Gündem

Günlük hamleler, kalıcı hasarlar; AKP dönemi dış politikasına bakış

Türkiye’nin çıkarları bugün Batı’yla Ankara’nın yarattığı güven krizini aşmakta yatıyor olabilir; ancak geçmişin yaralarını hızlıca sarmak mümkün mü?

23 Nisan 2022 00:00

Türkiye dış politikası, son birkaç ayda 180 derece dönüşlerle büyük değişimlere sahne oluyor… Uzun süreli hasımlar tekrar aynı kadraj içinde görüntü verirken kuzeyde patlayan işgalle birlikte Türkiye, kendini barışın sağlayıcısı konumuna getirmek için önemli bir fırsat yakaladı. Fakat AKP’nin dış politikası, yıllardır savrulmalarla gündeme geliyor. Türkiye’nin çıkarları bugün Batı’yla Ankara’nın yarattığı güven krizini aşmakta yatıyor olabilir. Ancak geçmişin yaralarını hızlıca sarmak mümkün mü?

Britanya’ya 2. Dünya Savaşı’nın büyük bölümünde liderlik eden Sir Winston Churchill, “İnşa etmek yavaştır, yıllarca sürer ve emek ister. Yok etmek için ise bir gün düşüncesiz davranmak yeter” der.

Türkiye Cumhuriyeti’nin şekillendiği yıllardaki liderler, birbirlerinden çok farklı siyasi görüşlere sahip olsa da ülkenin bulunduğu stratejik coğrafi konumun Ankara’ya fayda sağlayacağı kadar başına bela olabileceğini de biliyordu. 100. yılını doldurmak üzere olan cumhuriyetin tarihi de bunun farkında olan liderlerin ince diplomasi hesaplarıyla doludur. İsmet İnönü’nün tüm Avrupa’nın yandığı sırada bir satranç ustası gibi Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı’nın dışında tutması, Soğuk Savaş döneminde Batı ile yan yana oluşu, Avrupa güçlerinin yükseliş döneminde güçlü ekonomik ilişkiler için adımlar atılması…

İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan 2. Kahire Konferansı'nda soldan sağa
dönemin ABD Başkanı Roosevelt, İsmet Paşa ve Churchill

Churchill’in dediği gibi, Türkiye dış politikasının inşası; -2000’lerin başında gelinen nokta beğenelim veya beğenmeyelim- çok ciddi bir emek gerektirdi. Buna AKP iktidarının ilk yıllarını da dahil edebiliriz. Türkiye’nin Avrupa Birliği için attığı adımlar, AKP döneminde sonuca yaklaştı. Şimdilerde “AB bizi istemiyor” demek kolay olsa da, Avrupa Parlamentosu’ndaki Türkiye için ‘Evet’ posterlerinin açıldığı günler, hatırlamak isteyenlerin hâlâ zihinlerindedir. AKP iktidarı dönemi, dış politikada on yıllar süren inşa sürecinin çok kısa sürede yok edilebileceği tecrübesini de önümüze koydu. Türk dış politikası; olası etkileri, fayda-zarar analizlerini içermeyen günlük çıkışların, daha sonra yapılmak zorunda kalınan manevraların alanı oldu.

AKP’nin, özellikle -anketlerde oy kaybettiğini gösteren- son yıllardaki temel önceliğinin -ne pahasına olursa olsun- iktidarını sürdürmek olduğu yolunda gelişmelere tanık oluyoruz. Dış politika, bu tercihin kalıcı hasarlar bıraktığı bir alan olarak öne çıkıyor.

Tayyip Erdoğan’ın Suriye konusundaki yaklaşımları, Türkiye’nin güvenlik kaygıları açısından bir noktada meşru olan endişelerini Batı tarafından sorgulanır hale getirdi. Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alımı gibi hamleler, AKP’nin otoriterleşen rejiminin Batı’yla yarattığı güven krizini daha da derinleştirdi. Türkiye, günü kurtarmak amacıyla yapılan hamlelerin sonucunda bir izolasyon konumuna düşürülmüş oldu; dış politikada adeta “küçük zaferlere” muhtaç edildi. Örneğin Türkiye, S-400 alımı kararı verene kadar ABD’nin en gelişmiş savaş uçağı olan F-35 programının bir parçasıydı. NATO üyesi bir ülkenin Rus savunma sistemleri satın alması infiale neden oldu ve Washington, Türkiye’yi ciddi yatırım yaptığı programdan çıkardı, uçakların da gönderilmeyeceğini açıkladı. Türkiye’nin buna rağmen program için parça üretmeye devam ettiğini direkt bakan seviyesinde duyduk. Türkiye, bugünlerde ise eski jenerasyon F-16’ların alımı için mesai harcıyor. Türkiye’nin zaten alacağı uçakların eski jenerasyonunu alma ihtimalinin ortaya çıkması bazı çevrelerde ‘zafer’ gibi anlatılıyor. Oysa Türkiye, dış politikada yaptığı acele ve duygusal hamlelerin sonucunda bu duruma düştü.

