Yasemin Çongar
(Taraf, 7 Nisan 2012)
Evden ayrılmak bir nevî cihaddır aslında. Bir cihet arayışıdır; kaybolmayı göze almak, yönünü tek başına bulmaya cüret etmektir. Evden ayrılmadan kendine varamazsın, evden ayrılmadan büyüyemezsin. Nerden öğrendik tam bilmiyorum ama böyle öğrendik biz. Hemingway’in her hikâyenin sonunda kasabayı terk eden delikanlılarını sevmeme ihtimalimiz olmadı hiç. Seyyarlığı, seyyahlığı, sürgünü, ait olmamayı ve çok uzun kalmamayı seçenleri nedense kendimizden bildik. “Biz” derken bir kavimden, bir kuşaktan söz etmiyorum elbet. Biz, belki de sizsiniz: “Kim bu biz” sorusu zihninde belirmeden okuyanlarınız şimdi; kasabadan ayrılan delikanlıyı her düşündüğünde “nihayet” diyenleriniz; hangi yaşta, hangi meşrepten olursanız olsun, evinizi görünüşte hiç sebepsiz, ama aslında başka türlüsü mümkün olmadığı için terk ettiğinizi kimselere anlatmazken, bunu içten içe bilenleriniz.
Çok sevdiğim bir cümlesinde, “Seyahatte ilk keşfettiğin şey” der Elizabeth Hardwick, “artık varolmadığındır.” Kapıyı çekip çıktığında zira, sadece evi ve evdekileri değil, kendini de bırakırsın geride. Eşiği geçtikten sonra, artık her adımınla seni tanıyanlardan uzaklaşırsın. Senden, isminden, eskilerin ve ümitlerinle seni “sen” yapan her şeyden bîhaber bir dünyaya doğru ilerlersin. Bazısı için kendi sokağının sonunda başlar isimsizlik; yüzleri birer tüketim mâmulü gibi zahirî âlemlerde gezinip duran talihsizlerinse denizler aşması, ücralara varması gerekebilir.
Ama sonunda bir an gelir ve senin için “bakir” bir diyarda, herkes için “sır” bir adam, “sır” bir kadın olarak yürürsün bir süre. Evinden uzak yerlerde, onlar seni bilmezler, sen onları bilmezsin. “Biz”den bir meslektaşın deyişiyle, sen evden uzaklaştıkça “isminin kudreti de, cezası da geride kalır.” Bilinmeyenin bağrına açılan her seferin, her gözüpek göçün özeti de bu değil mi aslında?
Her göç, insanın kendinden dışarı bir adım atmasıyla başlamıyor mu? Ve her göç, ebediyen eksik bir kopuş olarak kalmıyor mu? Her göç, nihayetinde bir yerinden bölmüyor mu insanı? Bir ayağı arafta yaşamak değil mi göçmenlik?
Hiç dönmeyecek bile olsak, dönüşün bizim için hep bir ihtimal olarak kalması bu yüzden sanırım. Kendimizi bulmak için, kökümüzü bulmak için er geç yeniden yollara düşmemiz gerekebileceğini biliyoruz. Yokluğumuzda hiç bir şeyin aynı kalmadığını, ayrıldığımız evin bizi öylece durup beklemediğini, değiştiğini, dağıldığını, belki de öyle bir evin zaten hiç olmadığını, aslında vaktiyle dört duvardan ziyade, bir duyguyu terk ettiğimizi de seziyoruz oysa… Zamanın o duyguyu nasıl usul usul öğüttüğünü görüyoruz.
Hayalle hakikat arasındaki medceziri hiç dinmeyen saatler, evimizin hayalini getirip her seferinde biraz daha incelmiş bir kum yığını halinde ayaklarımızın dibine bırakıyor sanki ve sonra, yine hakikate doğru geri çekilirken hep daha fazlasını kendi karanlık karnına alıp götürüyor. Götürsün. Dönmenin imkânsızlığını sezmek, dönüş ihtimaline sahip çıkmaktan vazgeçirmiyor bizi. Gitmek, şifasından sual olunmayan bir muska gibi, sihri asla sınanmayacak bir anahtar gibi boynumuza asılı, orada göğsümüzde duruyor hep.
