Medya

Haluk Levent: "Evet"çilerin ya da "Hayır"cıların değil, herkesin klibi

"Biz feci ötekileştirildik, bunun son bulması lazım"

26 Mart 2017 11:23

Türk rock müziğinin efsane isimlerinden Haluk Levent, Çanakkale şehitlerini anmak için hazırladığı ve bir haftada 3 milyon kez izlenen İzmir Marşı ve klibi hakkında kesinlikle 'Evet' ya da 'Hayır' vurgusu yapmadığını belirterek, "Bu bir ‘hayır’ klibi değil! Bu, hem ‘evet’çilerin hem ‘hayır’cıların, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkesin klibi. Türkiye’nin yüzde 47’si ‘evet’ dese bile, ben o yüzde 47’nin Mustafa Kemal düşmanı olduğuna inanmam, inanamam" dedi.

Klibi AKP’ye oy ve gönül vermiş insanların da izlediğini ve aldığı güzel tepkilerden dolayı çok mutlu olduğunu ifade eden Levent, "Biz feci ötekileştirildik. Bunun artık son bulması gerekiyor. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye’deki muhafazakâr kesime sanki karşıymış gibi gösterilmesi beni üzüyor. Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarına bakın. Sütçü İmam’dan, Makbule Ana’dan bahsediliyor. Beş vakit namaz kılan insanlar. Biz onların torunlarıyız. Kimi AKP’ye oy veriyor, kimi CHP’ye, kimi Saadet Partisi’ni tutuyor, kimi HDP’yi, kimi de MHP’li. Siyasi görüşlerimiz farklı olabilir ama hepimiz bu Cumhuriyet altında demokrasi sınırları içinde, özgürce yaşayabiliriz, yaşayabilmeliyiz..." görüşünü dile getirdi.

Levent'in, ilk olarak "Yarın Çanakkale şehitlerini anıyoruz... Orada savaşmış dedemi anarak bu klibi çektim.." notuyla Twitter  hesabından paylaştığı klip,  'Trend Topic' listesine girmişti:

Haluk Levent'in Hürriyet'ten Ayşe Arman'a verdiği (26 Mart 2017) söyleşi şöyle:

İzmir Marşı klibiyle kalpleri fethettin. İzlenme rekorları kırdın, kırıyorsun... 

- Teşekkür ederim. Beğenilmesi hoşuma gidiyor, ben de severek yaptım çünkü. Kalpten...

 Bu klibin öyküsü ne?

- Marşın içindeki şiir, 20 senedir konserlerimde okuduğum şiir. Biraz daha uzundur. Yöresel bütün renkleri barındırır içinde. “Kürt Ahmet’ten, Laz Ayhan’dan, Boşnak Cemil’den selam olsun...” der. Ben hep Çanakkale Türküsü içinde okuyordum, bu sefer İzmir Marşı içinde okumak istedim...

 Özel bir sebebi var mı?

- Valla içimden geldi. Bir de çok sevdiğim bir marş İzmir Marşı. Yine konserlerime gelenler bilir, eskiden beri söylerim. Son dönemlerde, çok acı ki neredeyse sesi kısılan bir marş oldu, bu da benim sinirime dokunuyordu. Neden sesi kısılıyor? “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa!” dendiği için mi? Tabii ki böyle diyeceğiz. Bu ülkenin kurucusu o! Ama işler öyle bir hale geldi ki, neredeyse Mustafa Kemal’in adından bile rahatsız olunuyor. E bu da çok üzücü. Ben de kendi kendime, “Daha önce Çanakkale Türküsü’nün içine koyduğun şiiri, İzmir Marşı’nın içine koy, bi de güzel orkestra toparla!” dedim. Çok içimden gelerek, çok heyecan duyarak yaptım...

 Yani bu tamamen senin aklına gelen bir şey. Sipariş filan değil...

- Tabii ki değil. Ne sipariş ne sponsor ne firma. Tek başımayım. Parasını da tek başıma karşıladım. Yönetmen arkadaşım Kemal Başbuğ’la görüştüm. O da heyecanlandı. Normalin üçte biri ücret aldı. Bir de orada 55 kişilik orkestra var, onlar da almaları gereken paradan çok daha azını aldılar. Herkesin ortak emeği yani, herkes kalbini koydu. Zaten izleyince o enerji geçiyor insana...