Türkiye dış politikası, bugünlerde ise çok önemli bir normalleşme döneminden geçiyor. Ankara’nın hedefinde gerçekten Türkiye’nin tekrar bölgesel güç olarak konumlanması varsa, ‘coğrafi mahallesi’ndeki ülkelerle iyi ilişkilere sahip olması kritik önemde. Bu doğrultuda İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ermenistan’la, hatta Mısır’la ilişkilerde önemli adımlar atıldı. Ancak bu adımlar, ilişkilerin ağır suçlamalarla ağır hasar görmesi sonucunda gerekir hale geldi. AKP iktidarı, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra BAE’yi darbeyi fonlamakla suçlamıştı. Bu normalleşme süreci, ekonomideki baş aşağı gidişten çıkış yolu olarak görüldüğü için yürürlüğe sokuldu. BAE’de Kraliyet ailesi değişmedi; ülke hâlâ kısa süre öncesine kadar Ankara tarafından ağır bir dille suçlanan insanların yönetiminde. İsrail’de iktidar değişse de Filistinlilere yapılan uygulamalar değişmiş değil. Mavi Marmara krizi ise bir süredir gündemde değil.

BAE Veliaht Prensi Nahyan ve Erdoğan

Mısır’la yaşananlara baktığımızda da, AKP’nin dış politikada zaman zaman nasıl duygusal hamleler yaptığını hatırlatan önemli bir örnek. Mısır, bölgenin önemli güçlerinden ve Türkiye’nin iyi ilişkilere sahip olduğu bir ülkeyken, Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Müslüman Kardeşler iktidarı, Abdülfettah es Sisi’nin darbesiyle devrildi. Erdoğan, Sisi’ye karşı yıllarca çok sert ifadeler kullandı, Mısır’la ilişkiler koptu. Erdoğan, Sisi ile herhangi bir şekilde ilişki kurulmasına ekseriyetle karşı çıktı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, TSK’nın Suriye’nin kuzeyindeki operasyonu için “Barış Pınarı da desek akan su değil kandır” dedikten sonra yaşananlar da hafızalarda. AKP iktidarı Akıncı’ya çok sert tepki gösterdi. Öyle ki 2020’de AKP; Türkiye’nin ‘bağımsız bir devlet’ olarak tanıdığı KKTC’nin seçimlerinde bizzat Ersin Tatar’dan yana taraf tuttu. Hatta, Akıncı, MİT’in, kendisinin kazanmaması için seçimlere müdahil olduğunu iddia etti.
Bu arada yıllar boyunca adada federasyon çözümünü savunan, bunun hayata geçmesi için Rum Yönetimi’nin direndiği Annan Planı ve Crans Montana’yı destekleyen AKP, Akıncı iktidarının sonunda ‘iki devletli çözümü’ desteklemeye başladı.

Dış politikadaki gelişmelere bir zincirleme reaksiyon olarak da bakabiliriz. Türkiye o kadar izole oldu ki; uluslararası arenada taviz vermek zorunda kalır hale geldi. Cemal Kaşıkçı, İstanbul’un ortasında Suudi ajanlar tarafından öldürüldü; cesedi bile yok edildi. Türkiye, sayısız rapora göre Suudi Arabistan devletinin işlediği kaydedilen cinayetin davasını, yargısı bağımsız olmayan bu ülkeye teslim etti. Kaşıkçı davası, Ankara-Riyad ilişkilerinde belki de en büyük dikendi. AKP, ekonomiye biraz can olur umuduyla, Suudi Arabistan’la ilişkileri iyileştirmek için bu yönde bir adım attı.

