28 Eylül 2015 12:13
HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu'nun, Özgür Gündem’deki yazısında kendisini Polyannacılık yapmakla suçlamasına, "Memlekette bunca Frankeştayn varken birkaç tane de Polyanna olsun. Zararı olmaz, halka moral verir" yanıtını verdi.
"HDP olarak bu seçimlerin yapılması birinci hedefimiz" diyen Tan, "İktidarın hilesini hurdasını, anayasayı zorlama girişimlerini, hepsini görüyoruz. Fakat bunları gerekçe gösterip seçimleri boykot etmek de mümkün değil" ifadesini kullandı.
Babası Bedii Tan'a dışkı yedirilerek öldürüldüğünde üniversiteyi yeni bitiren Altan Tan, “Öfkeli Kürt gençlerini tutamıyoruz” gibi sözleri benimsemediğini ifade etti. Tan, “Yakarak, yıkarak, memleketi birbirine katarak, öldürerek değil, hep birlikte yeni bir demokratik Türkiye kurarak çözüme gideriz” dedi.
Diyarbakır Cezaevi tanıklıklarının da anlatıldığı T24 yazarı Hasan Cemal’in Kürtler kitabında Bedii Tan'ın nasıl öldüğü şöyle anlatılıyor:
“Ramazan, 1982’nin temmuz ayı. Oruç tutmak serbest dediler... Bedii Tan oruç tuttu. Bedii’nin orucunun farkına vardılar... Kanalizasyon kapağını kaldırdılar, avuçla pislik yedirdiler. Bedii Tan ishal oldu. Çok hastalandı... Koğuş kapısının önünde, buz kalıbı gibi betonun üstüne düştü... Yerde yatıyordu. Bir er ve bir çavuş gardiyan geldi, koğuşa girdiler. Yerde yatan Bedii Bey’in karnına bastılar. Bağırsakları ve böbreği patladı Bedii Bey’in... Bedii Tan öldü, 50 yaşındaydı.”
Cumhuriyet'ten Selin Ongun'un sorularını yanıtlayan (28 Eylül 2015) Altan Tan'ın açıklamaları özetle şöyle:
- Mustafa Karasu, Özgür Gündem’deki yazısında sizi Polyannacılık yapmakla eleştiriyor, hatta ‘barışçıl’ çağrılarınızla HDP’nin tasfiye sürecini açtığınızı iddia ediyor...
Bir ironi ile başlayalım öyle ise. Memlekette bunca Frankeştayn varken birkaç tane de Polyanna olsun. Zararı olmaz, halka moral verir. Meselenin hayati kısmına gelince şu sorulara net olarak cevap lazım. 1) Kürtler, Türkiye’de ve Ortadoğu’da Türklerle birlikte bir gelecek mi kuracak yoksa kavga ederek, yakıp yıkarak ayrılacak mı? 2) Eğer birlikte yaşanacaksa bu mücadele, demokratik yollarla yani “güzellikle” mi yoksa şiddetle ve kavgayla mı olacak? 3) Avrupa Birliği ve Batı bloku içinde bir Türkiye ve Ortadoğu mu yoksa İran- Rusya ekseninde bir Ortadoğu mu tasarlayacağız?
- HDP’nin bu üç soruya yanıtı nedir?
Kürtler, Türk halkıyla birlikte, yüzü Avrupa Birliği’ne dönük, kendi geçmişini de koruyan, Ortadoğu’daki halklarla dost, demokratik bir Türkiye inşa edecektir.
- Bir de şöyle soralım: HDP’nin kafası bu konuda firesiz net mi sizce?
Bana göre nettir. Sayın Öcalan da böyle düşündüğünü 21 Mart 2013’teki mektubunda yazmıştır. Geldiğimiz nokta itibari ile bu mücadele de demokratik, sivil ve fikri olmalıdır.
- Kandil aynı zihniyette mi?
Kandil’dekilerin önemli bir kısmı bu şekilde düşünüyor. Tabii böyle düşünmeyenler de vardır.
- “Ayrılıkçılık yok, AB standartlarında demokrasi istiyoruz. Partimiz bu konuda net. Öcalan da 21 Mart 2013’teki kriterleri ile bunu açıkça ortaya koymuştur” diyorsunuz.
Evet, öyle.
- Fakat HDP’den ne zaman bu ses yükselse, Kandil’den sert demeçler geliyor. Bunun adı nedir?
