02 Temmuz 2011 03:00
T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris/Dünya bunları okuyor adlı köşesinde "Hakiki din bir mücadeledir" başlığıyla yayımlanan (2 Temmuz 2011) yazısı şöyle:
Hakiki din bir mücadeledir
Peygamberdeveleriyle de başlayabilirdim aslında ama bir duayla başlayacağım:
“Bana, değiştirilmesi mümkün olmayan şeyleri kabullenmek için huzur; değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirmek için cesaret; ve bu şeyler arasındaki farkı anlamak için akıl bahşet yarabbim.”
Amerikan düşüncesinin ve dolayısıyla Amerikan kimliğinin yapıtaşlarından biri sayılan ilahiyatçı Reinhold Niebuhr’un 1943 tarihli mısralarından yadigar bir yakarış bu. Adı, “The Serenity Prayer” (Huzur Duası): bugün, Amerikalılara kendilerini iyi hissettirmek adına her türlü dünyevî ya da uhrevî duyguyu, içini boşaltıp dışını süsleyerek yeniden tüketime sunan bilumum hediyelik eşya dükkânında kâh bir afişin kâh bir fincanın üzerinde görebileceğiniz bir dua… O dükkânları hiç sevmem ben; ve bu duayı çok severim.
Çiftleşme esnasında, dişileri erkeklerini yiyen yamyam böcekleri seyrediyorduk televizyonda. Yalnız kaldıklarında pusuya yatıyorlardı. Ön bacakları yüce bir güce yakarırcasına havaya doğru kalkmış bir halde, öne arkaya usulca sallanarak bir tür ruhanî huşû içinde avlarını beklediklerinden sanırım, Latince isimleri mantis religiosa’ydı (dindar böcek): Türkçesi ise peygamberdevesi. En irisi on-on beş santim boyundaki bu yeşil canavarcıkların, üzerinde durdukları yaprağa ya da ağaç kabuğuna tam bir uyum sağlayacak, kendilerini bir karıncaya ya da bir çiçeğe tıpatıp benzetecek şekilde duruş ve renk değiştirmelerine, bu sayede saklanmadan sır olmalarına hayranlıkla bakarken, bir yandan da isimlerindeki manidar mizaha gülüyordum ben. Peygamberdeveleri, sadece birbirlerini yemiyorlardı, tabii. Böcekgillerden bilumum hısım akrabalarının yanı sıra, canları et çekince, boylarından büyük memelileri yakalayıp gövdeye indirmeyi de biliyorlardı. Parmak kadar bir peygamberdevesinin avuç içi kadar bir fareyi yediğini gözlerimle gördüm; derken, bir başkası, bu kez bir sinek kuşunu, kımıltısız ve sessiz birkaç dakika boyunca süzdü süzdü süzdü ve, ince kanatlarını müthiş bir hızla mütemadiyen çırpan o minicik yaratığı, muzip ve naif duruşuna hiç aldırmadan, bir anda yutuverdi. Bakakaldık. Peygamberdevesi, seyredildiğinden haliyle habersiz, ziyafetinden ise ziyadesiyle memnun olmalı ki, raptiye büyüklüğündeki kafasının iki yanında, sanki başka bir yere aitmiş gibi duran devâsâ gözlerini kapayıp açtı bir an ya da bana öyle geldi. Arkadaşıma, “Uzaylı bunlar” dedim. Bilimkurgu filmlerinden “tanıdık” uzaylılarımızı andık karşılıklı; onlardan hangilerinin peygamberdevesine daha çok benzediğini konuştuk.
Ertesi gün, “Sizin, hiç farkında olmadığınız zamanlarda da ben hep buradayım” diye mırıldanan, göle kesmiş bir denizin, kendi esintisini kendisi yaparak serinlemeye çalıştığı sakin bir öğle üzeri, karşıdaki adaya bakarken, yine peygamberdeveleri geldi aklımıza. “Bizim uzaylıların gözüyle, kaşıyla, endamıyla handiyse tıpatıp peygamberdevesine benzemesini düşünürken anladım ki, insan muhayyilesi bilmediği bir şeyi yaratamıyor” dedim, “galiba, tek istisnası “Tanrı” bunun. İnsan, Tanrı’yı görüp bildiği bir şey gibi yaratmadı. Bunun için de bir ‘yüz’ vermedi ona.” Arkadaşım itiraz etti: “Tanrı, bilmediğimiz bir şey değil; öyle çok işareti var ki bu âlemde. Bence, insanın bilmeden, görmeden, hatta anlamadan yarattığı tek şey, sonsuzluk.” Bu söz üzerine, sonsuzluktan ziyade sonluluğu kavrayamadığımı düşündüm bir süre: Bir şey bittiğinde hep başka bir şey başlamıyor muydu? Hiçbir şey bitmiyor, yok olmuyor, sadece başka bir şeye dönüşmüyor muydu aslında?.. “Tanrı ile sonsuzluk aynı şey olabilir” dedim. “Olabilir” dedi arkadaşım.
