Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener ile birlikte 2008’de yaptığı “Türkiye’de Farklı Olmak, Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” araştırması çerçevesinde hazırladığı rapor, büyük tartışmalara yol açtı. Özellikle Fethullah Gülen hareketi ve liberal kesim tepkiyle karşıladı. ‘Yanlı’ yaftası yapıştırıldı. Prof. Toprak, Milliyet gazetesinde iki gün üst üste yayınladığı yazı dizisinde özellikle bu kesimlere yanıt verdi.
Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın Fethullah Gülen hareketi ve liberallere yönelik analizleri ve saptamaları oldukça ilginç. Özetle şöyle:
Gülenciler karşı çıkmalıydı
“Araştırmaya yöneltilen eleştirilerin çoğu Fethullah Gülen hareketine yakın gazete, dergi ya da televizyon kanallarından geldi. Hatta eleştiri sınırlarını aşıp aleyhimizde ‘kampanyaya’ dönüştü. Gülen hareketi içinde şahsen tanıdığım ve saygı duyduğum isimlerden yola çıkarak, bu araştırmada bahsedilen ve farklı kimliktekilere karşı uygulanan dışlama, aşağılama, hatta kimi zaman şiddete varan davranışlara, benzer baskılardan mustarip olmuş ‘İslami kesimin’, özellikle diyalog/birlikte yaşamak/kültürel çeşitlilik gibi ilkeleri önemsediği belirtilen Gülen hareketi mensuplarının, karşı çıkmalarını beklerdim.
Oysa bu yapılmadığı gibi, raporda bahsedilen insanlara ve kesimlere empatiyle bakan, bu anlatılanları ciddiye alıp tüm Müslümanların bu tür ayrımcılık ve ötekileştirmeyi kınaması gerektiğini dile getiren tek bir ses duymadım. Bu tavrın, Gülen hareketinin diyalog ve uzlaşı çağrılarına ağır bir darbe indirdiği kanısındayım.
Diyalog ve hoşgörü önemli mi?
Gülen hareketinin aleyhimizde yürüttüğü kampanyanın arka planında, tabii ki bu hareket hakkında raporda yer alan bölümler var. Bu konuda bilgi toplamak amaçlarımız arasında değildi. Ancak, konuştuklarımızın tümü, sormadığımız halde bize Gülen hareketini anlattıkları için duyduklarımızı rapora eklemek zorunda kaldık. ‘Baskı’ denince insanların bu hareketi anlatmaya başlamaları, hareket içinde gerçekten diyalog ve hoş görüyü önemseyenlerin düşünmesi gereken bir sorun. Oysa araştırma aleyhine yürütülen kampanya bırakın bu tür bir özeleştiriye girişmeyi, hakkında övgü dışında söz söylemenin bile diyalog ve uzlaşı gibi kavramları nasıl unutturabileceğini gösterdi.
Rapor hakkındaki eleştirilerde, Gülen hareketi hakkında bize anlatılanların ne gibi yanlışlar içerdiğinin sorgulandığına rastlamadım. Bulunabilen tek yanlışımız, öğrenciler için düzenlenen yemek davetlerinde ikram edilen etli pilavın isminin ‘maklube’ yerine ‘makrube’ olarak yazılmış olması idi. Araştırmamız hakkında Zaman’da birer yazı yayınlayan Ekrem Dumanlı ve Ali Bulaç bu affedilemez hatayı, araştırmamızın ne denli gayr-ı ciddi olduğunun kanıtı olarak gösterdiler. Oysa bize ‘makrube’ olarak aktarılan bu kelimeyi tabii ki araştırmış, ancak Osmanlıca ve Türkçe sözlüklerin hiçbirinde bulamadığımızı belirtmiştik. Üstelik ‘maklube’ kelimesi de hiçbir sözlükte yok.