Bunun uzun bir adı var. Dünyanın birçok yerinde Kürt siyasal hareketine benzeyen hareketler vardır. Ve bu tip hareketler isyanla yani silahla başlar, sonra siyasallaşmaya “legalleşmeye”, kurumsallaşmaya gider. Elinde silah olan siyasallaşmayı çok kolay yapamaz. Dünyadaki tüm örneklerde bu böyledir. Çok uzağa gitmeyelim; daha 2007 yılında Yaşar Büyükanıt, Tayyip Erdoğan’a muhtıra vermiştir. Erdoğan başörtülü eşini alıp Gülhane Askeri Hastanesi’ne girememiştir. Yine eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başörtülü eşiyle birkaç yıl Çankaya’da oturamamıştır. Türkiye siyaseti üzerindeki askeri vesayet bile henüz bitmiş değildir. Kürt siyasal hareketinde de siyasallaşma, demokratik mücadele bir zaman ve süreç işidir. Ha bu iş bin sene de sürmez.
- Kürt siyasi hareketi üzerindeki askeri vesayetin kalkması için nasıl bir takvim öngörüyorsunuz?
Takvim çok net. 1) Sayın Öcalan’ın üzerindeki ambargo kalksın. Fikirlerini açıkça ifade edebileceği ortama kavuşsun. 2) Devlet, Kandil ve İmralı’yla ne konuşuyorsa bunları olabildiğince şeffaf yapsın.
- Bunlar, Kürt siyasetinin üzerindeki askeri vesayeti kırmaya yeter mi?
Önemli oranda rahatlatır. Bunun bir adım sonrası o meşhur sözle, düz ovada siyasettir. Kandil’dekiler de gelip Diyarbakır’dan, Urfa’dan, İstanbul’dan aday olsunlar, parti kursunlar, partilerini yönetsinler. İstediğimiz bu arkadaşların fiilen siyaset yapmalarını sağlamaktır. Fiilen siyaset yapıldığında aracısız, tefecisiz, komisyoncusuz sözler ve politikalar gerçek aktörler tarafından halkın önüne konulursa bu siyasallaşma sağlanır. Silahın bir anlamı kalmaz. Az önce örnek verdim; Türkiye Cumhuriyeti bunu 90 senedir başaramadı. Bu bir süreçtir ve biz bu sürecin hızlandırılmasını istiyoruz. Biz Kandil’in, İmralı’nın vekâletini alalım, onların rolünü kapalım, siz orada kalın, biz “malı götürelim” gibi bir hesap içinde değiliz. Herkes gelsin siyasette kendi “malını” pazarlasın.
- HDP’nin siyasi başarısı neden Kandil’de alerji yaratıyor?
Ben alerji olduğunu düşünmüyorum. Buradan şuraya varmak da istemiyorum; her şey sütliman, balım gülüm değil. Şunu söylüyorum; doğal süreçler, doğal enfeksiyonlar, doğal insani refleksler vardır. Bunları kaşıyıp kanatarak Kandil- İmralı-HDP üçgenine kıymıklar sokarak demokratik çözüme ulaşılmaz. Söyleyeceklerim birilerini çok kızdırabilir. Bugün PKK kayıtsız şartsız silah bıraksa, Kandil bütün elemanları ve silahlarıyla gelip Habur Sınır Kapısı’ndan giriş yapsa bile Türkiye Cumhuriyeti devleti çözüme hazır değil.
- Vatandaş hazır mı?
Vatandaş hazır, devlet vatandaşı bahane ediyor. Kapalı kapıların ardında Türk siyasetçileri ne diyordu: “Efendim aslında biz anadilde eğitime de evet diyoruz. Öcalan’ı da dışarı çıkarmak istiyoruz. Ama her yer Diyarbakır değil, Sinop var, Çorum var.” Siyasetçilerin görevi halkı ikna etmek. İran-Irak savaşında, Humeyni çıktı, “Saddam’la barışmak bir bardak zehirdir, ben bu zehri içiyorum” dedi. De Gaulle bitmez denilen Cezayir savaşını bitirdi. Bir iç savaşın ardından Bask ve Katalan sorununu kendi içinde tolere eden yeni bir İspanya kuruldu. Siyasetçiler, halkı bahane ediyor. Hele sen ihtirasını, kızgınlığını gemle. Halkın istediği belli. 1) Kan akmasın 2) Ayrılık olmasın. Ama Türkiye Cumhuriyeti devleti hepimizin devleti olmaya hazır değil. Israrla altını çizdiğim ve röportajlarımda hep güme giden nokta bu.
- Tam olarak nedir o güme giden?