Orkestra, beni bu ülkenin geleceği için umutlandırdı

 Evet, orkestra da çok iyi, onlar kim?

- Opera ve senfonide çalan genç arkadaşlarımız. Ücretli çalışan sanatçılar ama bu klip için masrafına geldiler. Başka yerlere gittikleri fiyatları biliyoruz, verdiğimiz para onun yanından geçmez. Sağ olsunlar, bizimle saatlerce ve gönülden çalıştılar. Baştan açık açık söyledik, “Kusura bakmayın, gerçek ücretinizi ödeyemeyeceğiz, çok az verebileceğiz, gelmeyebilirsiniz” diye. Hepsi, “Daha neler, seve seve geleceğiz!” dediler. Bu da beni bu ülkenin geleceği için umutlandırdı...

 Nerede çektiniz?

- Haa işte orada bir sorun oldu. Bu klibi, Ataşehir’deki Zübeyde Hanım Hizmetiçi Eğitim Enstitüsü’nde çekmek istedik. Eskiden öğretmen eviymiş. Parasıyla kiralayacaktık tabii. Ama Türkiye öyle bir yer oldu ki, Mustafa Kemal klibi çekmek istiyorsan, herkes bir duruyor. Onlar da durdu. Maalesef e-mail’imize yanıt bile alamadık. Bunu da çok acı buluyorum. Tekrar ediyorum, bu ülkenin kurucusundan söz ediyoruz. Tabii ki kendilerini savunacaklardır, “Mail sayfamız yenilenmişti, o arada yollamışsınız, görmedik” filan falan. Ama olan şu: Son güne kadar yanıt gelmeyince, Bakırköy Belediye Başkanı’ndan rica ettik, bizi kırmadı, Leyla Gencer Opera Salonu’nu verdi.

"Muhalifliğimden değil, sevdiğim için okuyorum"

 Demek ki gerçekten Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili bir şey yapmak zor.

- Evet yapamıyorsun. Beni en fazla kahreden de bu! Klibi çekeceğimi söylediğimde 100 kişinin 99’u, endişeli bir ifadeyle yüzüme baktı ve “Emin misin?” diye sordu. “Senin geçmişten gelen sıkıntıların var, mahkemelerin var. Şimdi işlerin de iyi gidiyor, bir sürü yurtdışı konseri yapıyorsun, niye başına bela alıyorsun, yapma, etme, karışma” dediler. “Yahu!” dedim, “Siz deli misiniz! Bunun bir tık sonrası, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bu ülkede artık yargılanacak hale gelmesi ve onun torunlarının da vatan haini ilan edilmesi! Böyle bir durumda, ben yanacaksam yanmam lazım...” Bu arada İzmir Marşı’nı da muhalifliğimden değil, sevdiğim için okuyorum. Şiire gelince, dediğim gibi 20 küsur yıl önce yazdığım şiir...

 Peki klip çekildi... Sonuçtan sen de memnun musun?

- Evet. İzlerken tüylerim diken diken oldu. O yıllarda cepheye silah götüren anneleri, kadınları görüp etkilenmemek mümkün mü? Nice insan ölmüş bu topraklar uğruna. Hepimizin atası, dedesi, ninesi ölmüş... Ben şunu söylemeye çalıştım: Son dönemlerde öyle bir ayrışma noktasına gelindi ki, eğer ‘hayır’ çıkarsa, PKK’yla aynı yöndesiniz, FETÖ’yle aynı yöndesiniz deniyor... Olacak şey mi bu? Biz hepimiz biriz. Biz hepimiz Atatürk ve silah arkadaşlarının torunlarıyız. İster ‘evet’ dersin, ister ‘hayır’. Suçlamak, neredeyse vatan hainliğiyle bir tutmak niye? Hepimiz şehit çocuklarıyız. Ben belki kendimi felsefi olarak sosyalist diye tanımlayabilirim ama o önemli değil. Benim dedem ve dedemin kardeşleri de şehit olmuş. Dedem savaşmış. Bizler bu ülkenin kurucu değerlerini yok sayamayız...

"Dedem savaştan geldiğinde 29 yaşındaymış"

 Yani sen ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye bir vurgu yapmıyorsun...

- Kesinlikle yapmıyorum! Bu bir ‘hayır’ klibi değil! Bu, hem ‘evet’çilerin hem ‘hayır’cıların, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkesin klibi. Türkiye’nin yüzde 47’si ‘evet’ dese bile, ben o yüzde 47’nin Mustafa Kemal düşmanı olduğuna inanmam, inanamam.