Ayrılsak da birlikte de olsak, hatırla!
Nesli tükenmekte olan bir gazeteci türünün temsilcisiydi o; çok güzel hikâye anlatırdı. Vakitsiz düştü toprağa, buna rağmen ardında çok hikâye bıraktı; onlardan birini okuyorum şimdi. Evini aramak için evinden ayrılan bir adamın hikâyesi. Sen giderken “aile isminin kudreti de cezası da geride kalır. Vardığın bu yeni yerdeki hiçkimse, senden öncekilerin binbir güçlükle inşa ettikleri itibarının farkında bile değildir” diyor hep genç kalacak bu gazeteci; sonra kayıp bir geçmişi taş üstüne taş koyarak yeniden kurmaya girişmesinin gerçek hikâyesini anlatıyor.
House of Stone : A Memoir of Home, Family, and a Lost Middle East (Taş Ev: Bir Ev, Aile ve Kayıp bir Ortadoğu Hâtıratı), Anthony Shadid’in yayımlandığını göremediği son kitabının adı. Shadid’i hatırlıyor olmalısınız. İki ay önce, Beşşar Esed karşıtı isyancılarla konuşup, gazetesi New York Times’a yazmak için, Türkiye sınırındaki dikenli tellerin arasından geçerek gizlice Suriye’ye girmişti.
İdlib ve civarında bir hafta kaldı, yeterince gözlem yapıp haber topladıktan sonra dönmek üzere Türkiye sınırına doğru yürürken, şiddetli bir astım krizi geçirdi, yolun ortasında durdu, eğildi, iki büklüm oldu, elleriyle büyük bir kayayı kavrayıp üzerine kapandı, o halde biraz çırpındı, sonra sakinledi, nefesi zayıfladı, giderek azaldı ve kısa bir süre sonra tamamen durdu. Son anlarının tanığı olan yakın arkadaşı Times fotomuhabiri Tyler Hicks’in yarım saat boyunca sunnî teneffüs yaptırması işe yaramadı. Oklahoma City doğumlu Shadid, doğduğu şehirden on bin kilometre uzakta ama ailesinin tam bir asır önce terkettiği toprakların yanıbaşında, son on yıldır hikâyelerini dünyaya anlatmak için boydan boya dolaşıp durduğu bir diyarın orta yerinde öldü. Kırk üç yaşındaydı.
Irak Savaşı’na ilişkin haberciliği nedeniyle 2004 ve 2010’da iki kez Pulitzer Ödülü kazanan, 2002’de Ramallah’da bir İsrailli askerin omzundan vurduğu, 2011’de Mübarek’in devrilişini Kahire’de izlerken Mısır polisiyle çatışan, birkaç ay sonra Libya’da Kaddafi yanlısı milislerin elinden Türkiye’nin arabuluculuğu sayesinde kurtulan Shadid’in, “kendine dönmek için Ortadoğu muhabirliğine mola verdiği” bir senenin ürünü House of Stone.
2006’da Hizbullah ile İsrail arasındaki savaşın bitiminden, 2008’de iç savaşın hayaletini yeniden Beyrut sokaklarına salan çatışmalara kadar geçen sürede, İsrail askerlerinin önce ele geçirip sonra bıraktıkları Marcayun Kasabası’nda kalıyor Shadid; amacı, 2006’daki savaş sırasında kendine verdiği sözü tutmak. Sınıra dokuz kilometre uzaklıktaki bu Lübnan yerleşiminde, büyük büyükbabasının Birinci Dünya Savaşı sırasında terk ettiği bir ev var; yıllardır boş duran binayı, ilk kez İsrail roketleriyle yıkıldıktan sonra gören Shadid, “Birlikte de olsak, ayrı da bütün aileme hitap eden cümlelerin bir timsali olarak sana sahip çıkacağım” diye fısıldıyor evin harap duvarlarına, “Geçmişi hatırla. Marcayun’u hatırla. Kim olduğunu hatırla! ” Sözünü tutuyor, bütün bir seneyi üst üste koyduğu taşlarla evi, yan yana dizdiği kelimelerle de evin temsil ettiği geçmişi hatırlamaya adıyor; isminin kudretini de cezasını da yeniden hissetmek için ve hissettikçe, o güne dek sebebi belirsiz bir sızı gibi ruhunda taşıdığı eksikliği keşfedip, kabullenmek için.
