapılmadı, şöyle bir tutum izlendi: Eğer müşahade yoluyla oturum açılmışsa bütün milletvekillerinin var sayılması gibi bir netice doğdu. Fakat Meclis iki milletvekilimiz için ekstra dedektiflik gayreti içine girdi. Kaynağı meçhul, kuşkulu gazete haberleri ile -ki birçoğu psikolojik harp mahsulü haberler- vekillerin aslında nerede olduklarına dair üzerlerine vazife olmayan içerikler ürettiler.
Başkanlık divanının bütün üyelerine sordum ve buradaki haziruna da sormak istiyorum, hakkaniyet ve eşitlik söz konusu olacaksa sormak istiyorum: Sayın Ahmet Davutoğlu iki kritik oylama ve güven oylaması hariç bu meclisi bir tek gün şereflendirmedi. Fakat Başkanlık Divanı bir tetkik komisyonu kurdu bu komisyonda da ben vardım. Bunu hakkaniyet ve eşitlik bakımından öğrenmek istedim, Sayın Davutoğlu meğer tüm bu süreçte sadece bir gün katılmamış gözüküyor. Başbakanlığı bıraktıktan bugüne kadar geçen sürede meğer sadece bir gün katılmamış ona da itiraz etmiş. Peki, Sayın Davutoğlu yalan mı söylüyor, haşa. Bu sonucu doğuran şey müşahade yoluyla oturum açıldığında herkesin var sayılması gerçekliğidir. Sadece o değil birçok arkadaşımızın olmadığı hepimizin malumu. Dolayısıyla hakkaniyet bakımından malul bir uygulamayla karşı karşıyayız.
İkinci husus şu: Meclis İç Tüzüğünde olmamasına rağmen Başkanlık Divanı Kararıyla bu Meclisin yüzde 12.8’i oturumlardan vareste. Kim bunar: Başkanlık Divanı Üyeleri; 5 kişi, Grup Başkanvekilleri, Parti Genel Başkanları, Grup Başkanları, genel merkez yöneticileri. Bunlar yoklamayla sorumlu değiller, devam zorunlulukları yok. Yaklaşık 60 kişiye tekabül ediyor ve bununla da sınırlı değil. Dönem içinde kurulan geçici komisyonların tüm üyeleri de yoklamalardan o komisyonun görevi bitene kadar muaftır. Mesela Anayasa Yazım Komisyonu üyeleri 24. Dönemde Meclis’e devam zorunluluğundan vareste tutulmuşlardır. Tüm bunlarla beraber Meclis’e devam zorunluluğu olmayan üye oranı % 25’in üzerine çıkmaktadır. Bu gerçeklik Meclis’teki her 4 vekilden birisinin böyle bir devamla sorumlu olmadığını gösteriyor. Şu çarpıklığa dikkatinizi çekmek istiyorum. Sayın Tuğba Hezer Öztürk eğer partimizin genel başkan yardımcısı olsaydı bugün bu toplantıyı yapmıyor olacaktık. Ya da katip üye, idare amiri olsaydı bu toplantıyı yapmıyor olacaktı. Baştan itibaren böylesi defolara sahip bir olguyla karşı karşıyayız.
Meclis bir ilkokul mudur, orta okul mudur, lise midir. Gençlik yıllarını hatırlarsınız bazı özel alanlar dışında üniversite devam mecburiyet olmayan alanlardı. Neden kaytarmak için mi? Hayır. Bilimsel araştırma, üniversite dışı kaynaklardan faydalanma gibi çok boyutu vardır. Parlamento da böyledir. Bir parlamenter hayatın herhangi bir alanında çalışabilir, yoğunluğunu Genel Kurul alanı yerine oraya kaydırabilir. Farz edelim ki bunu istismar etti. En fazla kınanabilir, eleştirilebilir. O halk, o seçim sistemiyle kendisini temsil yetkisiyle ruhsatlandırmıştır. Bunun dışındaki her şey vekil üzerinde idari tasarrufta bulunmak gibi bir kapı açar.
