Yaşam

Hatipoğlu:Türkçe ibadet günah değil

Nihat Hatipoğlu: Vatandaş din adamlarının sokaktaki dille, konuşmasını istiyor ,Allah'a talebinizi ill Arapça ifade etmeniz gerekmiyor

25 Ekim 2009 03:00

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “İlahiyat biliminin dilinde sadeleştirme” istedi, din çevreleri tartıştı. İlahiyat dilinin sadeleştirilerek bir reform yapılması gerektiğini kabul eden Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanı Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu: “Vatandaş din adamlarının sokaktaki dille, evde çocuğuyla konuştuğu dille konuşmasını istiyor. Günlük ibadetlerimizde, dualarımızda, elimizi açıp Cenab-ı Allah’a yalvarırken, bir talebiniz varsa bunu mutlaka Arapça ifade etmeniz gerekmiyor ki!” diyor.

* Başbakan’ın Din Şurası’nda vurguladığı gibi ilahiyat dilinde gerçekten bir reforma ihtiyaç var mı?

Başbakan’ın tespiti doğru. Konuşmasında verdiği İmam-ı Gazali örneği de çok manidar... Çünkü Gazali’nin en büyük özelliği, hem tasavvufi eğilimleri olan muhteşem bir felsefeci olması hem de ölümsüz eseri “İhyâu Ulûm’id-Din”de İslâm’ı halk dilinde anlatmasıdır. Başbakan fakültedeki ilahiyatçılara “Bol bol beyin jimnastiği ve felsefe yapacağınıza, kürsüden aşağı inip halkın arasına karışın ya da ekranda halkın anlayacağı bir dille İslâm’ı anlatın” diyor. Gerçekten de, dinde değil ama anlatımda bir yenilenmeye ihtiyaç var.

* Yenilenme ihtiyacının sebebi nedir?

Aslında Türk toplumunda eskiden beri âlimlerle halk arasında büyük bir mesafe vardı. Tasavvuf da halkın anlayacağı bir dille dini anlatmak ihtiyacından doğdu. Ancak, eskiden din adamları halkın daha içindeydi. Fakat son dönemde din adamlarıyla halk arasında bir kopukluk, bir uçurum oldu. Diyanetçilerin bir kısmı halkı küçük gördüler. Halka ulaşmaktan çok, dini din için anlatmayı tercih ettiler. Dine Allah için inanacaksınız ama dini halk için anlatacaksınız. Bu vahyin merkezi insandır. Allah kitabında yasakları getirirken bunu halk için getirdi. Vahyi doğru anlamamızda bir problem oluşuyor, bu yüzden de halkla aramızda bir uçurum oluşuyor.

* Başbakan Erdoğan ne demişti?

“Artık ilahiyat biliminin dilinde bir reformun kaçınılmaz olduğu bir gerçek, insanlara akıllarının anlayacağı dille hitap etmek durumundayız. Yoksa bu boşluk medya vaizleri tarafından doldurulacaktır.”

Vatandaş felsefi konuşmalar değil çocuğuyla konuştuğu gibi anlatalım istiyor

* Dil konusunda hata Diyanet’in kavramları yeterince Türkçeleştirememesi mi?


Hayır, mesele o değil. Vatandaş “Bana çok felsefi bir üslupla değil, benim anlayacağım üslup ve dille anlat” diyor. Bizlerin sokaktaki dille, evde çocuğuyla konuştuğu dille konuşmamızı istiyor. Biz TV’de gecenin saat 3’ünde program yapıyoruz ve yüzde 40 civarında izlenme payını yakalıyoruz. Biz orada ayrı bir dille anlatmıyoruz ki... Burada problem hiçbir dönemde dinde olmadı. İlk emri iki ayetle iki defa “Oku” olan, hem de okuma yazma bilmeyen bir peygamber için “Oku” diye başlayan bir dinin ilim ve insanla bir problemi olamaz. Bizim takdirimizde bir problem var. Yani halkın ne istediğini bilmiyoruz.

* Neden din adamları sokaktaki halk diliyle konuşmuyor?

