Ruşen Çakır dün öğle vakti NTV’deki programında sordu. Milliyet ve Vatan gazetelerinin satışı konusunda duygu ve düşüncelerimi merak ediyordu.
Böyle bir soru beklemiyordum. İçimden konuşmak da gelmiyordu.
Çünkü söyleyeceklerim değişik yanlara çekilebilirdi. Ama konu da kendi mesleğimi doğrudan ilgilendiren bir konuydu.
Kırk küsur yıllık gazeteciydim.
13 yıldır Milliyet’te çalışıyordum.
Bir sabah vakti telefon:
- Satıldınız!
Ruşen Çakır sordu:
“Ne hissettin?”
“Burukluk...”
Ruşen’e NTV’de söylediklerimi şöyle özetleyebilirim:
Gazeteyi satan Doğan ailesini de, satın alan Demirören ve Karacan ailelerini de uzun yıllardır tanıyordum.
Gazetenin satılmış olması değildi bende burukluk yaratan. Gazete alınırdı, satılırdı. İlk defa yaşanmıyordu.
Bendeki burukluk ya da rahatsızlığın nedeni başka yerdeydi.
Gazeteci milleti olarak satış sürecinde yine seyirci kalmış, pasif davranmıştık.
Sonuç olarak bir buzdolabı fabrikası gibi içindekilerle satılıp gitmiştik.
İlk kez de olmuyordu bu.
2007 sonlarıydı.
Sabah grubu da böyle satılmıştı.
Aynı tarihlerde, Amerikan kapitalizminin basın alanındaki amiral gemisi The Wall Street Journal gazetesi de el değiştirmiş, Rupert Murdoch’a satılmıştı.
Ben de bu köşede 6, 7 ve 8 Aralık 2007 tarihlerinde üç yazı yazarak Amerika’daki bu satış sürecinde yaşananları gazetecilik açısından özetlemiştim.
Ruşen’e dedim ki:
Bu satış sürecinde gazeteci milleti, Wall Street Journal’ı çıkaran gazeteciler her iki tarafla da oturup konuştular.
Satacak olan aileye, kendi açılarından satışın hangi koşullarda olması gerektiğini anlattılar.
Yeni patron adayına da, Wall Street Journal’ın bir gazete olarak kimliğini, gazetecilik ilkelerini belirttiler.
Yani sürece seyirci kalmadılar.
Ayrıca, satış süreci değişik aşamalarda Wall Street’te haberleştirildi. Hatta, her iki tarafla yapılan görüşmelere ilişkin yorumlar da gazetenin ilgili bölümlerinde yayımlandı.
Bu arada, gazetenin yeni patronuyla bir editoryal anlaşma yapıldı, bu da gazetede yayımlandı.
Wall Street Journal’ın yayın çizgisinin ilke ve kuralları bu anlaşmada belirtildi.
Örneğin, patronu ilgilendiren haberlerin gazetede nasıl verilip ya da verilmeyeceği konusu da editoryal anlaşmanın bir parçasıydı.
Bizim ülkemizde böyle şeyler olmuyordu.
Patronlar karşısında, bazen de patronlara rağmen kendi mesleğimizin temel ilkelerini savunmuyorduk.
Bağımsızlığımızı korumuyorduk.
Geçmişte benim de bu konuda yanlışlarım elbette oldu. Kendimi pirüpak sayanlardan değilim.
Şimdi bir satış daha yaşanmış ve eskiden olduğu gibi gazeteci milleti olarak ‘Fransız kalmış’tık.
Bendeki burukluğun nedeni buydu.
Yine satılmıştık, bir fabrika gibi...
NTV’de Ruşen’e bunları anlattım.
Sözüm daha çok genç kuşaklara:
Gazeteciler olarak kendi mesleğimize ne kadar sahip çıkabilirsek, kendi mesleğimizin temel ilkelerini bazen patronlara karşı da ne kadar savunabilirsek, gazeteciliğin çıtası da o kadar çok yükselir.
Hasan Cemal/ 22 Nisan 2011/ Milliyet