 Dedene ithaf etmişsin... Dedenin bir hikâyesi var mı?

- Yıl 1914. Dedem henüz 14 yaşında. Askere alınıyor. Ben Genelkurmay’a kadar gittim, Milli Savunma Bakanlığı’nın arşivlerine kadar araştırdım. Dedem önce Yemen’de savaşmış. Orada esir düşmüş, Suudi Arabistan çöllerinde bayağı bir bekletilmiş. Sonra kurtulmuş. Derken Kurtuluş Savaşı olmuş, orada da savaşmış. Bir kardeşi Çanakkale’de savaşmış. Ahmet Gani ismindeki kardeşi, gözünün önünde top mermisiyle parçalanarak şehit olmuş. Bir diğer kardeşi Yunus, vücuduna isabet eden mermiyle 40 yıl boyunca yaşamış. Dedem savaştan 29 yaşında geliyor. İkinci evliliğini yapıyor. Çünkü ilk karısı ölmüş. 63 yaşında o da vefat ediyor. Ama bu 30 küsur yıl içinde 8 çocuk yapıyor. Ne yazık hiç tanıma fırsatı bulamadım, ben doğduğumda ölmüştü...

"Biz feci ötekileştirildik, bunun son bulması lazım"

 Peki bu klibi yaptın... Hiç olumsuz şeyler düşünmedin mi?

- Düşündüm. Ben bunları söylemenin sakıncalı olduğunu biliyorum. Önemli değil, sakıncalı olsun. İşlerim mi durur? Dursun. Sıkıntılar da yaşanabilir. En fazla ne olacak? Hakkımda soruşturma mı açılacak? Başka bir olay bahane edilip içeri mi alınacağım? İçeri atılırım ya da iş yapamaz hale gelirim, yıpratılırım... Olabilir. Yeter ki bu şarkı, binlerce kez, milyonlarca kez dinlensin. Benim dedemler, orada paramparça olmuşlar. Onlar dünyanın kahrını çekmişken, bu kadar eziyet görmüşken, ben içeri girmişim, yıpranmışım, iş kaybetmişim çok mu? Yemin ederim umurumda değil...

 Nasıl tepkiler aldın?

- Güzel tepkiler aldım. AKP’ye oy ve gönül vermiş insanlar da izledi. Mutlu oldum o yüzden. Biz feci ötekileştirildik. Bunun artık son bulması gerekiyor. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye’deki muhafazakâr kesime sanki karşıymış gibi gösterilmesi beni üzüyor. Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarına bakın. Sütçü İmam’dan, Makbule Ana’dan bahsediliyor. Beş vakit namaz kılan insanlar. Biz onların torunlarıyız. Kimi AKP’ye oy veriyor, kimi CHP’ye, kimi Saadet Partisi’ni tutuyor, kimi HDP’yi, kimi de MHP’li. Siyasi görüşlerimiz farklı olabilir ama hepimiz bu Cumhuriyet altında demokrasi sınırları içinde, özgürce yaşayabiliriz, yaşayabilmeliyiz... Bunu savunamıyorsam, susuyorsam, zaten tarihe gömüleceğim demektir!

"Çocukken Sakıp Ağa'nın taklidini yapıyordum"

İlkokulu ve ortaokulu Adana’da Sakıp Sabancı Ortaokulu’nda okudum. Rahmetlinin de en popüler olduğu yıllardı. Sürekli televizyonlara çıkıyordu, zaten tek kanal vardı. Ben de hep onun taklidini yapıyordum.

Bir gün Adana’da Sabancı Kültür Merkezi’nde rahmetliyi gördüm. Bizi okul olarak kütüphaneye götürmüşlerdi. Birkaç işadamıyla beraber, orda ayakta duruyordu. Arkadan geldim, elini tuttum. Küçüğüm ama... Dedim ki, “Ben senin taklidini yapıyorum!” Güldü, “Yap bakalım!” dedi. Çok hoşuna gitti, kahkaha attı. “Ben” dedim, “büyüyeceğim, seninle kebap yiyeceğim!” Dedi ki, “E sen zaten büyümüşsün gardaş! Ne zaman istersen yeriz...” Sonra beni öptü, gönderdi.