Vekilimizin yurt dışında görevlendirilmiş olduğunun bilgisi kendisi ve partimizin ilgili kurumları tarafından verilmiştir. Bizim yurt dışındaki yurttaşlarımız seçimlerde oy kullanıyorlar mı? O zaman yurt dışı her siyasal parti için doğal çalışma alanlarından birisidir. Burada da partimiz genel merkezimiz içinde Sayın Öztürk’ün de olduğu arkadaşlarımızı yurt dışında değişik mecralarda siyasal çalışma yapmak üzere görevlendirmiştir. Bizim çalışma programımızda bu görevlendirme ağırlıklı bir yer teşkil etmektedir. Semeresi de yurt dışından gelen oyların dağılımına bakıldığında görülebilir.
Sosyal güvenlik yasaları bakımından Meclis vekillere diğer parlamenter olmayan çalışanlardan esirgediği bir imtiyazı vermiştir. Herhangi bir kamu hizmeti olan bir yurttaş geçmişe dönük sınırlı ve tarifli sürelerle borçlanabilir. Askerlik süresini, doğum sürelerini borçlanabilir. Fakat milletvekiliyseniz geriye dönük 15 yıl sadece beyanınızla sosyal güvenlik priminizi cari miktar üzerinden gecikme faizi içermeksizin yatırıp gecikme hanenize 15 yıl ekleyebilirsiniz. Sıradan yurttaşlar için bu süre 5 yıldır. Sıradan yurttaştan esirgediğimiz bu hak, milletvekili için 15 yıldır. Sıradan bir yurttaş bu hak tespiti için Ağustos ayında kar getirmek zorunda bırakılır. O kadar zora koşulur, didik didik edilir. Oysa milletvekili sadece “Şurada çalışmış idim” dediği an prosedür tamamlanmış olur. Vekil beyanı esastır. Yani burada halkın iradesine en üst düzeyde temsil eden temsilcisinin yalan söyleyebileceğini varsaymamıştır. Gayretkeşlik ve dedektiflik şurada başlıyor; sosyal güvenlik mevzuatında çok belirleyici olan bir şeyde vekili araştırmaktan imtina eden yasa koyucu bu vekilin beyanına, Faysal Sarıyıldız’ın hastane raporuna dedektiflik etmeye soyunmuştur. Tuğba Hezer Öztürk için de Facebook etkinliklerinden özel bir mesai ile derlenerek, özel bir kadroyla özel bir zaman ayrılarak ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Bütün bunlar, bu soruşturmanın, bu işlemin siyasi bir saikle yürütülmekte olduğuna işaret ediyor. “Vekil beyanı esastır” belirlemesini yok saymaya kapı açar ve bunun kimin ayağına dolaşacağını tahmin bile edemezsiniz. Şunu aralamış olursunuz: Eğer sen parlamentoda sayısal çoğunluğun sahibiysen tüm vekillerin üzerinde yasal olmayan bir kılıç gibi sallayabilir, siyasi saiklerle kullanabilirsin. Oysa dokunulmazlık kavramının kendisi halk temsilcilerinin siyasi iktidarın tasarrufuna maruz kalmadan, anayasal görevlerini hiçbir kaygı taşımadan, kesintisiz yapabilmeleri içindir. Burada bu yok sayılıyor. Dokunulmazlık salt yargılama prosedürlerini kapsamaz. Vekili idarenin tasarrufundan beri tutmak içindir.
