Kültür-Sanat

Frémaux: Cannes yaşayan sinemadır

Cannes Film Festivali’nin Genel Yönetmeni Thierry Frémaux, "Cannes yaşayan sinemadır" diyerek festivalin önemini hiç kaybetmeyeceğini söyledi.

09 Mayıs 2011 03:00

T24 - 11 Mayıs’ta başlayacak 64. Cannes Film Festivali’nin Genel Yönetmeni Thierry Frémaux, "Cannes yaşayan sinemadır" diyerek festivalin önemini hiç kaybetmeyeceğini söyledi.

Cumhuriyet gazetesinden Mehmet Basutçu'nun haberi şöyle:


Cannes yaşayan sinemadır



“Yönetmenlerin film çekmelerinin engellenmesi, düşünceleri ve filmleri yüzünden seyahat özgürlüklerinin kısıtlanması, tutuklanarak cezalandırılmaları, hangi ülkede olursa olsun, karşı çıkmamız gereken vahim insan hakları ihlalleridir.”

“Teknolojik devrimin, film çekmeyi mali açıdan kolaylaştırmanın ötesinde, sinema sanatına temel bir katkıda bulunduğunu sanmıyorum. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmak için bilgisayara ihtiyacı yoktu; önemli olan, içindeki yaratıcılıktı.”

“Penahi ve Resulov’un İran’da mahkûm edilmelerini protesto etmek için başlattığımız imza kampanyasına on binlerce kişi katıldı.

Bu kez, Penahi ve Resulov, zor koşullarda kaçak çektikleri filmlerini festivale ulaştırmayı başardılar.”

“Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi, yaratıcı sinemasının özgün bir örneği. Bu kez, deneysel boyutu ağırlık kazanan farklı bir deneme. Ceylan, her filminde değişik bir soluk getiren, yeni biçimler deneyen yaratıcı bir yönetmen.”

Thierry Frémaux, Lyon’da bulunan Lumière Enstitüsü’nde yetişmiş bir sinema tutkunu. Cannes Film Festivali’nin çizgisini 1978’den itibaren belirlemeye başlayan Genel Yönetmen Gilles Jacob’un festival başkanı olmasından sonra, 2001’de sanat yönetmeni sıfatıyla göreve başlıyor. Filmlerin seçiminde giderek daha fazla söz sahibi olan Frémaux, 2007’de genel yönetmen görevine getirilmesinden bu yana, dünyanın en büyük festivalinin sanat çizgisini belirleme, son aşamada da film listelerini oluşturma sorumluluklarını üstlenmekte.

Frémaux ile on yıllık deneyiminden, festival programını nasıl oluşturduğundan, Yedinci sanatın küresel ortamdaki hızlı değişim süreçlerinden söz ettik. Ayrıca, yaratıcı özgürlüğü ve politik sinema konularını konuştuk. Bu yıl dördüncü kez Altın Palmiye adayı olan Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da”dan söz ettik.


Hem ticari, hem yaratıcı

2002 yılında yaptığımız uzun söyleşiden bu yana festival nasıl gelişti? Hangi hedeflere ulaşmak mümkün oldu? Festivalin dünya sineması üzerinde ne gibi etkileri oldu?

Bu bağlamda Cannes’la ilgili temel soru hep aynıdır: Festival dünya sinemasının neticesi midir, yoksa nedeni mi? Bence her ikisi de. Cannes doğal olarak Yedinci sanatın bugünkü durumunun yansıması, yani neticesidir; aynı zamanda da belirli bir oranda nedeni...

Bazen, yaptığımız tercihler yeni yollar açar; bazen de seçtiğimiz filmler bizim dışımızdaki nedenler sonucunda kendilerini dayatmıştır; çünkü bizim de ister istemez maruz kaldığımız, göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuz etkiler, olgular vardır.

On yıl önce bu göreve başladığımda, ‘salt yaratıcı (auteur) sineması olmayı hedef edinmiş yaratıcı sineması’ devrinin artık kapanmak üzere olduğunu sezinliyordum. Ayrıca, iyi bir festival programı sunabilmek için, her şeyden önce ‘iyi filmler’ bulmak gerektiğini de biliyordum. Giderek daha farklı ve değişik türlerden örnekler sunmalıydık. Sadece yaratıcı sinemasından oluşacak bir festival düzenlemek düşünülemezdi.

Bir de Cannes’ın kendine özgü çelişkileri var. En önemli çelişki, festivalin her şey birden olması beklentisidir. Hem sanat sineması olacak hem de starlar eşliğinde tatlı düşler damıtan filmler gösterilecek... Hem ticari yanı olacak hem de yaratıcılık sergileyecek... Bu durumda, oturup konuyu bir bütün olarak ele alıp yeniden düşünmemiz ve bir çözümleme yapmamız gerekiyordu.


Farklı türlere açılım

Sonuçta, dikey eksende farklı türlere açılmaya karar verdik. Belgeseller, animasyon, güldürü ya da polisiye türünde filmler de Altın Palmiye adayı olabilmeliydi. Sonra, yatay düzeyde daha da yaygınlaşmayı hedefledik: Cannes, küreselleşen dünyamızın coğrafyasını tümüyle kucaklamalıydı.

Bu kaygılar ve düşünceler eşliğinde belirlediğimiz rota, dünya sinemasının şanslı bir dönemine denk geldi. Son on yıl içinde Kore sineması, Meksika sineması, Türk sineması patladı; Romanya, İsrail, Filistin, Lübnan sinemaları canlandı... Bütün bunlar, festivali geliştirme, sinemasal yelpazeyi daha da genişletme isteklerimizi destekleyen olgulardı.

