Kültür-Sanat

Gidelim Tatavla’ya! Çünkü geçmiş kadar geleceğimiz de hafızada

Hüseyin Irmak’ın kaleme aldığı “Gidelim Tatavla’ya” kadim bir semtin, kadim kültürlerine hem bir saygı duruşunda bulunuyor hem de “iyi okunursa” daha güzel, daha renkli, daha zengin bir gelecek için önemli fırsatları fısıldıyor

27 Nisan 2025 00:00

Güncelleme: 27 Nisan 2025 15:23

Dursun Ege Göçmen

Şehirlerin, semtlerin, binaların kısacası mekânların coğrafi ve mimari olduğu kadar kültürel ve sosyolojik açıdan da önemli işlevleri var. Önce toplumlar yaşadıkları mekânları inşa ediyor, bir süre sonra da bu mekânlar insanların kültürünü ve kimliğini oluşturmaya başlıyor.

Duyu organlarımızla kavradığımız bazı mekânların kendine özgü mizacı olan, sevdiğini bağrına basıp sevmediğini kovalayan, neredeyse soluk alıp veren canlı bir organizma haline gelmesi şaşırtıcı. Üstelik bu organizmanın ömrü insan kadar kısa da değil, yüz yıllar hatta bin yıllar boyunca yaşıyor. Bazen taş üstünde taş kalmayacak şekilde yıkılsa da varlığını sürdürüyor. Çünkü gücünü yalnızca somut olandan değil, yıllar boyunca içinde yaşayanların oluşturduğu gelenek ve göreneklerden, türkülerden, şarkılardan, hikâyelerden, anılardan, bir zamanlar var olmuş olmanın hakikatinden alıyor. İşte, eski adıyla Tatavla, yeni adıyla Kurtuluş bu gücü her yönüyle hissettiren bir semt.

Kirazlıköy’den Tatavla’ya, Tatavla’dan Kurtuluş’a…

Hüseyin Irmak’ın yazdığı, İstos yayınlarından çıkan “Gidelim Tatavla’ya” bu güçteki bir semtin kitabı. İstanbul’un Avrupa yakasının kalbinde, devasa beton yığınlarının arasında kalsa da onların gölgesinde kalmamış bir semt burası. Zaten Hüseyin Irmak da, kitabın alt başlığında “Görkemini Yitirmeyen Semt Kurtuluş” diyerek bunu vurguluyor.

Şişli ilçesinin bir semtidir Kurtuluş. Bu isim 1929’dan itibaren kullanılsa da ilk adı kiraz ağaçlarının bolluğundan dolayı Kerasohori’dir (Kirazlıköy). Ama MS 1267’de bir saray kararıyla Galata’ya kurulan Ceneviz kolonisine ait at tavlalarının (ahırlarının) burada yoğunlaşmasından sonra “Tavlalar” anlamına gelen “Tatavla” ismiyle anılır. Biz de yazı boyunca bu semtten, kuruluştaki asli unsur olan Rumların koyduğu ismiyle söz edeceğiz. Çünkü bir yerin ismini yalnızca orada yaşayanlar koymalı ve ancak onlar değiştirebilmelidir!

Hüseyin Irmak, bu semtin çocuğu; burada büyümüş, burada yaşıyor. Yazarın avucunun içi gibi bildiği bu bölgeyle ilgili kaleme aldığı ve yayına hazırladığı pek çok kitabı var. Aras yayınlarından çıkan Tatavla’dan Kurtuluş’a, Punto yayınlarından çıkan Dinler Arası Sevda Türküleri ve Kağıthane Belediyesi tarafından yayınlanan iki ciltlik Tarihi Kağıthane Köyünün Aileleri bu kitaplardan sadece bazıları.

1970’li yıllardan bugüne Tatavla’nın yaşadığı değişimin birinci elden tanığı olan Irmak kitapta yalnızca kişisel yaşanmışlıklar ve gözlemlerini paylaşmıyor. Hatta kitapta Hüseyin Irmak’ın bir tarihçi titizliğiyle çok ciddi araştırma ve emekle topladığı bilgilerin, belgelerin ve fotoğrafların ağırlığı daha fazla diyebiliriz. Bu yönüyle de kitap çok önemli ve ileride meraklısı kadar konuyla ilgili araştırma yapanların da başvuracağı arşivlik bir çalışma olmuş. Atina’daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi Müdürü Stavros Anestidis’in de kitabın önsözünü yazarak bunu vurgulamış olması çok değerli.