Sepya bir anlatımı kesen kırmızı cümleler
“Arapça” diye yazıyor Shadid sonradan öğrendiği anadiline duyduğu hayranlığı gizlemeksizin, “binlerce yıl boyunca, pek az şeyi tarifsiz bırakıp, hiçbir nüansa gölge düşürmeyecek şekilde yavaş yavaş evrildi. Beyt, kelimenin tam anlamıyla ‘ev’ demektir ama akla düşürdüklerinin yankısı odaların, duvarların ötesine taşarak, aileye ve yuvaya dair özlemlerin hepsini birden çağırır. Ortadoğu’da beyt kutsaldır. İmparatorluklar çöker. Ülkeler yıkılır. Sınırlar yerinden oynar ya da yeniden birleşir. Eski sadakatlar erir gider ya da hiçbir ikazda bulunmaksızın değişiverir. Bina ya da bildik bir yer olarak ev ise, nihayetinde, gücünü yitirmeyen tek kimliktir.”
Shadidlerin Marcayun’daki aile evi, geçmişin kayıp, geleceğin ise hep muğlak olduğu bir diyarda “tek sabit” olan beyt kavramını temsil ediyor gerçekten de. İsber Samara, geçen asrın başında, biraz da kendi Bedevî geçmişine, ailesinin göçebe alışkanlıklarına duyduğu tepkiyle, bir yerde durmak, yerleşmek, kök salmak için inşa etmiş bu evi. Sonra artık duvarları arasında yaşayacak kimse kalmadığında da “gerekirse boş dursun ama bizim olsun” demiş; Amerika’ya yerleşen çocukları, torunları günün birinde dönmek isterlerse onları bekleyecek, beyt bilecekleri bir yer olsun...
“Bir tepenin üzerinden bakan haliyle, Levanten şeyler anlatıyor burası; İsber Samara’nın heves ettiği hayat biçimini anlatıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden öncesini, artık kaybolmuş bir çağı, herkesin paylaştığı ortak bir memleketin topraklarından her tür insanın geçip gittiği günleri getiriyor akla. Evin bulunduğu Hayy al-Saray, kireç taşıyla, sivri kemerleriyle ve kırmızı kiremitli çatılarıyla o zamanlar bölgenin en iyi mahallelerindenmiş. Burada kullanılan yer karoları, uluslararası bağlantıları ve kozmopolitan bir şıklık arayışını yansıtan bir şekilde, 1800’lerde Marsilya’dan getirilmiş.
Tıpkı gümüşlerin her gün parlatıldığı ve kahvenin daha ziyade ikindide ikram edildiği Hayy’da ikâmet eden Osmanlı beyefendilerinin başlarına giydiği fesler gibi, bu karolar da Levant’ın stilini temsil ediyordu. Oturdukları divanlar kadar eski ve tozlu görünen ihtiyar pederşahların nemlenen gözlerini sildikleri mendillere isimlerinin ilk harfleri işlenmişti. Değer verilen aile isimleri babadan oğula geçerdi. İsber makbul bir isim değildi.”
