26 Şubat 2016 04:48
Efe Kerem Sözeri*
Türkiye’de ne zaman hapisteki gazeteciler gündeme getirilse Adalet Bakanlığı’nın değişmeyen bir savunması var: “Ceza İnfaz Kurumlarında salt gazetecilik faaliyetleri dolayısıyla herhangi bir hükümlü ve tutuklu şahıs bulunmamaktadır.”
Bu cümle, Adalet Bakanlığı tarafından CHP Adana Milletvekili Aydın Uslupehlivan’ın Bilgi Edinme Yasası kapsamında sorduğu soruya 6 Ocak’ta verilen resmi cevaptan alıntı. Geçen yıl Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da benzer bir cümle kurmuştu: “Türkiye cezaevlerinde gazetecilik faaliyeti nedeniyle tutuklu hiç kimse yok.” 2012 yılında ise Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) Türkiye raporunda “en az 61 gazetecinin doğrudan, yayınlanan yazıları ya da gazetecilik faaliyetleri nedeniyle hapiste” olduğu tespitinin yapılması üzerine, önceki Adalet Bakanı Sadullah Ergin de aynı savunmayı yapmıştı.
Aynı o raporun yazıldığı dönemde “Ergenekon” ve “KCK” davaları adı altında gazetecilerin de hapse atılması gibi, bugün “FETÖ” ve “PKK” suçlamalarıyla benzer nitelikte iddianameler yazılıyor, her gün daha çok gazeteci hapse atılarak sansürleniyor, hepimizin haber alma hakkı ve basın özgürlüğü ihlal ediliyor.
CPJ’in 1 Aralık 2015 tarihli “Hapishane Sayımı” kayıtlarına göre 14 gazeteci hapisteydi, o tarihten bu yana sayıma yedi Kürt gazeteci daha eklendi. Bianet’in Medya Gözlem Raporu’na göre ise 31 gazeteci ve sekiz dağıtımcı yeni yıla hapiste girdi.
Türk Ceza Kanunu’nda “gazetecilik” diye bir suç yok, doğru. Bu yüzden hapisteki gazetecilerin çoğu “terör örgütü üyeliği” veya “terör örgütü propagandası” suçlamalarıyla yargılanıyor. Siyasi saiklerle yürütülen soruşturmalar, Can Dündar ve Erdem Gül iddianamesinde olduğu gibi, başlı başına hukuk ihlali.
Bu yazıda, 2016 basın özgürlüğü raporlarına şimdiden girmiş bir ihlali ‘delilleriyle’ birlikte ele alarak, hükümetin “gazetecilik faaliyeti nedeniyle hapiste değiller” iddiasının ne anlama geldiğini, neyi işaret ettiğini anlatmaya çalışacağım.
Jiyan muhabiri Hayri Tunç, 2 Şubat tarihinde tutuklandı. Savcı Eşref Durmuş’un "Terör Örgütü Propagandası Yapmak, Suç işlemeye Tahrik, Suçu ve Suçluyu Övme" suçlamalarıyla hazırladığı iddianamedeki ‘deliller’ 11 Facebook paylaşımı, 7 Twitter statüsü, 2 YouTube videosu ve 1 Jiyan fikir yazısından ibaret.
Ana akım medya şirketlerinin kamu ihaleleriyle ödüllendirilip vergi cezalarıyla disiplin altına alındığı bir dönemde, alternatif basında çalışan bir gazetecinin sosyal medyada paylaştığı haberler yüzünden hapse atılması Türkiye’deki basın özgürlüğü hakkında çok şey anlatıyor.
Savcı Durmuş’un suç delili olarak sıraladığı haberler ise hükümetin gazeteciliği nasıl bir dar alana sokmaya çalıştığını; zırhlı araca ‘iliştirilen’ habercilik türü dışındaki her türlü haberciliği “terör propagandası” ile yargıladığını gösteriyor.
Halbuki, içinde bulunduğumuz çatışmanın öteki tarafından haber almak, çatışmanın nereden gelip nereye gittiğini görmemizi sağlayabilirdi.
Hayri Tunç, Suruç Patlaması’ndan henüz bir hafta sonra, 28 Temmuz 2015’te, YDG-H’nin Sur’da “özgürleştirme hamlesi” başlattığını fotoğraflarıyla birlikte yazmış. Sur Halk Meclisi’nin özyönetim ilan etmesine daha iki hafta var, Sur’daki ilk sokağa çıkma ilanına bir aydan fazla var. Eğer bizi bekleyen kanlı mevsimi bilseydik, bu silahlar ateşlenmeden evvel, bu gençler ölmeden ve öldürmeden evvel bir siyasi çözümü tartışabilir miydik? 1 Kasım’da buna göre oy verebilir miydik?