“Yanıltıcı izlenimlerden kurtaran ve olayların esas temel algısını sağlayan ciddi araştırma yolunu özveri, tutarlılık ve belirginlikle benimsemiş olan Hüseyin Irmak’ın bu kitabı, İstanbul’un, halen geçmişten gelen ruhunu belli ölçüde koruyan, sürekli değişse de kozmopolit doğasına sahip çıkan bu önemli semtinin tarihini, sakinlerinin yaşantısını çok sayıda fotoğraf eşliğinde aktaran, kent yaşamının devamlılığı açısından elzem olan bilgileri yazılı hale getiren önemli bir çalışma.” (syf. 14)

Hüseyin Irmak, 631 sayfalık bu hacimli kitapla Tatavla’nın yüzyıllar içindeki topografyasını çizerken bir envanter de çıkarıyor adeta. Semtin hem doğal hem de insan eliyle yapılmış yerlerini dip köşe gösteriyor. Tatavla’da vaktiyle olan ya da halen ayakta duran kiliseler, şapeller, camiler, ayazmalar, mezarlıklar, çeşmeler, okullar gibi yapılar ayrıntılarıyla anlatılmış. Tepeleriyle, yokuşlarıyla, sokaklarıyla adım adım geziyoruz bu semti. Eskiden dolu dizgin atların koştuğu yemyeşil çayırların önce bostanlara ve sonra da beton ormanlarına nasıl dönüştüğünü izlerken, günümüzde en iyi paskalya çöreği ya da topiğin kimler tarafından yapıldığı, en kaliteli mezelerin hangi sokaktaki hangi dükkânda satıldığı gibi önemli bilgileri de öğreniyoruz. Öyle ki, oraya daha önce adımını atmamış olan bir okuyucu bile semte gittiğinde nerede ne bulacağını bilerek dolaşabilir.

Semtin insan profili de, kimi zaman bir mekânı anlatırken kimi zaman özel bir başlık altında sahneye çıkıyor. Meşhur kabadayılar, tulumbacılar, sanatçılar gibi tanınmış ve adı bilinen simaların yanında, kendi saç tellerinden tablo yapıp saraya hediye gönderen genç kızlar gibi ismini değil ama izini bırakmış pek çok kahramanı var Tatavla’nın.

Hüseyin Irmak

Ötekilerin ve bıçkınların semtine sivil bir bakış

Hüseyin Irmak bu kitabı bir aidiyet duygusuyla yazmış olsa da objektifliği elden bırakmamış. Semtin vaktiyle zaptiyelerin bile girmekten çekindiği tekinsiz arka sokaklarını da, suça karışmış insanlarını da yazmış. Hatta semtle ilgili geçmişte yazılan karalayıcı gazete yazılarını bile kitaba koymaktan çekinmemiş. Bunu yaparken de kendi deyişiyle “kimseyle kavga etmeden”, “sivil bir dil” kullanmış.

Sivil demişken, Tatavla’nın ilk sahiplerinin bir bölümünün azatlı savaş esirleri ( kölelikten azat edilmiş) tersane işçileri olduğunu bu kitaptan öğreniyoruz. Zaten Tatavla en baştan beri “ötekilerin” hikâyeleriyle dolu. Ama bu ötekilikte ezilmişliğin doğasından kaynaklanan bir mağduriyet yok. Hatta bir bıçkınlık ve ne yaşarsa yaşasın vakur duran, Hüseyin Irmak’ın deyimiyle, “beni saymıyorsanız, ben de sizi saymıyorum be” diyen eyvallahsız bir duruş var. Bu açıdan kavgalara alışık bir semtin kavga etmeden yazılmış bir kitabı var elimizde!

Çoğunlukken azınlığa düşmüşlerin ve sonra da vatanından sürülenlerin semti Tatavla! En başta Rumların uzun süre homojen şekilde yaşadıkları semte, sonraları Ermeniler de yerleşiyor. Anadolu’nun dört bir yanından gelip İstanbul’da tutunmaya çalışan Türklerin ve Kürtlerin hikâyeleri ise son yüz yıllık süreçte eklenmiş semtin kütüğüne.

Hüseyin Irmak'ın Gidelim Tatavla'ya söyleşisi

Eğlencede eşitlenmenin adı: Karnavallar ve panayırlar

Hüseyin Irmak, semtin hikâyesini en başından anlatıyor. Tatavla’nın Bizans döneminde ilk sakinleri, semte adını da veren at tavlalarında çalışan seyisler. Osmanlı döneminde ise ağırlıklı olarak Haliç tersanesinde çalışan azatlı savaş esirleri mesken tutar burayı. Yani Tatavla’nın ağırlıklı sosyo-ekonomik yapısını el emekleriyle geçimlerini sağlayan, kendi yağıyla kavrulan insanlar oluşturmuş. Dünyanın her yerinde din, dil, ırk, renk nedeniyle ötekileştirilenlerin ve maddi açıdan yoksul olanların en büyük zenginliği maneviyat. Maneviyat demek de inanışla, ritüelle, sanatla, eğlenceyle, gelenek ve görenekle dolu kocaman bir dünya anlamına geliyor.