Gerisi, İsber Samara’nın “kendi kendini yeniden icat etmenin yeri ve zamanı olmayan bir yer ve zamanda kendi kendini yeniden icat etmesinin” hikâyesi. İsber ve karısı Behice, ancak “mükemmel olmayan ama iyiniyetli insanların” yapabileceği gibi her köşesi hem kendilerine hem de dönüşmek istedikleri çifte benzeyen bir ev inşa ediyorlar. Bir asır sonra, bir yandan bu ilk inşaatı “hatırlarken” bir yandan da, kendisinin evi yeniden canlandırma gayretini gayet ayrıntılı tariflerle yazan Shadid ise, kızı Laila ile oğlu Malik’e her şeyden çok bir “dönüş ihtimali” bırakmak istediğini biliyordu sanırım.
House of Stone’un sepya tonlu bir anlatımı var; nesnesi hep biraz sır kalan hasretini bir hazine gibi koruyarak, müphemden ürkmeden, muğlağı severek yazıyor Shadid, ama siz kendinizi metnin bu loşluğuna tam kaptırmışken, ustura ağzı gibi kısa, kesik, kırmızı cümlelerle kendi nostaljisini deşip geçmeyi de biliyor; “Ne kadar pitoresk de olsa, Marcayun ölüyor” deyiveriyor birden ve onun aynı zamanda keskin ve iktisatlı tasvirleriyle meşhur bir savaş muhabiri olduğunu hatırlıyorsunuz.
Marcayunlular önceleri “metruk bir evi ayakta tutmaya çalıştığı” için aklından zoru varmış gibi bakıyorlar Shadid’e; çok geçmeden onunla arkadaş olduklarında ise, koyu sohbetlere dalıyor ama kasabalarının mukadder ölümünden söz etmek istemiyorlar hiç, günü değil geçmişi konuşmayı seviyorlar, eski bayramlarda her evde kurulan, kuş sütünün bile eksik olmadığı kırk kişilik sofraları anlatıyorlar. Shadid’in yeni ahbaplarından biri, Hikmet, “Marcayun’daki evimizin Amerika’dan daha eski olduğunu söylemiş miydim” diyor, “tam dört yüz yılllık. Sana belki aptalca gelecek ama bu bana gurur veriyor.”
Shadid’in kendi ailesinin Lübnan’dan Amerika’ya uzanan serüvenini anlattığı bölümlerde benzer bir gururun izlerini bulmak mümkün. Bugünün hikâyesini ise, Marcayun’daki evin inşaat macerası belirliyor. Shadid’in yapmak zorunda kaldığı akıl almaz pazarlıkları, “artık bu kadarı da olmaz” dedirten terslikleri, tehirleri, yanlış anlamaları gülümseyerek okurken, Lübnanlı ustaların bizim buralardakilerin “emmioğlu” olduğundan hiç şüpheniz kalmıyor; tevekkülün ve mizahın bu toprakların ortak meyvesi olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz.
En sonunda, inşaat bitip, İsber’le Behice’nin evi ya da Beyt-al Samara, derin bir uykudan uyanmışçasına mahmur ama taze bir çehreye kavuştuğunda, “daha iyisi mümkündü” diye düşünüyor Shadid. “Biraz daha çok param olsa, pencerelere daha güzel kollar takabilirdim. Biraz daha fazla zamanım olsa eski kapılardan ve kemerlerden bazılarını kurtarabilirdim. Ama yine de, terkedilmiş ve savaşta yıkılmış bir evi, hayatımda zarafete en çok yaklaştığım şeye dönüştürebildim sanırım.”
Eksik bir zarafet bu; Shadid’in kısıtlı zamanı ve parası kadar, bir zamanların Levant’ının kadim kuralsızlığını da yansıtıyor. Marcayunlu inşaat ustası Ebu Cin’in, “Ne zaman biter” sorusuna, hep aynı cevabı vermesi ilk başta saçma geliyor Shadid’e. İşin niteliği ne olursa olsun, “Yarın biter” diyor Ebu Cin. Yarının ne demek olduğunu, bir senelik inşaatın sonunda anlıyor Shadid: “Yarın, gelecek demekti ve burada geleceğin ne getireceği her zaman müphemdi, müphem kalacaktı.”