Yıllar geçti, Nejat Uygur’un ölüm töreninde, ben çıplak sesle türkü söyledim. Baktım karşımda Sakıp Sabancı. Beni ayakta alkışladı. Ama bilmiyor tabii o çocuk olduğumu. Nereden bilecek.

İki hafta geçti, ben ‘Kedi Köprüsü’ diye bir kitap yazmıştım. Denemeler. Ortaköy’de bir yerde imza günüm var, baktım sırada Sakıp Sabancı! Oradan geçiyormuş, Haluk Levent yazısını görünce, “Durun!” demiş, “O gün türküsünü dinlediğim hemşerimin imza günü, ben içeri gireceğim!” Bana büyük mutluluk yaşattı. Allah rahmet eylesin. O gün ona çocukken karşılaştığımızı ve bana nasıl iyi davrandığını anlattım. Güldü. O vefat ettikten sonra ben, hani akrostiş denir ya, başharfleriyle aşağı doğru şiir yazılır, “Sakıp Ağa Yemek Yiyecektik” cümlesini içeren bir akrostiş yazdım. O şiirin bir şarkısı da vardır, hâlâ durur...

"Tekrar gündeme gelmek için yapmadım"

Son albümlerin, ‘Yollarda’ gibi, ‘Arkadaş’ gibi dağıtmadı ortalığı... Sence neden? Buna üzülüyor musun?

- YouTube’dan izlediğim kadarıyla sayıları diğer albümlerden çok farklı değil ama her albüm başarılı olacak diye bir şey de yok. Metallica’nın da, Michael Jackson’ın da çok tutmamış albümleri vardı. Doğal. İnsanız, her zaman her şey iyi gitmeyebilir. Ben de öyle dönemler yaşadım. Albümlerdeki satışlar azalsa da konserlerimdeki satış azalmadı. Hiçbir zaman. Son dönemde sosyal medyada “Haluk Levent, İzmir Marşı’yla tekrar gündeme geldi” diye yazılar okudum. Üzüldüm. Yahu kardeşim ben daha üç ay önce Berlin’de 1100 bilet sattım. Gecenin 12’sinde, dışarıda 350 kişi içeri girmeye çalışıyordu. Yıllardır benim konserlerim tıklım tıklım dolar. Bunların hepsi de İzmir Marşı’ndan önceydi...

"Mağdur edebiyatına gerek yok, borçların hepsi benim suçum"

Başın bir dönem bir türlü borçtan, tefecilerden, polislerden ve gözaltına alınmaktan kurtulamadı. Nedir o hikâye?

- Sana mağdur edebiyatı yapmayacağım kardeş! Hepsi benim suçum. Kendim yaptım. Sıkıntıları kendim yarattım. Çok serserice davrandım. Ben aslında o anayasa kitabının fırlatıldığı dönemdeki devalüasyonda battım. Zannettim ki kurtulurum, muhasebeci tutmadım, avukat tutmadım. O çeki oradan aldım, buraya verdim, bu çeki buradan aldım, oraya verdim. Sonu da felaket oldu tabii! Kimsenin suçu yok. Hepsi benim şapşallığım. Tefeciden para aldım, onu da ödeyemedim. Bu işte polisin de suçu yok. Evet beni aldılar. Çünkü kanun öyle emrediyor. Bir tek içim şuna yanıyor, bazı gazeteler işi çarpıttı. Ben dolandırıcılık yapmadım, kimseyi kandırmadım, sadece borcumu ödeyemedim. Herkesin başına gelebilir, benim de geldi... Borçları, 7 katı faiziyle ödedim, hâlâ ödüyorum. Benim hatam, özür diliyorum. Dinleyicilerimden, kitlemden, bu haberlerle meşgul ettiğim herkesten...

 Şu an durum ne?

- Yüzde 80’ini ödedim. Kalan bölümünü de taksitlere bağladım. Kısmen rahatladım.

"Birbirimize tahammül ederek büyüyeceğiz"

Sen sadece Anadolu Rock’ın bu ülkedeki en önemli isimlerden biri değil, duruşun ve sosyal olaylara tavrınla da öne çıkmış birisin... 1999 depreminde gittin çadır kurdun, insanlara yardım ettin... Hasta çocuklar için konserler verdin... Gençler uyuşturucu, bonzai kullanmasın diye farkındalık kampanyaları yaptın... Akkuyu Nükleer Santralı protestolarına katıldın... Bu klip de, bu duruşun devamı mı?