Ama Tatavla “ötekilerin ve bıçkınların” semti dedik ya, oturup dışlanmışlığına ve yoksulluğuna ağlayacak değil elbette. Aksine, şöhreti yüzyıllar boyunca sürecek bir şekilde eğlence dolu bir karnavalla gösterir tepkisini. Kitapta geniş bir yer ayrılan karnaval ve panayırlarla ilgili ilginç bilgiler öğreniyoruz.

“Şehrin en kitlesel etkinliği olarak bölgede hükmünü asırlarca sürdüren karnavalda, kral ya da padişah da papaz da imam da müzik eşliğinde mizah konusu yapılmaktadır. Her türlü otoriteyi eleştirebilen en sivil söz söyleme zeminidir. Tatavla Karnavalı, bütün yılın stresinin aşırılıklar, müzik, dans ve isyanla atıldığı bir etkinliktir, ayrımsız ve sınıfsızdır.” (sf.35)

Maskeli ve kostümlü oluşuyla zenginin yoksuldan, dışarıdan gelen ile semtin yerlisinin, tanınmış olanla sıradan vatandaşın, hatta kadın ve erkek cinsiyetlerinin bile belirsizleştiği bir karnavaldır bu. “Ehlileştirilmek” için dinsel bir takvim içine alınsa da, kitabın yazarının belirttiği gibi tüm otoritelere kafa tutmayı becermiştir. Ancak semti sarsan büyük yangınlara siyasal iklim de odun atınca 1940’lı yılların başında sokakları ve caddeleri dolduran karnaval neşesi sönümlenir. Artık eğlenceler cemaat içinde küçük kutlamalar haline dönüşür.

Ama başta dediğimiz gibi bazen soyut olanın gücü somut olandan fazladır. Yarım asırdan fazla süre sonra geçmişte olan karnavalın ruhu birilerini gıdıklar ve kitabın yazarı olan Hüseyin Irmak’ın da dahil olduğu bir grup Tatavlalı 2009’dan itibaren karnavalı yine ait olduğu yere yani sokaklara çıkarmaya başlar. Deprem ve pandemi gibi talihsizlikler nedeniyle bazen yine kesintiye uğrasa da karnavalın coşkusunun ve katılanların sayısının her geçen yıl arttığını öğrenmek sevindirici.

Rio Karnavalı, Brezilya’nın kültürel olduğu kadar ekonomik açıdan da en büyük markalarından biri. Ondan bile önce başlayan ve yüz yıllarca süren Tatavla Karnavalı neden yeniden canlandırılıp böyle bir marka haline getirilmesin? Belki “karar vericiler” de bu kitabı okur, bu yöndeki çalışmalara destek olurlar.

Geçmiş ve gelecek ya da unutmak ve hatırlamak

Bu kitabı okurken görkemli bir semte hayranlıkla birlikte mahcubiyet duyarak da bakıyor insan. Daha yetmiş yıl kadar önce burada ağırlıklı olarak Rumların yaşadığını ancak vatanlarından açıktan ya da örtülü yöntemlerle sürüldüklerini hatırlıyorsunuz. Öyle ya, hafıza da zihnimizin içinde bir mekân aslında; unutmak gibi hatırlamak da orada gerçekleşiyor! Unutmak geçmişle ilgili, hatırlamak ise geleceğe yönelik bir edim sanki.

Hüseyin Irmak “Gidelim Tatavla’ya” diyor ve vatanından olan vatandaşlarımızın bu ülkeye kazandırdıkları başarıları tek tek sıralıyor. Örneğin, Türkiye’nin ilk jimnastik kulübü pek çoğumuzun sandığı gibi üç büyüklerden (Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe) biri tarafından değil Tatavla’da yaşayan Rum sporcular tarafından kurulmuş: Tatavla İraklis Jimnastik Kulübü.

“Kulübün açılış töreni 1896’da on beş asır sonra olimpiyatların başlatılması nedeniyle Atina’da yapılan törenle aynı gün gerçekleştirilir.

Tatavla İraklis Jinnastik Kulübü, Türkiye’nin ilk sistematik spor kulübü olarak kabul edilmektedir. Adını, gücün sembolü Herakles’ten alan kulübün renkleri önce siyah beyazken bir süre sonra kırmızı siyah olarak belirlenir.

