T24 - Milliyet gazetesi yazarı Hasan Cemal, gazete fotoğrafçısı Gökşin Sipahioğlu'nun vefatının ardından, "Artık gazeteci ölümleri içimi daha çok acıtmaya başladı" dedi.
Hasan Cemal'in Milliyet'te "Bir meslektaşımızın, Gökşin Sipahioğlu’nun acısı..." başlığıyla yayımlanan (7 Ekim 2011) yazısı şöyle:
Bir meslektaşımızın, Gökşin Sipahioğlu’nun acısı...
Bir zamanlar faks makinesi vardı. Ben ilk kez 1978 yılında Amerikan Kongresi’nde bir senatörün ofisinde görmüştüm.
Sekreter kız demişti ki:
“Kâğıdı buradan, Washington’dan koyarsın New York’tan aynen çıkar.”
Hayretle dinlemiştim.
İstanbul’a gazeteye, Cumhuriyet’e döndüğümde arkadaşlarıma heyecanla anlatmıştım faksı...
Telefoto ise fakstan çok önce, 1950’lerin başında gelmişti bizim basına.
Hafızam yanıltmıyorsa, telefotoyu Türk basınında ilk defa 1952 Helsinki Olimpiyatları’nda Hürriyet gazetesi kullanmıştı.
Milli güreşçilerimizin altın madalya kazandıkları müsabakaların fotoğraflarını ertesi gün birinci sayfasına basarak büyük tiraj yaptığı söylenirdi Hürriyet’in...
Rahmetli meslek büyüğüm Mehmet Kemal’den dinlemiştim.
Ankara’da telefoto ilk kez yine 1950’lilerin başında Cumhuriyet bürosuna kurulmuş. “Öğle tatillerinde bazen meraktan gidip bakardık telefotonun nasıl işlediğine” diye anlatmıştı bana...
Ben de yetiştim telefotoya.
Faks gibi, fotoğrafı yıkayıp bastıktan sonra, Ankara’dan koydun mu İstanbul’dan çıkardı.
Ama zaman alırdı bu.
Ayrıca kalite iyi değildi. Eğer telefon hatları da arızalıysa kalite biraz daha bozulurdu.
Bu yüzden telefotoyla göndermek yetmezdi. İstanbul, fotoğrafın asıllarını isterdi. Ve asıl koşturmaca bunun için yapılırdı.
Ben de 1970’lerin başında kendimi ANKA haber ajansında böyle bir koşuşturmanın içinde bulmuştum.
Telefoto faslından sonra Esenboğa’ya hamle yapardık. Havalimanında en şirin, en tatlı dilli halimizle bir hostes, bir yolcu ayarlamaya çalışırdık, fotoğrafları İstanbul’a, gazeteye bir an önce yetiştirebilmek için...
Bizim mesleğin rengi, keyfi olan böylesi koşuşturmacaları bir meslek büyüğümün, Gökşin Sipahioğlu’nun ölüm haberiyle anımsadım.
Artık gazeteci ölümleri içimi daha çok acıtmaya başladı.
Belki yıllar geçtiği için öyle, belki de mesleğimi hâlâ sevdiğim için...
Bilemiyorum.
Gazeteci ölümleri, bir dipsiz kuyu gibi bir anda beni içine çekmeye başlıyor. Olmadık hatıraların tuhaf hücumuna uğruyorum.
Oturup yazmak lazım belki de, rahatlamak için...
Bir zamanlar fotoğraf gazeteciliğine gönül vermiş meslektaşlarım bana Ortaçağ şövalyeleri gibi görünürlerdi.
Gökşin Sipahioğlu’nun fotoğrafları da bana aynı izlenimi veriyor.
Neredeyse hepsi boylu poslu, güçlü kuvvetliydi. Boyunlarında üç dört tane kocaman teleleriyle fotoğraf makineleri sarkardı.
O zamanlar daha televizyon rekabeti de olmadığı için havaları hep yerinde olurdu, hep ön plandaydılar.
Bu havalarına imrenirdim.
Gökşin Abi de hiç kuşkusuz o ‘şövalyeler’den biriydi, boyuyla posuyla, havasıyla kıskanılan bir yer edinmişti fotoğraf gazeteciliğinde.
Üstelik bu yeri kendisine, hepimize pek öyle nasip olmayan bir alanda, ‘uluslararası sahne’de açmıştı. Paris’i merkez seçerek dünyanın en önde gelen fotoğraf ajanslarından birini yaratmıştı.
Kendisini yakından tanımadım ama izledim.
Çekirdekten gazeteciydi.
Mesleğinin hakkını vererek yaşadı.
Ayrıca öyle sanıyorum ki, gazeteci milletinin o pek sevdiği kendine özgü ‘bohemi’nden de hayatı boyunca uzak kalmadı.
Hayatı severek yaşadı.
Elinde fotoğraf makineleriyle bir ömür boyu gerçeğin peşinden koşturanlar için Gökşin Sipahioğlu’nun gerçek bir kayıp olduğu konusunda herhangi bir kuşkum yok.
Gökşin Abi bizim mesleğimizde derin iz bırakarak başka bir diyara göç etti gitti.
N’apalım hayat böyle.
Bir varsın, bir yoksun!
‘Gazeteci milleti’nin başı sağolsun.