Devamsızlık meselesi dokunulmazlıkların kaldırılması furyasının devamı olarak gerçekleşti. Dokunulmazlıkların kaldırılması bahsinde genel uygulama şu idi: Adı geçen vekil hakkında yargılama sürecinin tüm prosedürüyle çalışması için dönem sonuna kadar dokunulmazlığı kaldırılırdı. Bu, yargılamanın bütün tasarruflarını o vekil hakkında uygulama olanağını veriyordu. Fakat burada dokunulmazlık bir bariyerdi o bariyer kaldırıldı tüm dosyalar bu tarafa alındı son dosya geçince bariyer tekrar indirildi. Bütün vekiller hakkında fezleke olanlar da dahil o saatten sonra tekrar dokunulmazlık zırhını kuşandı. Ama bekleyen fezlekelerle ilgili yargılamanın önü açıldı. Ben yargılandığım tüm davalarda mahkeme heyetine şunu söylüyorum, “bu Anayasaya aykırı, eksik bir işlemdir. Hali hazır kaldırılma biçimi, geçici bir maddeyle kaldırmadır ve bizi ancak bir zaman makinesi icat edip geçmişte yargılayabilme hakkını verir. Çünkü bariyer indirildi ve şu an karşınızda dokunulmazlığı olan bir vekil var. Evimi, aracımı, üzerimi arayamazsınız, zorla götüremezsiniz. Şu an mahkemede küfür etsem beni yargılayamazsınız.”
HDP’ye karşı siyasi imha operasyonu olduğu belirlememize başta şu anda divanda oturan arkadaşlarımız, ‘bu herkes içindir’ diyerek karşı çıkmıştı. Ama gördük ki sadece HDP’li vekillere dönük bir uygulamaydı.
CHP’li arkadaşlar tutuklanma olmayacağı sözünü almışlar ve bunu beyan etmişlerdi. Tıpkı Alman faşizminde olduğu gibi sıra onlara geldiğinde itiraz edecek kimse kalmadı. ‘Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz’ sözünün nerelere geldiğini pek çok CHP’li arkadaş düşünmüştür.
Bu savunma değildir. Biz bu yaptıklarımızı yapmazsak kendimize ihanet, halklarımıza saygısızlık ve hakkı gücendirmek gibi ancak kendimize uygulayabileceğimiz yaptırımlarla malul oluruz. Bunun için bunu reddediyoruz.
Türkiye’de cumhuriyet zannedildiği gibi savaş meydanlarında kurulmamıştır. Evet, savaş meydanları önemlidir, verilen mücadele önemlidir. Ama rejim dediğimiz şeyin formu Cumhuriyet tarihinde hep mahkemeler eliyle kurgulanmış, dönüştürülmüş, yıkılmıştır. Ta İstiklal Mahkemelerinden sıkıyönetim mahkemelerine darbe mahkemelerinden Devlet Güvenlik Mahkemelerine, özel yetkili mahkemelerle bu ülkede muhalefet olanlar ya da statükonun dışında kalanlar hep hizaya getirilmek istenmiştir. Tarihin özeti budur. Bu bir garabet değil midir? Niye biz Cumhuriyet kurulduğundan beri hep birlik ve beraberliğe ihtiyaç hissediyoruz.
Yanlış kullanılan bir kavram var “yargı siyasallaştı” diye, siyaset yargısallaştı aslında. Son zamanda mutlak bir hiyereaşik ilişki şekline dönüştü. Yargılama iki aşamalıdır, iki sonuçludur; ya kazanırsınız ya kaybedersiniz. Oysa toplumsal meselelerde kazanmak ve kaybetmenin dışında bir uzlaşmak ihtiyacı vardır. Bir bilge kişinin de dediği gibi siyaset mağdur üretmeden kazanma sanatıdır. Yargılama tarihsizdir, tabiri caizse her yargılamada maç yeniden başlar. Yani daha önceden cinayet işemiş olmam yeni yargılanacağım davada suçlu olacağım anlamına gelmez, yani tarihsizdir. Siyaset ise tarihlidir. Geçmişte gerçekleşen uzlaşmalar, kesişmeler, dengeler, mutabakatlar, muhalefet gözetilerek yapılır. Siyaset yargısallaşırsa başka vahim sonuçlara kapı açar.