Kulüp merkezi, günümüzde kullandığı binanın hemen arkasındadır. Bu sokak, 29 Kasım 1909’da oraya düşen uçaktan sağ kurtulan pilotun adıyla, Bleriot sokağı olarak anılacak olan sokaktır” (syf.173)

Kulüp günümüzde çalışmalarını, o zamanlar İlerleme ve Eğitim Derneği’nin merkezi olan binada sürdürüyor. Hüseyin Irmak’ın Gidelim Tatavla’ya kitabıyla ilgili söyleşisi de geçtiğimiz haftalarda burada yapıldı. Zemin kattaki salonda yapılan söyleşi sırasında üst katta antrenman yapan çocukların seslerini duymak ilginç olduğu kadar güzeldi.Hüseyin Irmak'ın Gidelim Tatavla'ya söyleşisi

Yine çoğumuzun bu kitaptan öğreneceği bir bilgi; ülkemize ilk olimpiyat madalyasını da bu kulübe bağlı iki sporcu getirmiş! 1906 Atina Olimpiyatları’nda Mekteb-i Sultani yani Galatasaray Lisesi öğrencileri olan Alibrandis kardeşler iki altın madalya kazanıyor. Yorgos Alibrandis daha sonra olimpiyatlardan kaldırılan ipe tırmanma dalında, kardeşi Nikollos Alibrandis ise pentatlon dalında birinci geliyor. Evet bu sporcu kardeşler Rum’du ve ikisi de bu topraklarda doğup bu topraklarda öldüler. Toplumsal bellekten silinseler de bu ülkeye yaşattıkları onuru hatırlatan Olimpiyat Çelengi Kurtuluş Aya Lefter Mezarlığı’ndaki mezar taşlarında kazılı.

Öteki olmak ya da “Batan bir seyyareyim”

Öldükten sonra unutulmaktan kötüsü de var: Yaşarken yok sayılmak! Milli basketbolcularımızdan Yakovos Bilek gibi... Onun başına gelenleri de Hüseyin Irmak’ın kitabından öğreniyoruz: 1946’da Atina’da oynanan Yunanistan-Türkiye karşılaşmasında takımının kazanmasını sağlayan iki Rum oyuncudan biridir. İstanbul’da oynanan rövanş maçında mağlup olsalar da Türkiye adına en çok sayı yapan oyuncu yine Bilek’tir... Rum oluşu, Yunanistan karşısında ülkesi Türkiye için canla başla çalışmasına engel olmaz ama daha sonra Mısır’a gidecek takımda yer bulmasına engel olur. Nedensiz, gerekçesiz, takıma alınmamak Yakovos Bilek’i üzer ve kırar. Arkadaşlarına hitaben yazdığı mektupta, iki yüzlülüğü incelikli bir şekilde teşhir eder. “Halbuki ben dairemi çizerek elimden geldiği kadar memleketime bütün kuvvetimi harcadıktan sonra batan bir seyyareyim (gezegen).”

Kendisi için “batan bir gezegen” benzetmesi kullanan Bilek’in bu satırları yazarken, mensubu olduğu Rum topluluğunun başına 6-7 Eylül 1955’te gelecek felaketi önceden sezip sezmediğini bilmiyoruz. Ancak bir yıl sonra, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’e kendilerinin de bu ülkenin yurttaşı olduklarını hatırlattığını yine yazdığı bir mektuptan okuyoruz.

Gelecek için gidelim Tatavla’ya…

Hüseyin Irmak’ın kaleme aldığı Gidelim Tatavla’ya kadim bir semtin, kadim kültürlerine hem bir saygı duruşunda bulunuyor hem de “iyi okunursa” daha güzel, daha renkli, daha zengin bir gelecek için önemli fırsatları fısıldıyor. Homojenliği kaybolsa da içinde yaşayan insanlarıyla, tarihiyle, kimliği ve kişiliğiyle, halen ayakta olan mimari yapılarıyla, Paskalya zamanı sokaklarında duyulan sakız kokularıyla, Çan ve Ezan sesleriyle, karnavallarıyla, müziğiyle, şarkılarıyla özel bir semt Tatavla.

Burada doğmuş ve büyümüş ancak örtülü ve açık zorlamalar yahut daha iyi bir gelecek umuduyla başka ülkelere göçmüş insanların kalbi hâlâ burada atıyor. Başta Yunanistan olmak üzere dünyanın dört bir yanında yaşayan “Tatavla’nın diyasporası” geçmiş günleri özlemle hatırlıyor ve fırsat buldukça da gelip ziyaret ediyor. Ancak bu insanların çocukları ya da torunları bir masal gibi dinliyor büyüklerinin anılarını...

Türkiye’de yaşayanlar hatta semtin yeni sakinleri de yeterince tanımıyor Tatavla’yı. Böyle oldu diye böyle kalmak zorunda değil ama! Tatavla’nın tüm varlıklarıyla bir kültür mirası olarak korunması çok önemli. Semte son yıllarda dünyaya daha açık genç nüfusun yerleşmesi bu açıdan umut verici. Bir zamanlar burada yaşayan insanların hakkını teslim etmek, onların kendi vatanlarına kattığı değerleri hatırlamak kuşkusuz bizi daha aydınlık ve güzel bir dünyaya götürür. Böyle bir dünyada yaşamayı kim istemez ki. O zaman Gidelim Tatavla’ya...