- Bu klibin bir hafta öncesinde ben Suruç’ta IŞİD tarafından bombalanan gençlerden Güneş Erzurumlu’nun yararına Frankfurt’ta bir konser verdim. Dışarıdan bakıldığında, nasıl konser verir denebilir? Ben sosyalistim. Onların çizgisi, benim düşüncemle aynı mı? Değil. Ama o kız, yaşam savaşı veren pırıl pırıl bir kız. Tabii ki konser vereceğim onun yararına, iyileşsin diye. Ondan iki hafta önce ise Zürih’te İsmail Korkmaz Vakfı yararına, çocuklar okutulsun diye bir konser verdim. Oraya da Ali İsmail Korkmaz’ın annesi geldi, sarıldık. Ben bir şey yaparken, “Aman bu benim fikrime yakındır, uzaktır!” diye bakmıyorum. Ben insanım ya... Ondan iki hafta önce de Berlin’de AKUT yararına konser verdim. Ha onlarla aynı siyasi fikirde miyim? Yine hayır. Ama yarın deprem olduğunda biliyorum ki, AKUT koşacak yardımımıza. AKUT, Güneş ya da Ali İsmail, hepsi bizim değerlerimiz. Ben bu ülkeyi, ülkücüsüyle de seviyorum, sosyalistiyle de seviyorum, ulusalcısıyla da seviyorum, dindarıyla da seviyorum. Bu ülke böyle büyüyecek zaten. Biz, birbirimize tahammül ederek büyüyeceğiz...

Ne güzel söyledin! Zaten bir Adanalının başka türlü davranması mümkün değil, di mi?

- Tüm bunları Adanalılığa bağlamak şovenlik olacak ama doğru... Adanalı olmanın getirdiği şeylerden biri budur. “Hele gelin gardaş!” dedi mi bitti...

"Durmamak, üç maymunu oynamamak lazım!"

Sen mazlumun yanında bir sosyal demokrat olduğunu söylüyorsun... Aynı zamanda özgürlüklerden yana cumhuriyet savunucususun, “Çokkültürlü bir toplumda herkes kendini ifade edebilmeli!” diyorsun... Peki bu söylediklerin günümüz Türkiye’sini yansıtıyor mu?

- Tabii ki yansıtmıyor. Yansıtmayabilir de. Önemli olan herkesin şu dönemde bir şeyler yapması. Durmamak, üç maymunu oynamamak, zordayken bir şeyler yapmak lazım. Birimiz yanıyorsa, biz de yanmalıyız çünkü bizi bu noktaya getiren insanların tamamı yandı!

"Dokuz kardeşiz biz, ben sekiz numarayım"

Müzik maceran ne zaman başladı?

- Kendimi bildim bileli, şarkı söylerim, şiir okurum. Müzik hep tutkum oldu fakat mesleğim olacağını bilmiyordum. Üniversiteden sonra bilgisayar programcısı oldum. Müzik hobi olarak devam ediyordu ki, bir gün sahnede buldum kendimi, bir anda elime gitar verdiler. Şarkı söyledim ve çok alkış aldı. Sonra da gerisi geldi. İstanbul’daki barlarda çıkmaya başladım, albümler yaptım. Konserler derken, 20 yıl oldu... Hâlâ devam...

Sen Adana’da fiilen kaç yıl yaşadın?

- 23 yaşıma kadar...

Nasıl bir çocukluk?

- Ooooo! Büyüdükçe özlemini duyduğum bir çocukluk. Dokuz kardeşiz biz, ben sekiz numarayım. E bu kadar kalabalık olunca eğlenceli oluyor. Zorluklar içinde geçti çocukluğum ama yaşım ilerledikçe, daha çok geriye gitmek istediğim bir hayat. Büyüdükçe yalnızlaşıyoruz çünkü. Ben de geriye dönüp, tekrar o sıcaklığı hissetmek, bütün kardeşlerime sarılmak istiyorum.

"Hızlı yemeyi öğreniyorsun yavaş yersen kalmıyor!"

Dokuz kardeş nasıl oluyordu bir evin içinde?

- Güzel oluyordu. Gırgır şamata. Bir de hızlı yemek yemeği öğreniyorsun! E yavaş yersen kalmıyor çünkü...