Obama’nın ve hepimizin ilahiyatçısı
Hayatının son yirmi yılını New York Şehir Üniversitesi’nde (CUNY) tarih profesörü olarak geçiren John Patrick Diggins (1935-2009), hocalığının yanı sıra Max Weber, John Dos Passos, Benito Mussolini, faşizm, savaş, barış, komünizm ve Amerikan solu, ve tabii, hayranlığını gizleme gereği duymadığı Ronald Reagan üzerine yazdıklarıyla tanınan bir entelektüel tarih vâkânüvisiydi. Diggins’in ölmeden önce büyük ölçüde tamamladığı, nihai rötuşları ise hayatının son bölümünü birlikte geçirdiği sevgilisi Elizabeth Harlan, eski öğrencisi Robert Huberty ve editörü Doug Mitchell tarafından yapılan yeni kitabı, ABD’de bu ay yayımlandı. Gerek akademik bir yayınevinden (University of Chicago Press) çıkmış olması, gerekse popülerlik kaygısı gözetmeyen adıyla (Why Niebuhr Now? / Neden şimdi Niebuhr?), ilk bakışta az satıp, az okunacak, üzerinde az konuşulacak bir kitaba benziyor bu. Ama bence öyle olmayacak. Reinhold Niebuhr’un (1892-1971) genel olarak dine ve hayata, özel olarak da iç ve dış politikaya bakışını belirleyen inanç dünyasını anlama gayretindeki bu yüz küsur sayfalık kitabın, küçük hacminden beklenmeyecek bir düşünsel dölleme yeteneğine sahip olduğunu düşünüyorum çünkü.
Niebuhr, sadece Protestan teolojisinin Amerikalılaşmasında belirleyici olmakla kalmamış; vaazlarıyla, dualarıyla, makale ve kitaplarıyla, Amerika’da eşitlikçi bir iç politika anlayışının yanı sıra, gerçekçi dış politika ekolünün güçlenmesine de katkıda bulunmuş bir inanç ve fikir adamı olarak bilinir. On dokuzuncu asrın son demlerinde Missouri’de Alman göçmeni bir Kalvinist ailenin çocuğu olarak doğmuştu Niebuhr ve, fikir evreni itibariyle, hep Kalvinist kaldı. Yirminci asrın ilk üç çeyreğine yayılan ömrünü, biraz da bu mezhebin pratik dünyevîliği sayesinde, başta ABD’nin 1941’de İkinci Dünya Savaşı’na girmesini sağlamak, 1960’larda da ırkçılıkla mücadele hareketinin önderi Martin Luther King, Jr. ile dayanışmak olmak üzere, birçok kritik karar anında etkin rol oynayarak geçirdi.
Niebuhr’u, bugünün Amerikası ve bugünün dünyası için hâlâ geçerli, hatta gerekli kılan şey ise, dine ve siyasete bakışına hâkim olan o müzmin “mutlaklık sorgusu” ve bunun getirdiği kaçınılmaz tevazu bence. Gerçi, kitabı okurken, Diggins’in, başlıktaki “Neden şimdi Niebuhr” sorusunu, kafasında farklı bir cevapla sorduğunu; onun, 11 Eylül sonrası Amerikan siyasetine, özellikle de George W. Bush döneminin Hıristiyan soslu hükümran söylemine karşı bir tür antikor niyetine Niebuhr’a sarıldığını anlıyorsunuz. Barack Obama’nın, Beyaz Ev’deki ilk üç yılının birçok konuşmasında, isim vermeden de olsa Niebuhr’un fikirlerine atıfta bulunduğunu, bir keresinde de “Niebuhr’u okuyorum” dediğini bilenler de zaten, 1971’de ölen bir ilahiyatçı ile 1961’de doğan bir başkan arasındaki güçlü bağın, Bush sonrası bir yunup yıkanma, insanlıkta ve özel olarak da Amerikalılıkta yeniden “iyi” ve “temiz” bir öz bulabilme çabası olduğunu seziyor olmalı.
Diggins, kitabında, Niebuhr’un görüşlerini dış ve iç politika başlıkları altında ayrı ayrı inceleyerek bugünün Amerikasına uyarlamayı deniyor. Benim daha geniş olarak bugünün dünyası için yol gösterici bulduğum bölümler ise esasen devlete, topluma, ve en nihayetinde bireye, hepimize ve herbirimize, ayrı ayrı sınırlarımızı hatırlatıyor:
“Gerçekten yapmaya değer hiçbir şey bir insanın ömrü içinde tamamlanamaz; ümidin bizi kurtarması bu yüzden şart. ‘Hakiki’ olan ya da ‘güzel’ olan ya da ‘iyi’ olan hiçbir şey, tarihin acil bağlamında tam bir mânâ taşımaz; inancın bizi kurtarması bu yüzden şart. Yaptığımız hiçbir şey, ne kadar erdemli olursa olsun, tek başına başarılamaz; sevginin bizi kurtarması bu yüzden şart.”