Devletçi ilan edildik
Araştırmamız da, Gülen cemaatine ait Işık Evleri’nde kalan öğrencilere giyim kuşamlarından dinledikleri müziğe, seyrettikleri televizyon programlarından okudukları kitap, gazete ve dergilere, karşı cinsle arkadaşlık edebilmekten geceleri sokağa çıkmaya kadar pek çok yasak konduğu hakkındaki şikâyetleri aktardığımız, evlerde görevli ‘ağabeyler’, ‘ablalar’ ve ‘imamlar’ kanalıyla üniversite öğrencilerinin bugüne kadar takip edilmiş olan eğitim felsefesinden farklı bir dünya görüşüne sahip olmaları için yaşamlarının şekillendirildiği, kız öğrencilere örtünmeleri doğrultusunda telkin yapıldığı vb. uygulamalar karşısında Işık Evleri’nin denetime tabi tutulması gerektiğini söylediğimiz için ‘devletçi’ bir bakış açısına sahip olmakla da suçlandık.
Neo-liberal öğretilerin devletin rolünü arka plana itmiş olması, günümüzdeki modern devletlerin eğitim, sağlık ve benzeri hizmetleri tüm vatandaşlarına sunmakla yükümlü olduğunu, devletin basma kumaş, lastik ayakkabı ya da şeker üretimi yapmasıyla gençleri eğitmenin aynı kategoride sayılamayacağını unutturmuş gözüküyor.
Türkiye’de sosyal devlet kavramı büyük ölçüde bir anayasa maddesi olarak kaldığı için olsa gerek, çağdaş demokrasilerin hemen hemen tümünde devletin yerine getirdiği bu tür hizmetler eskimiş bir devletçilik anlayışının göstergesi sanılıyor.”
Liberallerin tavrı
Prof. Dr. Binnaz Toprak, yazı dizisinin ikinci bölümünde ise liberallerin eleştirilerine yanıt verdi. “Baskı, hakaret, dışlama, hatta şiddete maruz kalan insanların haklarını koruyacakları yerde, araştırmaya ‘takım’ esprisiyle yaklaşmalarının, siyasal liberalizmin temel aldığı haklar ve özgürlükler felsefesiyle ilgisi yok” dedi. Toprak, özetle şöyle devam etti:
Laikler de görmezden geldi
“İslami kesim araştırmayı ‘operasyonel’ ilan ederken, hatta kimi ‘liberal’ yazarlar daha da öteye gidip bizi ‘derin devlet’ odaklarına bilgi sunmakla suçlarken, laik kesimden kimi yazar ya da yorumcular Türkiye’deki bu bölünmüşlüğün tam da bu tür otoriter uygulamalarla bağlantılı olabileceğini görmezden geldiler.
Türkiye’de “liberal” olarak tanınan köşe yazarlarının, birkaç kişi hariç, baskı, hakaret, dışlama, hatta şiddete maruz kalan insanların haklarını koruyacak yerde araştırma sonuçlarını yukarıda bahsettiğimiz ‘takım’ esprisiyle karşılamalarının, siyasal liberalizm öğretisinin temel aldığı haklar ve özgürlükler felsefesiyle ilgisi olmadığını herhalde söylememe gerek yok.
Aynı şekilde, kendilerini iyi birer Müslüman, dolayısıyla zımnen vicdanlı kişiler, olarak tanımlayanların raporda bahsedilen ve bazıları insanın içini sızlatan anlatılara duyarsız kalmaları anlaşılacak gibi değil. Araştırma sonuçlarını dini vecibelere itiraz edildiği şeklinde çarpıtan yazılara ya da sözlü yorumlara ne gibi cevap verilmesi gerektiğini ise bilmiyorum.
İçerden ve dışarıdan Anadolu
Benzer şekilde bu araştırma, sosyal bilim kuramcılarının 1970’li yıllardan bu yana zaten bildikleri, ancak Türkiye’deki popüler düşünce dünyasında pek de farkında olunmayan başka bir gerçekliği de ortaya çıkardı. 1950’li ve 60’lı yıllardaki modernleşme paradigmalarının aksine, iktisadi kalkınmanın toplumsal ve kültürel değişimi beraberinde getirip çağdaş değerlerin toplumda benimsenmesine yol açacağı türü iktisadi değişime yüklenen beklentilerin pek de gerçekçi olmadığını gösterdi.