 Aranızda senden başka öne çıkan biri oldu mu?

- Ali ve Nural şu an İngiltere’de. 20 küsur yıldır Londra’da yaşıyorlar. Bir diğer kardeşim Berkant, Türkiye’nin en önemli organizatörlerinden biri oldu. Konserler, vs. düzenliyor. Diğerleri ise benden çok büyüklerdi. Ben 1967 doğumluyum. Onlar 1965, 1963 diye gidiyor. Neredeyse artık torun sahibi olacaklar. Hatta ikisi oldu. Adana’da yaşıyorlar. Ara ara bir araya geliyoruz, hep birlikte çok güzeliz.

"Hep mazlumun yanındaydım"

İfade özgürlüğüne takıksın sen...

- Hem de nasıl. Biliyorsun, 1997’de Recep Tayyip Erdoğan, belediye başkanı olarak Siirt’te bir şiir okudu. O şiir yüzünden hapse girdi. Aynı dönemde Eşber Yağmurdereli de bir konuşma yaptı, o da içeri atıldı. Ben de konserlerimde şarkı söylerken, “Şu anda içeride bulunan Tayyip Erdoğan ve Eşber Yağmurdereli için gelsin!” diyordum. Neden? Ben onların fikirlerini paylaşmıyorum. Biri komünist, diğeri dindar. Fakat fikirlerini bu ülkede özgürce söyledikleri için içeri atılmalarını doğru bulmuyorum. Ve daha sonra Cumhurbaşkanımızla Ankara’da karşılaştığımızda, rahmetli Erol Olçok aracılığıyla teşekkürlerini iletti bana.

Peki şimdi ne düşünüyorsun?

Diyorum ki Cumhurbaşkanımız yarın iktidardan düştüğünde, hukuk çerçevesi dışında ona bir şey yapılacağı zaman da, ben şarkılarımla yine onun yanında olacağım. İstiyorum ki, bu ülkede hepimiz kendimizi özgürce ifade edebilelim, rahatlıkla konuşabilelim. İnsanlar düşündükleri, yazdıkları şeyler yüzünden içeri girmesinler.

"Aynı fikirde olmam gerekmiyor"

Sen 28 Şubat’ta başörtülü kızları da desteklemiştin değil mi?

- Evet. Onlarla da aynı fikirleri taşımıyorum. Beş vakit namaz da kılmıyorum. Ama ortada bir haksızlık vardı, “Buna bir çözüm bulunmalı, eğitim almak isteyen insanların başı kapalı diye bu hakkı onların elinden alamazsınız!” dedim. Benim durumum açık: Ben hep mazlumun yanındayım ama yanında olmam, onunla aynı fikirleri paylaştığım anlamına gelmiyor.

"Adana kendi başına bir cumhuriyettir"

Sen diyorsun ki, Adana, bütün Türkiye’de başka bir kültürü temsil eder… Ne demek bu?

-Şu demek, Adana’da enteresan hava vardır. Adana Belediye başkanı MHP’li mesela, ben Haluk Levent olarak hiçbir yerde bir MHP’li belediyeyle daha önce çalışmamışken, Adana Belediye Başkanı’nın MHP’li oluşu mesela beni ilgilendirmez. Adana, siyaset üstü bir yer, orada siyaset işlemez, orada hepimiz Adanalıyız. “Abim nasılsın?” dersin. Bu kadar. Çok az yerde gördüğüm bir özgürlük, hoşgörülülük vardır. Çocukluğumda hatırladığım Adana da öyledir mesela, Kürtmüş, Arapmış, Aleviymiş, ben duymadım, herkes kucaklaşır. İşte yüzden hep “Adana, kendi başına bir cumhuriyettir!” derim. Biri, “Hele gel gardaş!” dedi mi, bitti…

Senin en has Adanalı özelliklerin neler?

-Herhalde boğazım! O tatları aldıktan sonra, kebabıydı, şalgamıydı, bici bicisiydi, vazgeçemiyorsun. Bir de Adana’da sokak samimiyet vardır. Ben onu başka yerlerde de yaşatmaya çalışıyorum. Bir de Adanalı gibi konuşurum ben. “Ya işte k’ları öyle söyleme!” derler. Niye kardeşim Adanalıyım ben, böyle konuşuyorum, kendimden farklı bir adam olmaya çalışmıyorum ben, neysem oyum.