Savcı Durmuş, Tunç’un paylaştığı bu haberin “terör örgütü propagandası yapma suçu” olduğunu yazmış iddianamesinde.
İlerleyen aylarda çatışma sertleştikçe sansür de yayılacak, Hayri Tunç’un yazdığı, YDG-H’nin nasıl kurulduğunu ve ne amaçladığını anlatan 3 Eylül tarihli yazısı da hükümet tarafından sansürlenecekti. Bu topyekûn sansür hamlesi yüzünden, Batı’daki halkın çoğunluğu için bölgeden gelen haberler AA’nın “Sur'daki operasyona vatandaş desteği” gibi metinlerinden ve keskin nişancı polisfotoğraflarından ibaret kaldı.
Halbuki, abluka altındaki Kürt illerinde çatışmalar aylarca sürdükten sonra bile, bölgede en yüksek desteğe sahip siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) 27 Aralık toplantısında buluşup özyönetimi destekleyen bir bildiri yayınladı.
Hayri Tunç’un iddianamesine “terör propagandası” olarak giren tweet’lerden biri, işte o DTK Sonuç Bildirgesi'nden aynen alıntı. Bildirinin bu en önemli cümlesini Hayri Tunç dışında, Hürriyet, Sözcü,Aydınlık ve OdaTV gibi medya kuruluşları da aynen alıntılamış.
Terör ve örgütlü suçlar soruşturmaları için görevlendirilmiş olan Savcı Durmuş “DTK”nin ne olduğunu bilmiyor olabilir mi?
Kaldı ki, Kürt siyaseti içinde bu ifade ilk kez de dile getirilmiyor; yine DTK, çözüm süreci için demokratik özerkliği 2010 yılında önermişti. Ama bugün, Erdoğan’ın 2013 yılında yaptığı “eyalet sistemi” açıklamasını dahi “PKK bildirisi” sanan AKP milletvekilleri var.
Savcı Durmuş da geçmişin KCK savcılarını ve bugünün AKP vekillerini aratmayan bir çıkarımla, yasal faaliyet gösteren siyasi partilerin bildirisini paylaşmayı “terör propagandası”na delil sayabiliyor. Fakat savcının asıl iddiası, neyin “haber” olduğuna kendisinin karar verebileceği.
Hayri Tunç, Kürt siyasetini takip etmek dışında, yaşadığı İstanbul’un azınlık mahallelerinden haberler veren bir gazeteci; hatta, Kürdistan’da olup bitenlerin İstanbul’daki yansımalarını da en iyi anlatabilecek foto-muhabirlerden biri. Kişisel YouTube kanalında 100 binin üzerinde izleyiciye ulaşmış olan haber videoları var.
15 Aralık gecesi, İstanbul Okmeydanı’nda Sur ve Cizre’de yaşananları protesto için yapılan eylemi ve sonrasında polisle yaşanan çatışmayı anlattığı video, belgesel niteliğinde bir iş; iki ay içerisinde de 20 binden fazla kişi tarafından izlenmiş. Ama Savcı Durmuş bunun da haber değil “terör propagandası” olduğunu öne sürüyor.
Savcılık sorgusunda Hayri Tunç ürettiği ve paylaştığı haberlerin gazetecilik faaliyeti olduğunu, olayların geçtiği yerlerde gazetecilik sıfatı nedeniyle bulunduğunu, hatta yukarıdaki alıntının bir siyasi parti açıklamasından aktarıldığını belirtmiş olsa da, Savcı Durmuş bunların hiçbirinin “düşünce ve ifade hürriyeti veya basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek bir haber niteliğinde olmadığı” kanaatine varıyor.
Bu açıkça, iktidarın sakıncalı gördüğü türde haberler yasaktır, demek, böyle haberleri yapanlar iktidarca atanan savcıların kanaatiyle cezalandırılacaktır, demek.
Fakat gazetecilere verilen gözdağı artık ima edilmiyor, açık açık iddianamelerde yazılıyor.