Bizi, sınırlarımızı aşma hırsının tatmininden ziyade, sınırlarımıza tahammül etme kudretini bulmaya çağırıyor Niebuhr; bu çağrının “uhrevî” olmakla kalmaması, “dünyevî” bir zemine oturması ise onun teolojisini seküler, pratik ve alabildiğine güncel kılıyor bence. Bu dünyevî zeminde, bir siyaset tercihi de yükseliyor aslında; temelini yine tevazuda bulan, daha doğrusu mütevazı olmadığında mümkün de olmayan bir “demokrat” duruş tercihi bu.
“İnsanın adalet kapasitesi, demokrasiyi mümkün kılar” diyor Niebuhr, “insanın adaletsizlik eğilimi ise demokrasiyi gerekli kılar.” Dolayısıyla, adaletsizlik ve –hadi Niebuhr’un teolojik olarak da kavramsallaştırdığı haliyle söyleyelim– “şer,” sadece ümitle, inançla, sevgiyle uzak durabileceğimiz bir şey değil bizim; Niebuhr da zira biliyor ve Diggins’in bize yeniden hatırlattığı gibi savunuyor ki, demokrasi bir “düzen” olmaktan ziyade, sürekli bir mücadele, bir kapışma halidir.
“Şer, sadece reddedilmemelidir; aynı zamanda, yüzleşilmelidir onunla. Ama şer olana gözlerini dikmekte, bedeli ne olursa olsun ona meydan okumakta kararlı olanlar, Tanrı’nın bütün kulları gibi, gururun da günahını taşırlar içlerinde.” Böyle diyor Niebuhr ve iyiliğin bile kendi gururuyla zehirlendiğine inandığı için –Diggins’in, Bush’a panzehir olsun diye alıntıladığı ve ne hikmettir ki, Ahmet Altan’ın o meşhur savunmasında Tayyip Erdoğan’ı tarif ederken kullandığına çok benzer kelimelerle– “Zaferlerini, kendi erdemlerinin bir kanıtı gibi görmelerinin yanlış olduğunu muzafferlere hatırlatmalıyız…” diyor.
Ben tanrı inancıyla büyümedim; Marksizmden mülhem bir ateizmi kendime yakıştırabildiğim en toy hallerimde bile içimde hep bir “Hey güzel Allahım” duygusu olduğundan belki, tam anlamıyla bir “tanrıtanımaz” da olamadım hiç. Nihayet hayat, yıllar içinde, artık hiçbir şeyden emin olamadığım, hiçbir şeye mutlak gözüyle bakamadığım bir akışkanlık kazandı; birer yanılgı olduğunu bir gün pekâlâ kavrayabileceğim güncel doğrularımın “geçici” olduğunu bilmek, aklımın üzerindeki “inançinançsızlık” ve “din-bilim” sultalarını gevşetti biraz.
Bütün o Protestan inancı ve söylemiyle; özüyle olmasa bile çıkış yeri ve kavramlarıyla, bir noktadan sonra, benim dağarcığıma bugün hâlâ büyük ölçüde “yabancı” vurgularıyla Niebuhr’un bu gevşemede ciddi bir katkısı olduğunu söyleyebilirim. Daha önceki okumalarımda, Niebuhr’dan, gerçek demokratlık gibi, gerçek dindarlığın da temelinin “tevazu” olduğunu öğrenmiştim; şimdi Diggins’in kitabında da aynı nefesi buldum: İnsan, kendine ve evrene ilişkin bilgisinin “sınırlı” ve muhtemelen “yanılgılı” olduğunu kabullendiği ölçüde mutlaklıkla arasına sağlıklı bir mesafe koyabiliyor… O zaman, bir de bakıyorsunuz ki, ateizm “teizmin öteki yüzü” oluvermiş.
Diggins, “Niebuhr’un dinî meşgalesi, dinî kesinlikten şüphe duymaktı” diyor: “Hakiki din, her zaman inançla inançsızlık arasında bir mücadeledir.” Niebuhr’a göre, bu mücadele kaçınılmaz, çünkü bir yandan, sınırlılığımız yani ölümlülüğümüz dini, sanatı ve mücadeleyi üreten meraka, aşka ve arzuya yöneltiyor bizi ama bir yandan da, “yaradılan” olarak bu denli sınırlı, bu denli lanetlenmiş olmamız, “yaratıcı” olarak da herbirimizi sınırlı ve lanetli kılıyor. Yarattığımız uzaylıları, peygamberdevelerine benzetiyoruz, çünkü kendi dışımızda, evrene ilişkin o pek kıt bilgimizin ve kavrayışımızın ötesinde bir kerteriz noktamız, tarihin üzerinde tam bir yaptırım gücümüz yok. Bu da, işte, bireysel özlemlerimiz gibi eserlerimizi ve zaferlerimizi de abartmaya yöneltiyor bizi; yine Niebuhr’un deyişiyle, “bütün insani ilişkilerin dokusundaki temel günah alaşımı” olan gururu, dünya üzerindeki kötülüğün ana kaynağı yapıyor. Tabiatta olmayan “şer,” insan tarihinin yapıtaşına dönüşüyor böylece. Sonra, yine o şerden kurtulmak için Tanrı’ya, yani sonsuzluğa çeviriyoruz yüzümüzü.
© Tüm hakları saklıdır.