Bu tasarrufun tamamen siyasi saiklerle ele alınmış olma gerçekliğinden hareketle siyasi olarak ne oldu da böyle olduğuna dair birkaç tespit yapmak istiyorum. Cumhuriyet imkanlarla zaruretlerin kesiştiği noktadır. Dönemin zorlukları Osmanlı’dan kalan bakiye için bu topraklarda bize yaklaşık 100 yıllık zaman kazandırdı. Biz bu bakiyeyi elde tutmanın, buradan yeni bir ülke inşa etmenin yolunu, ‘biz’ kavramı ile sağlayabildik. 1921 anayasası bunun en iyi okunabileceği metinlerden birisiydı. Fakat daha sonra bu ulus devlet inşa sürecinde bu ‘biz’ kavramı tek’e indi. Çok bilim dışı bir biçimde Cumhuriyeti kuran unsurların geri kalanı bir zenginlik ya da bir renk statüsüne indirgendi. 1921 Anayasasından farklı olarak biz kendimizi anapara zenginlik dediğimizde geri kalan bütün halkları da bunu faizi gibi gören anlayış içinde bulduk. Renk, etle tırnak gibi manikürcü pedikürcü kavramlarından medet ummaya başladık. Oysa eşitlik, özgürlük, kendisi olarak kalabilme, kendisi olarak yaşayabilme ve kendisini ifade edebilme hürriyeti hikayenin kalbiydi. Bu alan daraltıldı ve Türk Sünni ve ve erkek üçgenine sıkıştı. Bunların dışında kalanlar kendileri olarak yaşayamadılar. Zaman zaman çok trajik acıların yaşandığı süreçleri hep birlikte yaşadık. Kürt meselesi de bu meselelerden biridir. Yok sayılamayacak bir giriftlikte ve artık baskıyla, zorla sürdürülemeyecek bir hal almış durumda. Şiddet bu meselenin sadece bir boyutu. Dersim Katliamı, Şeyh Sait Ayaklanması, Diyarbakır Cezaevinde yaşananlar yok sayılarak Kürt meselesi salt bir güvenlik meselesi gibi ele alındı. Yaralı, eksik bir tespitle bu durum sürdürülmeye çalışıldı.
Müzakere sürecinin her aşamasında yer aldım. Bütün konuşmaların ya başlangıcında ya bitiminde değişmeyen bir cümlem vardı; dönemin yetkilileri, kabine üyeleri, bürokratlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları; herhangi birisi bu vekilin söylediği yalandır, eksiktir, abartıdır’ değerlendirmesinde bulunmaları halinde özür dileyeceğimi ve kanıt istemeyeceğini söyledim. Dile getirdiğimiz şey hakikatlerdir. Bu süreç bir aymazlık, ihanet olarak itham edildi. Bunlar gerçeklikten uzaktı. Gerçeklik şu kadar basitti, zaten çatışma olduğu için görüşüyorduk.
Dönemin siyasi iradesi MGK’da bir devlet politikası haline getirmiştir çözüm sürecini. Çözüm çerçeve yasası çıkana kadar İmralı ve Kandil’le görüşmenin yasal alt yapısı oluşturuldu. Gerekiyorsa canlarımız dahil, siyasi geleceğimiz dahil hiçbir şeyin önemi yoktur diyerek yola çıktık. Yeter ki barışı hiç değilse çatışmasızlığı sağlayalım diyerek bu meseleyi siyasal bir mesele olarak önümüze koyduk.
Bir kısmı yansıyan İmralı tutanaklarında da görüleceği üzere Sayın Öcalan tarafından darbe mekaniği kavramsallaştırılmış ve uyarı yapılmıştır. Bakın “Bu, çözümü sabote edecek” diyerek uyarıcı olmuştur. Bizim pozisyonumuz da hiçbir zaman yerli yerince değerlendirilememiştir.
Ceylanpınar olayından önce önemli gelişmeler olmuştur. Bunlardan biri 6-8 Ekim olayları ve buna yol açan süreçtir. Dönemin kabine üyeleri Rojava meselesine bir duyarlılık, sahiplenme temelinde yaklaşım gösterme sözü verdiler. Bu söz sürecin o gün başladığı noktadan o güne kadar güven ortamı bir gün olsun tesis edilemedi. Rojava’daki oluşumun Türkiye’ye hasımane bir tutum içinde olmayacağı; tersine kardeşlik, eşitlik temelinde bir ilişkiyi baz aldığı ısrarla beyan edildi. Hükümet nezdinde Rojava’ya yönelik böyle bir tutum en başta benimsemiş olsa da sonra bu söz yerine getirilmedi. Vaadedilen şey öyle spekülatif bir şey değildi. İnsani yardım boyutundaydı. Erdoğan, Obama’nın telefonu üzerine Barzani kuvvetleri tarafından sağlanan koordinasyon ve destek söz verilip yapılamadığı için bölgede gerilim meydana geldi.