AKP’nin dış politika tezlerinden biri ‘Komşularla sıfır sorun’ politikasıydı. Bu tezin yazarı, aynı zamanda Türkiye’yi Suriye’yle savaşa soktu. IŞİD, Türkiye için açık bir terör tehdidi oluşturuyordu; ancak Türkiye aynı zamanda Esad rejimine karşı taraf oldu. Bu vesileyle Ankara’nın bazı noktalarda dostu haline gelen Rusya, aynı zamanda askeri bir çatışmada Türkiye’ye karşı taraf haline geldi. 27 Şubat 2020’de Rusya ve Suriye, İdlib’de füzelerle 36 Türk askerini öldürdü. Erdoğan, akabinde gittiği Moskova’da, Rusya Devlet Başkanı tarafından dakikalarca kapıda bekletildi. Rus devlet televizyonu, bu görüntüleri, alay edercesine ekrana yerleştirdiği bir sayaçla verdi.

Zincirleme reaksiyona bir başka örnek de, Doğu Akdeniz krizi. Ankara’nın karşısına aldığı Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail ve Mısır gibi ülkeler karşısında birleştikleri Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de çıkmaza soktular.

AKP iktidarı, dış politikadaki en büyük başarılarından birini ise bu sene elde etti. Ankara’nın Rusya-Ukrayna savaşında üstlendiği kolaylaştırıcı ülke rolü iki ülke tarafından da kabul gördü. Türkiye; savaş çıktıktan sonra 10 Mart’ta Rusya ve Ukrayna’yı bakanlar seviyesinde masaya oturtmayı başaran ilk ülke oldu. Daha sonra da müzakere heyetleri Dolmabahçe’de bir araya geldi.

Ankara, aynı zamanda iletişim kanallarını açık tutmak için Rusya’ya yaptırım uygulamayacağını açıkladı. Burada ekonomik endişelerden veya oligark parası umudundan farklı bir yere dikkat çekmek istiyorum. Almanya, yaptırımlara katılmasına rağmen enerji ve silah gönderimi konusunda çekimser davrandığı için Batı medyası tarafından yerden yere vuruluyor. NATO üyeliği ve AB adaylığı vesilesiyle Batı kampının bir üyesi olan Türkiye’nin yaptırımlara katılmaması ile ilgili ise bir makale görmek zor. Çünkü Batı, Türkiye’nin bir ölçüde kendinden koptuğunu kabullenmiş, hatta sindirmiş durumda. Türkiye’nin yaptırımlara katılması, birçok başkent için daha şaşırtıcı olurdu, diyebiliriz.

Türkiye, Rusya- Ukrayna savaşında oynadığı tartışılmaz önemli rol ile diplomasi arenasında tekrar adından söz ettirmeye başlasa da, bu Batı’yla pamuk ipliğine bağlı hale gelen ilişkileri anında çözmeyecek; güven krizini bitirmeyecek. Churchill’in dediği gibi, ‘yıkmak kolay, inşa etmek zor.” İlişkilerin koptuğu veya kopma noktasına geldiği ülkelerle ne kadar “işbirliği anlaşması” imzalanırsa imzalansın, güven sihirli bir değnek değmiş gibi tekrar tesis edilmeyecek. Normalleşme uzun yıllar alacak. 2023’te AKP de seçilse, muhalefet de iktidara gelse; Türkiye’yi tekrar diplomasi arenasının saygın bir ülkesi haline getirmek için çok ciddi emek sarf edilmesi gerekecek.

Tüm bunların yanı sıra, Batı ittifakının aynı zamanda bir demokrasi ittifakı olduğunu unutmamak gerek. Türkiye’nin son yıllarda insan hakları ve demokrasi konusunda istikrarlı olarak kötüye giden sicili, Batı dünyasıyla yakın ilişki kurma kararı verse bile karşısına sürekli çıkacaktır. Türkiye kâğıt üzerinde hâlâ bir AB adayı ülkesi olsa bile Türkiye’nin şu anda ne Kopenhag ne de Maastricht kriterlerine uyduğunu savunabilecek bir AKP’li yönetici olduğunu bile düşünmek zor. AB’nin, Türkiye’ye karşı sergilediği yanlışları kabul etmek, bu durumu değiştirmiyor.