Bana göre, birincisi teori ve pratik arasındaki dengeyi çok kolay sağlayamıyoruz. İkincisi de sevgili Peygamber’i çok iyi tanıyamıyoruz. Bu yüzden, ben 5 senedir TV’de sürekli “Hz. Peygambere” vurgu yapıyorum. Çünkü o yaşayan bir örnek... Temel problem şudur: İbadette, namazın sünnetini ve farzlarını kılarken sadece Arapça okumakla yükümlüyüz. Onun dışında, günlük ibadetlerimizde, dualarımızda, elimizi açıp Cenab-ı Allah’a yalvarırken, bir talebiniz varsa bunu mutlaka Arapça ifade etmeniz gerekmiyor ki...

Herkesin kendi dilinde yalvarmasına dinen bir engel söz konusu değil

* Türkçe ibadet günah mıdır?


Duamız da bir ibadet, bunu Türkçe yapıyoruz. İnsanlara İslam’ı tebliğ etmek de “Türkçe” zaten... Ama sadece namazda Kuran-ı Kerim’den okumamız gerekiyor ki, kendi inen lisanı ile okunmuş olsun. Çünkü namazın sembolik bir anlamı var. Her yerde bunun namaz olduğunun bilinmesi lazım. Bunun dışında, İngiliz kendi diliyle, Türkler kendi diliyle Allah’a yalvarabilir, talepte bulunabilir. Buna hiçbir engel söz konusu değil.

* Bir insan namaz dualarını Türkçe okursa günaha girer mi?


İmam-ı Azam’ın bu konuda bir içtihadı var. İmam-ı Azam, kişi Fatiha’yı bile bilmiyorsa, onun Arapça’yı öğreninceye kadar kendi lisanı ile Fatiha’yı okuyabileceğini söyler. Bazı alimlere göre ise, Fatiha’yı bile okuyamayacak kadar dili dönmeyen bir insan, tekbir getirip ayakta bir süre durur ve sonra namazını kılmaya devam eder. Herhangi bir şey okuması da gerekmiyor.

‘Allah’ yerine ‘Tanrı’ demek günah değildir ama ne niyetle söylendiği önemli

* Arapça “Allah” yerine, Türkçe “tanrı” kelimesini kullanan günah mı işler?

Eğer “Tanrı” kelimesi ile Allah’ı kast ediyorsak, “Allah” anlaşılır. “Tanrım beni korusun” dediğimizde, “Allah’ım beni koru” anlamına geliyorsa, günah olmaz. Burada niyet önemli. Kuran-ı Kerim’deki “Allah”ı kast ediyorsa, hiç problem yok. Ama “Allah” kelimesi çok özel bir kelime... Bir kere Kuran’da yüce Allah kendini tanımlamada “Allah” nüfuzunu kullanıyor. Bu yüzden, “Allah” kelimesini daha çok kullanıyoruz. Çünkü “Tanrı” kelimesinin “put” ve “putlar” anlamına geldiği de söyleniyor. Ama ben burada o kadar katı ve sert çizgilerle ayırmak istemiyorum. Biz vatandaşımızın “tanrı” derken neyi kast ettiğine bakarız. Yine de ben tabii ki “Allah” kelimesini kullanmasını tavsiye ederim.

* Atatürk döneminde camilerde Türkçe ezan okunmuştu. Sizce o dönem günaha mı girildi?


Tarihi süreci çok iyi bilmiyorum. Ama Atatürk’ün de Arapça ezandan daha çok memnun kaldığını Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu’nun bir eserinde okumuştum. Atatürk’ün iki türlü ezanı da dinlediğini, okuttuğunu hatırlıyorum. Ancak, doğru olanı ezanın bugünkü dille, yani Arapça okunması... Ezanın en büyük özelliği, dünyanın neresinde olursa olsun, Hollanda’da, ABD’de, Irak’ta, Türkiye’de, namaza çağrı olmasıdır. Kelimelerinin de ne anlama geldiğini artık herkes biliyor. Dünyanın her yanında bu çağrı ezan olarak anlaşılır. O yüzden, Arapça kalması doğrudur.

* Din adamlarının hatası neydi?