PKK’nin dağdan inmemesi, devletin Türkçü politikalarını devam ettirmesinin gerekçesi oluyor. Can alıcı nokta budur. Hadi hodri meydan. Ahmet Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan çıksın, desinler: Savaş bittiği gün Kürtçe anadilde eğitime tamam, bölgesel yönetime tamam, valilerin halkın seçmesine tamam, köy-kasabaşehir isimlerinin iade edilmesine tamam, cezaevindeki siyasi suçluların çıkmasına tamam, Avrupa’dakilerin dönmesine tamam, dağdakilerin gelmesine tamam. Bunları söylesinler, bütün söylediklerimi geri alıyorum, on bin sefer de özür diliyorum. Meclis’in içinde ellerini öpüyorum. Buyursunlar deklare etsinler. Ne var bunu engelleyecek? Bir şey olur mu? Çok şey olur; barış gelir, savaş biter. Acaba PKK’den nefret ettikleri için mi Kürtlerin haklarını dile getirmiyorlar yoksa Kürtlere bu hakları tanımamak için PKK’yi bahane mi ediyorlar? Ben PKK’nin bahane olduğu kanaatindeyim.
- Ya devrimci halk savaşı isteyenler, bunun bir iç savaş olduğunu neden ıskalıyor?
İç savaş felakettir. Suriye, Irak ve Lübnan örnekleri önümüzde. Devrimci halk savaşları 1960’ların Latin Amerikasında kaldı. Afrika’da, Angola’da, Kongo’da, Bolivya’da kaldı. Yapanlara da bir hayrı dokunmadı. Ardından diktatoryal rejimler geldi. Bunlar fantezilerdir. Bugünün dünyasının gerçekleri ile örtüşmez. Son kamuoyu araştırmalarında hep birlikte gördük. Kürt halkının yüzde 84.2’si bu mevcut hendek kazmaları, devrimci halk savaşı dedikleri pozisyonu benimsemiyor. Halka rağmen halkçılık olmaz. Halka rağmen de devrim olmaz. Nikaragua’da Sandinistalar devrimle gelip seçimle gittiler. “Bu halkın kafası basmıyor, ben ona doğruyu öğreteyim” demek de olmaz. İstanbul’dan, Urfa’dan, Diyarbakır’dan, Hakkâri’den, İzmir’den bu ülkenin 6 milyon insanı destek verdi, bizleri demokratik siyaset için Ankara’ya yolladı. Bunun ötesindeki yolları bu halk tasvip etmiyor. Tekrar söylüyorum: Yakarak, yıkarak, halkın yarısını perişan ederek elde edeceğiniz sonuç barış değil. Pirus zaferi, o da zafer değildir. Burada hem PKK’ye hem devlete sözümüz var.
- Dinliyoruz.
Türkiye devletinin de bir karar vermesi gerekiyor: Kürtleri oyalayarak, kandırarak asimile etmeye devam mı edecek yoksa bir kavim olarak kabul ederek birlikte yeni demokratik bir Türkiye mi oluşturacak? Devletin 1924’te şekillenen laikçi ve Türkçü formatının laikçi yanı törpülendi, ancak devlet halen bir “Türk” devleti. Yeni Ortadoğu ve yeni Türkiye’de Kürtleri bir halk olarak kabul etmeyen ve bir statü tanımayan siyasetler sadece kaosa hizmet eder. PKK’ye de şunu söylüyoruz. Devlet hiçbir şey yapmasa da artık Kürt halkının geldiği bilinç, aldığımız destek bu mücadeleyi Ankara’da sürdürmemize yeter. Türkiye’de silaha gerek yok. Ama gerçekçi olalım, Suriye’deki Kürtler silah bıraksa onları orada kim koruyacak? Keşke Türkiye Cumhuriyeti devleti Suriye’deki Kürtleri tehlike göreceğine, tankını hududa dikse, “Burada her kim Kürt’ün kılına dokunursa hesabını bana verir” güvencesini sağlasa. Devlet, Kıbrıs Türklerine verdiği güvencenin yarısını Suriye’deki Kürtlere verse hep birlikte rahat ederiz. Gelelim diğer kısıma, PKK dağdan inmese sen Kürtçe anadilde eğitimi kıyamete kadar kabul etmeyecek misin? Benim köyümün adını iade etmeyecek misin? Meşru demokratik haklar herhangi bir partiye, örgüte rehin tutulamaz.
- Kandil’den seçimlerin boykot edilmesi gibi bir rüzgâr eserse?
HDP olarak bu seçimlerin yapılması birinci hedefimiz. İktidarın hilesini hurdasını, anayasayı zorlama girişimlerini, hepsini görüyoruz. Fakat bunları gerekçe gösterip seçimleri boykot etmek de mümkün değil. Haydi bakalım, sandıkları Diyarbakır’da valinin odasına kursun, Kolordu Komutanlığı’nın içine kursun, Ankara’da yaptırdığı sarayın bahçesine kursun, her sandığın başına da bir tank, bir de panzer koysun sonuç yine değişmeyecek. Hedefimiz yüzde 13’ün üzerine çıkmak. Bu seçimi kazasız belasız yapılmasını sağlamak. Türkiye bu tünelden çıkarsa taşlar yerine oturur.