Böylece, hedeflediğimiz yatay gelişme, yeni sinema türlerinin önem kazanmasıyla koşut olarak gerçekleşti. Örneğin, bu yıl, Takashi Miike ve Nicolas Winding Refn gibi yeni ya da genç sinemayı temsil eden ve yarışmalı bölümde olmaları pek beklenmeyen türden filmlerin yönetmenleri de, ilk kez katıldıkları Cannes’da Altın Palmiye adayı olabiliyorlar. Çünkü, her ikisi de, filmleriyle büyük yönetmenler olduklarını kanıtlamaktalar.

Bu tür açılımların, alçakgönüllülüğü bir kenara bırakırsak, genel yaklaşımımız sonucunda gerçekleştiğini gurur duyarak ileri sürebilirim; en azından, daha önce kimse benzeri atılımlar yapmadı diyebilirim.

Özetlemek gerekirse, Cannes, yaşayan sinemadır. Sinemanın nerede ve nasıl yaşadığının tanığıdır. Ancak, sinemanın nerelerde ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğu da bizi yakından ilgilendiriyor; çünkü, tehdit altındaki ülke ya da bölge sinemalarına, sorunları ne olursa olsun, yardım eli uzatmamız gerekir.


Sinema ve politika

Bu noktada, sinema ve politika konusu gündeme geliyor. Son yıllarda politik gerçeklere el atan cesur filmlere, belgesellere, animasyon sineması örneklerine de yer veren Cannes’da Michael Moore Altın Palmiye bile kazanabildi. Festivalin sinema ve politika konusundaki genel politikası nedir?

Evrensel insan haklarının temel maddelerinden biri, düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Yönetmenlerin film çekmelerinin engellenmesi; düşünceleri ve filmleri nedeniyle seyahat özgürlüklerinin kısıtlanması; daha fenası, tutuklanarak cezalandırılmaları, hangi ülkede olursa olsun karşı çıkmamız gereken vahim insan hakları ihlalleridir.

Penahi’nin jüri üyesi koltuğu geçen yıl boş kalmıştı... Aralık ayı sonundaysa, Penahi ile Resulov’un İran mahkemelerince 6 yıl hapse, 20 yıl da film çekme yasağına mahkûm edilmelerini protesto etmek için festival yönetimi olarak hemen başlattığımız imza kampanyasına on binlerce kişi katıldı...

Bu kez, hem Penahi hem de Resulov, zor koşullarda kaçak çektikleri filmlerini son anda festivale ulaştırmayı başardılar. Mojtaba Mirtahmasp’ın Cafer Penahi’yle birlikte gerçekleştirdiği, bir tür günlük niteliğindeki “In Film Nist” (Bu Bir Film Değildir) 20 Mayıs günü resmi program kapsamında yer alan özel bir gösterimde yarışma dışı sunulacak.


Yaratıcı özgürlüğü

Aslında, yaratıcı özgürlüğü konusunda her zaman ve her yerde duyarlı, dikkatli olmamız gerekiyor. Fransız sinema dünyası, tanınmış yönetmen ve oyuncuların da katılımıyla, özgürlük isteyen Suriyeli yönetmenlerin geçen hafta başlattıkları imza kampanyasına da yoğun destek verdi.

Yaratıcı özgürlüğü kavgasının çok cepheli bir kavga olduğunu unutmamalıyız. Politik filmlerin seçimi konusuna gelince, yaşayan sinemanın yaşadığımız dünyayı, farklı duyarlıklarla yansıtması son derece doğaldır. Bizim için esas olan, içerik-biçim tartışmasının kısırlığı ötesinde, her boyutuyla ele aldığımız sinema sanatıdır.

Sinemanın senaryo, diyalog, oyuncu seçimi, mizansen, oyuncu yönetimi, görüntü, ışık ve sesin birlikteliğinden oluşan bir bütün olduğu anımsanırsa, önemi ne olursa olsun salt içeriğin ön plana çıkarılması düşünülemez. Dünyamızın politik ve toplumsal çehresinin hiç de parlak olmadığı da ortada. Festivalde politik konuları işleyen birçok film izleyeceğiz yine...


Teknolojik devrim!

Son on yılın gelişmelerinden söz ettik; peki, 2010’ların geleceğini nasıl görüyorsunuz? Örneğin, Unifrance’ın düzenlediği Fransız Filmleri Festivali bu yıl ilk kez internet üzerinde yapıldı. Dijital devrim, festivalleri nasıl etkileyecek?

Yeni teknolojik gelişmelere kapılarımızı hemen açarak, festival salonlarını dijital kamerayla çekilmiş filmleri gösterecek altyapıya kavuşturduk. Ancak, teknolojik devrimin, film çekmeyi mali açıdan kolaylaştırmanın ötesinde sinema sanatına temel bir katkıda bulunduğunu sanmıyorum.

Teknolojik yenilikler pek kaygılandırmıyor beni; fazla umut da vermiyor. Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”yi yazmak için bilgisayara ihtiyacı yoktu, önemli olan içindeki yaratıcılıktı. İster 35 mm. filmle çekin, ister dijital kamera kullanın; önemli olan, filmin söyleyecek sözü bulunması, yaratıcı boyuta sahip olmasıdır...

Yeni teknolojilerin, iletişimi hızlandırmanın ve film izleme olanaklarını arttırmanın ötesinde, sinema sanatına temelde ciddi bir katkıda bulunabileceğini sanmıyorum.