P24 okuyucuları Hayri Tunç’un Ekim ayında gözaltına alınmasıyla başlayan ve Jiyan’ın sansürlenmesiyle devam eden süreci hatırlayacaktır: Hükümet diğer Kürt gazeteciler gibi Tunç’un da Twitter hesabını sansürletmek için iki kez Gölbaşı mahkemesinden onay almış, 23 Ekim’de ise “bir ihbar üzerine” sabaha karşı evini basıp Tunç’u gözaltına almıştı. Sorgusu sırasında sosyal medya paylaşımları ve yazıları sorulan Tunç adli kontrol ile serbest bırakıldıktan sonra, yazılarının yayınlandığı Jiyan.org adresi sansürlenmişti.
Savcı Durmuş, Hayri Tunç’u Ekim’de de gözaltına almış olan savcı, Şubat 2016’daki iddianamesinde aynen şu ifadeyi kullanıyor: “şüphelinin devam eden süreçte sosyal medya ortamında terör örgütü ve yandaşlarına ait paylaşımları yapmaya devam ettiği”...
Yani Hayri Tunç Ekim’de gözaltına alındıktan sonra YDG-H hakkında haber yapmayı bıraksaydı, bugün Silivri Cezaevi’nde olmayacaktı.
Savcı Durmuş gazeteci Tunç’un tüm bu haberleri güvenlik güçleriyle çatışan kişileri motive etmek için “özel kasıt” ile yaptığını iddia ediyor, ama Tunç’un “gerçekleştirdiği eylemin örgüt üyeliği kapsamında kalmadığı veya bu suçu destekler mahiyette yeterli delil elde edilemediği” de iddianamede açıkça kabul ediliyor.
Özetle, iddianamede Hayri Tunç’un kendi sosyal medya hesaplarında paylaştığı haberler, fotoğraflar, videolar ve kişisel görüşleri dışında hiçbir şey yok. Evet, Hayri Tunç eylemcilere devletin perspektifinden bakmıyor, onları sırf iktidara karşılar diye suçlu ilan etmiyor ama işte tam da bu perspektifin baskısına karşı ısrarla haber yapmaya ve fikirlerini paylaşmaya devam ediyor. İddianamede buna dair deliller var.
Fakat illa ki Savcı Durmuş’un hazırladığı iddianamede bir “özel kasıt” aranacaksa, aynı zamanda kitapçı dükkanı olan Tunç’un evindeki Abdullah Öcalan kitaplarının “müstakilen suç teşkil etmemekle birlikte” iddianameye eklenmesinde nasıl bir kasıt olduğunu aramakla başlayabiliriz.
“Türkiye cezaevlerinde bizim istediğimiz şekilde gazetecilik yapıp da tutuklanmış hiç kimse yok.”
Yolsuzluk haberleri yaptığı için Erdoğan’a hakaretten yargılanan gazeteci çok da, Kılıçdaroğlu’na veya Demirtaş’a manşetten hakaret ettiği için ceza alan gazeteci var mı?
Charlie Hebdo karikatürlerini bastığı için “dini değerleri aşağılamak”tan açılan dava var da, her gün Ermeni ve Yahudi vatandaşlara nefret kusan, muhalefet vekillerinin inançlarını yargılayan gazetelere verilmiş bir ceza var mı?
Devlet propagandasını reddedip bölge halkının görüşlerini aktardığı için “terör propagandası”ndan yargılanan hatta polis tarafından işkence gören, vurulan, öldürülen gazeteciler var da, bütün bir halkı terörist ilan edip ve ölenlerine “leş” dediği için, sokaklardaki tankları alkışlayıp sivil ölümlerini görmezden geldiği için değil canını, yandaş medyadaki işini bile kaybetmiş olan var mı?
Kimin gazeteci olduğuna ve neyin haber olduğuna iktidar partisi karar verebilecek olsaydı, aynı tanımla hapiste hiç gazeteci olmadığını söylemek de işte böyle kolay olurdu. Ama benim kameramanım haber takibi sırasında zırhlı araçlara konup götürülürken, benim muhabirim çatışmanın diğer tarafını haber yaptığı için hapse atılırken “gazetecilik faaliyetleri nedeniyle hapiste değiller” demek kocaman bir yalandan ibaret.
2016 boyunca bu yalan büyüdükçe büyüyecek; Türkiye bu gidişle “en çok gazeteci hapseden ülkeler” listesindeki yerini yine utançla koruyacak. Ama olan bu sefer gazeteciliğe olmayacak. Savaşlarda önce gerçekler vurulur derler, ama bakınız, hapisteyken bile yazmaya devam edecek, çatışma altındaki şehirlere gidip haber nöbeti’ni tutacak gazeteciler de mutlaka bulunur. Yeter ki siz okumaktan korkmayın.
*Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu'nda yayımlanmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.