6-8 Ekim meselesinde kabine üyeleri bizi çağırdı, Efkan Ala, İdris Baluken, Pervin Buldan, ben ve diğer görevliler yaklaşık 28 saatlik bir koordinasyonla yeniden savaş koşullarına geçilmesinin önünü almaya çalıştık. Bu ülkede daha sonra darbe sorumlusu olarak tutuklanacak ve şu anda generalinden albayına kadar herkes bu işin sulhle neticelenmesi önünde engelleyici tutum aldılar. Biz siyasi iradenin, hükümetin aczini gördük, yetemediler. Devlet dışı oluşumlar, paramiliter unsurlar kendi bildiği ne ise onu işletti. Sayın Ala bu süreci teyit edecektir. Akabinde sükuneti sağladık ve birbirimize büyük bir badirenin eşiğinden döndüğümüzü ve barışa dönük daha fazla çaba içinde olmalıyız dedik sadece 2-3 saat sonra Bingöl’de Emniyet Müdürü ve yardımcıları suikaste maruz kaldı. Bu süreci bitirecek bir işti. Hepimizi umutsuzluk duygusu sardı. Biz KCK ile ilişkiye geçtik, bunun ne olduğunu sorduk, ‘Bunun bizimle uzak yakın bir ilişkisi yok. Biz hatalı eylemlerimizi bile üstlenip hesabını veriyoruz’. dediler. Sayın Başbakan suikastın PKK tarafından düzenlendiğini, faillerinin yakalandığını, bir kısmının infaz edildiğini, bir kısmının kaçtığını açıklamıştı. Sayın bakana dedik ki güvendiğiniz birini gönderin meselenin hakikati neyse onu bulsun. Olayın PKK dışı kaynaklar, güçler tarafından yapıldığını bize izah ettiler, kaçtı denilen şoför geldi, teslim oldu. Silahların onlarla ilgisi olmadığı hatta o olayda kullanılmadığı gibi bir sürü gerçek ortaya çıktı ancak geçiştirildi. Türkiye halkları bu konuda bilgilendirilmedi.
Barışa dönük toplumsal talep böyle böyle zayıflatıldı. Hükümetin bu gerçekleri bilmesine rağmen paylaşmaması meselenin hızla savaş paradigmasına evrilmesine yol açtı. Ceylanpınar hadisesinde de ifade edilenlerin gerçekle ilgisi olmadığı bugün gün gibi ortada duruyor.
Hükümetin kendi siyasi güvenliği, siyasi ikbali ve can güvenliği sıkıntıya girince bilindik 40 yıllık ezbere sığınıldı. O da şuydu terör, şiddet, Kürt denilince hizalanmayacak çok az insan vardı. Bu bilindik ezbere sığınıldı ve bugüne geldik. Şiddet provokasyon barış görüşmelerini bitirmenin değil sürdürmenin gerekçesi olmalıydı. Sivil demokratik siyasete inanan insanlar ve kamuoyu bu meseleye yeterince sahip çıkamadık ve bugüne geldik.
HDP’nin siyasi temsilcilerine itham edilenlerin hiçbirinin gerekçe olmadığı mahkeme iddianamelerinde ortaya çıktı. Şiddet, şiddete aracılık, şiddeti organize etme; hiçbiri iddianame içeriğinde yok. Dokunulmazlıkların kaldırılmasından önce söylenenlerin hiçbiri yok. Tümü propaganda mahiyetinde. Bu kadar çok “propaganda yaptığına göre olsa olsa örgüt üyesidir” diye soğuk savaş yorumlarıyla dolu iddianameler söz konusu.