Araştırma raporunda belirttiğimiz gibi, Anadolu kentlerini ‘turist’ olarak gezdiğinizde, bu kentlerdeki geniş bulvarlar, beş yıldızlı oteller, büyük alışveriş merkezleri, yepyeni binalar Türkiye’nin geleceği hakkında insana umut veriyor. Ne var ki, “içeriden” baktığınızda bu umut yerini hemen bunalmışlık duygusuna bırakıyor. Uzun süredir sözü edilen o müteyeddin “yeni orta sınıf” ve “çağdaş değerlere eklemlenen cemaatler” hiç de öyle hepimizi daha özgür yaşayabileceğimiz bir ortama taşımayı vaat etmiyor.
Fethullah’ın uygulamaları
Araştırma sonuçlarının sorguladığı bir başka iddia ise, Türkiye’deki bu kültürel bölünmüşlüğün aslında bir sınıf mücadelesi olduğu, küresel ekonomik yapılanmalara entegre olmakta güçlük çeken ve çağdaş dünyaya sırtını çevirmiş olan “laik” kesimin dindar müteşebbislerin başarılarına tepki gösterdiği.
Bu iddia, örneğin, Anadolu’da Fethullah Gülen hareketinin, bize anlatıldığı kadarıyla, kendisinden olmayan esnaf ve işadamlarına uyguladığı reklam verdirtmeme, alışveriş edilmesini önleme, devlet ihaleleri ya da kredilerini almasının zorlaştırılması, ara hizmetleri sunan işyerlerinin boykot edilmesi v.b. uygulamaları göz ardı ettiği gibi, zaten küresel ekonomiye entegre olma açısından hiçbir ümidi olmayan devlet memurlarının, hatta farklı kimliklerinden dolayı belediye inşaatlarında çalışmanın dahi kendilerinden esirgendiği düz işçilerin, kıt kanaat geçimleriyle küresel aktörlerden biri olmayı hayal ettiklerini ve bu aktörlerle sınıfsal bir mücadeleye girmiş olduklarını varsayıyor. Küresel ekonomiye uyum sağlamış, devlete sırtını dayamayan, ancak ‘İslami kesime’ dâhil de olmayan büyük şirketlerin ise böyle bir dertleri olduğunu sanmıyorum.
Ortak akıl yaratmamız gerekiyor
Ortak bir akıl yaratamadığımız takdirde Türkiye’deki bu kültürel kavganın daha ne kadar süreceğini kestirebilmek mümkün değil. Aynı zamanda politik bir kavga da olduğundan, bu konuda yapılan her araştırma, dile getirilen her görüş, kimin işine yaradığına bağlı olarak çarpıtılmaya açık.
Oysa ortak akıl üretebilmek, her şeyden önce, karşı taraftakilere empati duymakla mümkün. Onların seslerini dinlemek, onları dilsizleştirmemek, “sizi duyuyoruz ve bir daha bu sıkışmışlığı hissetmemeniz için önlem alacağız” diyebilmek. Bunu herkesin ve her kesimin söyleyebilmesi. Yukarıda bahsettiğim meslektaşımın sözüne katılıyorum. Bu araştırma Türkiye’nin gerçekten de iki kez röntgenini çekti. İlki hastalığa teşhis koydu, ikincisi ise hastalığı tedavi etmenin mümkün olmadığını gösterdi. Keşke, ilk röntgenle sınırlı kalabilseydi.
Prof. Dr. Binnaz Toprak kimdir?
1942 yılında doğan Prof. Dr. Binnaz Toprak, 1976 yılından 2008 yılı eylül ayına kadar Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. ABD’deki New York City Üniversitesi’nde “Türkiye’de İslam ve Siyasi Gelişmeler” konulu doktora yapan Toprak, Koç Üniversitesi ve Minnesota Üniversitesi’nde de ders verdi. Geçen yıl emekli olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne veda eden Toprak, Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne geçti. Toprak’ın Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından yayımladığı araştırmaları gündem oluşturdu. 2000 ve 2006’da Doç. Dr. Ali Çarkoğlu’yla yaptığı “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” araştırmaları, 2004’te Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte hazırladığı “İş Yaşamı, Üst Yönetim ve Siyasette Kadın” adlı araştırma, kamuoyunda yankı buldu. 2008’de yaptığı “Türkiye’de Farklı Olmak, Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” büyük tartışmalara yol açtı.