- Bu kez Şırnak Beytüşşebap’tan acı haberler aldık. 2 asker şehit oldu, 4 sivil hayatını kaybetti. Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, yaralıları almaya giden ambulans şoförünün de şehit edildiğini söyledi. İlçeye giden heyetteydiniz. Gördüğünüz resim nedir?
Öldürülen ambulans şoförünün akrabaları ve tüm Beytüşşebap halkı şoförün polis kurşunuyla öldüğünü söylüyor. Bakan ya bilmeden konuşuyor veya bile bile yalan söylüyor.
- Başbakan bayramda Diyarbakır’daydı. Vatandaştan duysanız: “Bıktık gerilimden. Bayram namazında bile buluşamadınız?”
Keşke buluşabilseydik. Keşke koskoca Başbakan kendi evine gizlice pencereden, bacadan giren bir kişi gibi yapmasaydı. Gizli saklı gelinmeseydi, bayram namazını Ulu Cami’de beraber kılsaydık, Hz. Süleyman Camii’ndeki 27 sahabenin mezarını birlikte ziyaret etseydik, kucaklaşıp öpüşseydik. Ama bir baskın gibi memlekete gizlice gelirsen, sen geldikten sonra millettin haberi olursa yapacak bir şey yok.
- İnsanlarımız ölüyor, canımız yanıyor. Vatandaş hepinizden aynısını bekliyor: İnsan insana konuşamaz mısınız?
Derler ya, gönül telime dokundunuz. Doğru sordunuz. İki örnek vereyim size. 1) Mesud Barzani Diyarbakır’a geldiğinde Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı’ydı. Akşam protokol yemeğinde Ahmet Davutoğlu ile beni aynı masaya, yan yana koydular. Barzani’nin kardeşi sağımda, solumda Ahmet Davutoğlu oturuyor. O masada tam bir saat tartıştık. Şunu söyledim: İngiltere Dışişleri Bakanlığı beni Londra’ya çağırdı. Bakanlığın Ortadoğu masası ve Türkiye servisi bir buçuk saat beni dinledi. Dört buçuk yıldır milletvekiliyim, 40 yıldır siyasi örgütlerin, partilerin içindeyim. Daha Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın dış kapısından içeri girmedim. 2) Bugünden bahsediyorum, Sadullah Ergin, Beşir Atalay Meclis’te beni gördükleri vakit yüzlerini çeviriyorlar. Bir başka örnek, 2011 seçimlerinden sonra Hüseyin Yayman bizi bugün Adıyaman milletvekili olan Adnan Bey (Boynukara) ile buluşturdu. Kendisi Adalet Bakanlığı Müşaviri’ydi, Sadullah Ergin’in sağ koluydu. Söylediklerim Adnan Bey’in hiç hoşuna gitmedi. İkinci kez benimle görüşmedi. Onlar, hoşlarına gidecek şeyler duymak istiyorlar. Biz üzüm yemek istiyoruz. Cumhurbaşkanı’yla da Başbakan’la da bakanlarla da oturup konuşalım. Ama söylediklerim hoşlarına gitmiyor.
- Sözlerinize kulak veren, hatta katılan hiç mi AK Parti’li yok?
Tabandan, partide görev alanlardan çok olumlu mesajlar var. Partiyi yönetenlerden tek bir selam ve kelam yok. Bu büyük devlet adamları Meclis’te bile gördüklerinde yüzlerini çeviriyor.
- Yalçın Akdoğan gibi pek çok isimle eski hukukunuz var oysa.
Bu arkadaşlarımız devleti dönüştüreceklerine devletleştiler. Cemaat ile yapılan ittifak, AB’nin ve ABD’nin desteği ile askeri vesayetin geriye püskürtülmesi, 68 generalin tutuklanmasından sonra bir anda devlet üzerlerine yıkıldı. Devleti yeniden inşa edeceklerine o eski devletin gömleğini giyip, milli orduya kumpas kuruldu, deyip eski devletin unsurlarıyla hareket etmeye başladılar. AKP liderleri kendilerini ümmetçi, İslamcı zannediyorlar ama Türk, İslamcı, milliyetçi ve Osmanlıcılar. Selçuklu modeline bile razı değiller. Halk tabiri ile bu arkadaşlarımızın şaftları kaydı. Artık dikiş tutturmaları mümkün değil. Maalesef freni patlayan bu kamyon çarpa çarpa duracak. Bazıları AKP’nin içinden yeni bir ruh, yeni bir nefes, demokratikleşme çıkacak diyor ya, böyle bir kadro, böyle bir ruh yok, o ruh öldü.
© Tüm hakları saklıdır.