Bu memleketin 3’te birinde seçim sonuçları iptal edildi, halk iradesi gasp edildi: belediyelere kayyum atandı. Bir belediye hariç bütün DBP’li belediyelere kayyum atandı. Ondan önce bunlar terör örgütüne kaynak aktarıyor dendi, bunlar PKK’lilere maaş veriyorlar dendi, bunlar şiddete yardım ediyorlar dendi, dendi ha dendi. Fakat gözaltına alınan ve tutuklananlar arasında hazırlanan hiçbir iddianamede bu iddialar yer almadı.
Demokratik teamülden uzak, iktidara laf söylemenin mahkum edildiği günlerden geçiyoruz. Gerçeklik ve siyaset böyle bir şey değil. Bu ülke binlerce yıllık bir yönetim birlikte yaşama hukuku konusunda bu kadar birikimi olan halkları, toprakları getirip bir siyasal kavimin beka sorununun bu toprakların sorunu haline getirmek Türklüğe de Kürtlüğe de hakarettir. Hasım değil hısım olmanın imkan ve şartlarını aramak gerekti.
Bugün belki savaş paradigması bir manivela olabilir. Ebu Kelam Azad; kendisi tarihi bakımından hakkı yenmiş bir şahsiyettir. Hindistan’ın İngiliz sömürgeciliğinden kurtuluşunda ‘Biz İngiliz’e karşı Hindularla ortak mücadele etmeliyiz’ diyen bir İslam mücahidiydi. Ebu Kelam Azad onun lakabıdır. Sömürge mahkemesinde yargılanırken, ‘biz terk-i muvalat ettik’ demiştir. Dostluğu ve sevgiyi terk etmişlerdir. Çünkü bir dosta ya da bir sevgiliye layık olmayan ya da onunla aynı kaba girmeyecek bir muameleye maruz kaldılar. Bir halkın tümü -bu hafriyattan rant uman insanlar hariç - bu savaş paradigmasının mağduru ve zarar göreni oldu. Cenazeleri yerlerde kaldı, çocuklarının cesedini buzlukta sakladılar, Şırnak haritadan silindi. Gelinen nokta bu. Terk - i muvalatla ifade edilecek bir ruh hali söz konusu.
Barış süreci ortak yaşam ve insanların haysiyetini temin etme meselesiydi. Siz bir de onların seçilmiş siyasi temsilcilerini hapsedeceksiniz, bütün belediyelerini gasp edeceksiniz Her fırsatta halk iradesini kutsayan anlayış bir coğrafyanın tümünde halkın iradesini yok sayacak. Burada da seçilmiş temsilcileri ilkokul talebesi gibi devamsızlıkla vekillikten düşürmeye kalkacaksınız.
Oyladığımız basit bir devam devamsızlık meselesi değil. Tam da yol ayrımındayız. Teknik, hukuki, siyasi cephesini anlatmaya çalıştım. Bütün siyasal parti temsilcilerinden ve tüm milletvekili arkadaşlardan halk iradesi, halkın ruhsatı meselesini dar tasarruflarla sağa sola çekilmemesi hususunda öz saygılarıyla tercihlerini yapmalarını istiyoruz. Düşürülecek olan sadece vekillikler değildir. Milletvekillerimiz vekilliği bir statü bir meslek olarak görmemektedirler. Bundan zarar görecek olan ortak gelecek umudumuzdur ve terk-i muvalat duygusunun güçlenmesi ile sonuçlanacaktır. Tercihlerinizi buna göre yapın.
Bu kararın bizim nezdimizde düşümle sonuçlanması, murad edilen fayda her neyse ona yaramayacak. Bununla burnumuz sürtülmüş, haddimizi bildirilmiş olmayacak ama aksi bir karar bu parlamentonun saygınlığını, özgünlüğünü, özgürlüğünü tescil etmesi hasebiyle inanç tazelenmesi ile sonuçlanacaktır.
© Tüm hakları saklıdır.