Günümüzde kitle iletişim araçları çoğaldı. Ben din adamlarının bu iletişim araçlarını çok iyi kullanmadığını düşünüyorum. Diyanet İşleri’nde idari görevde bulunanların halkın içinden çıkması, onların ihtiyaçlarını iyi tespit edip buna göre sunumda bulunması gerekiyor. Artık sadece camide namaz ve hutbeyle bu iş olmuyor. Halk size gelmiyorsa, siz halka gideceksiniz. Yıllar önce ben Diyanet’teyken başkana “Bazı pilot bölgeler tespit edelim, buralarda gençler ve hanımların gelebileceği halk danışma merkezleri kuralım” demiştim. Beni dinledi ve “Çok güzel bir şey olurdu ama nasıl altından kalkabiliriz” diye sordu. Şimdi bu korkularla iş yapamazsınız. Bu korkuları aşmanız gerekir.


‘Rahman’ aslında ’esirgeyen’ değil ’dünyada herkese veren’ demektir


Örnek olarak ‘rahman’ ve ‘rahim’ diyoruz ya, bunu biz ‘esirgeyen’ ve ‘bağışlayan’ olarak kullanıyoruz. Bana göre, ‘esirgeyen’ ve ‘bağışlayan’ birebir olarak ‘rahman’ ve ‘rahim’i karşılamıyor. Burada bir çeviri zorluğumuz var. Çünkü rahman, ‘dünyada herkese veren’ demektir. Yani, inançsıza da, inançlıya da, kendisini inkâr edene de, etmeyene de, sağlık ve kuvvet veren Allah’ın bu sıfatıdır. Rahim ise, ‘İman edenlere, Allah’ın emirleri doğrultusunda çalışanlara karşılığını vermek’ anlamına gelir. O yüzden, bizim mealle birlikte tefsire de ihtiyacımız var. Ben TV’de konuşmama eğer ‘rahman’ ve ‘rahim’ sözleri ile başlarsam, ‘rahman’ ve ‘rahim’i biraz açıyorum; ama daha sonraki konuşmalarımda zaman zaman ‘esirgeyen’ ve ‘bağışlayan’ diye devam ediyorum. Çünkü beni dinleyen kitle artık rahman ve rahimin ne olduğunu biliyor.

İmamlar halka inmeli, karı-koca kavga etmişse oraya polis değil önce imam gitmelidir

Hocalarımızın namazdan sonra, halka inmek için kahvehaneleri dolaşması gerekir. Sokağa çıkması gerekir. Mahallelerindeki problemden haberdar olması gerekir. Mesele, sadece ‘üslup’ ve ‘dil’ değildir. Mesele, bilimsel anlamda halkın içinde olabilmektir. Mahallede bir karı-koca kavga etmişse, bana göre polisten önce imam, vaiz oraya gitmelidir.


Hocalarımızın namazdan sonra, halka inmek için kahvehaneleri dolaşması gerekir. Sokağa çıkması gerekir. Mahallelerindeki problemden haberdar olması gerekir. Mesele, sadece ‘üslup’ ve ‘dil’ değildir. Mesele, bilimsel anlamda halkın içinde olabilmektir. Mahallede bir karı-koca kavga etmişse, bana göre polisten önce imam, vaiz oraya gitmelidir.

Kuran-ı Kerim’in dilinde bir problem yok. Halka bunu aktaranlarda bir problem var. İlahiyatçılar ve diyanetçilerin yeniden oturup kafa kafaya vermesi lazım. “Nasıl bir üslup kullanmamız gerekir, bu konuyu anlatırken tarzımız nasıl olmalı?” diye tartışılmalı. Her ilahiyat fakültesinde hadis ve tefsir bilimi bölümü var. Orada belli bir üst birim kurulmalı. Türkiye’de İslâm hakkında yanlış yazılmış yığınla kitap var. Hatta, İslam’ı karalayıcı kitaplar bile var. Bunların düzeltilmesi lazım. İkincisi de anlatım dilinde duruluk sağlanmalı. Üçüncüsü, camilerde sürekli bu konularda bilgili olan hocalarımızın oturması, odalarının olması ve bir nevi nöbet beklemeleri gerekiyor. Bir zamanlar diyanette “vaaz örnekleri” şeklinde kitaplar çıkardı. Kitapta, mahalledeki hocamız vaaz ederken konuyu şöyle hazırlamalıdır şeklinde öğütler bile vardı.