Kültür-Sanat

Festivalde politik havalar

4-19 Nisan tarihlerinde, bu yıl 28. kez düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali, en politik seferlerinden birini yapıyor.

29 Mart 2009 02:00


4-19 Nisan tarihlerinde, bu yıl 28. kez düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali, en politik seferlerinden birini yapıyor. Siyasi tarih kadar güncel meselelere de dokunan filmler zihin açıyor.




AFYON SAVAŞI

Siddiq Barmak’ın çok beğenilen 2003 tarihli ‘Osama’ adlı filmini izleyen ‘Afyon Savaşı’, geçen yıl En İyi Yabancı Film dalında Afganistan’ın Oscar adayı oldu. Amatör oyuncularla, Afganistan’ın kuzeyinde dağlık bir bölgede çekilen film, aslında bir kara komedi. ‘Düşman’ bir ülkede düştükleri helikopterden sağ kurtulan iki asker; biri muhafazakâr bir beyaz, diğeri tam tersi siyah bir teğmen... Birbirleriyle geçinmeleri çok zor ama birbirlerine de muhtaçlar. Yönetmen Barmak şöyle tarif ediyor ‘Afyon Savaşı’nı: “Filmim, farklı kültürlerden gelen ve aslında politikanın kurbanları olduklarını bilmeden birbirleriyle çatışan insanlarla ilgili. Bu, cahillikleriyle trajedilere sebep olan insanlara, demokrasinin gelenekçi Afgan toplumunda yüzeysel ve dengesiz bir şekilde algılanarak daha derin bir trajediye yol açmasına ve Afgan halkının acılarına merhem olamamasına duyulan korkuya dair acı bir hikâye.”



HOŞ GELDİNİZ

Philippe Lioret’in yönettiği ve Türkiyeli iki kardeşin (Fırat ve Derya Ayverdi) âşıkları canlandırdığı film birkaç açıdan mühim. Hikâye, İngiltere’ye göç eden kız arkadaşının arkasından yola düşen Iraklı Bilal üzerine. Göçmenlik meselesine getirdiği etkili bakış, filmi Fransız Sosyalist Partisi’nin atağıyla Fransız Parlamentosu’nda da tartışılır hale getirmiş. Filmde Fransız bir yüzme öğretmeni, kaçak bir göçmene yardımcı oluyor. Sosyalistlerin talebi de yabancıların ülkeye girmelerini kolaylaştıran ya da illegal bir şekilde Fransa’da oturmalarına yardım eden herkesi, beş yıl hapis cezası ve 30 bin avro para cezasına çarptıran yasada bir revizyon. Çünkü bu yasa, hümanist sınırlardaki yardım edenlerle profesyonel biçimde insan kaçakçılığı yapanları aynı kefeye koyuyor. ‘Hoş Geldiniz’ sadece bu yanıyla bile gündemde...



BUICK RIVIERA

Yönetmen Goran Rusinovic en kısa yoldan tarif ediyor filmini: “Sürgünde yaşayan bir adam, yeni bir memlekete ve kültüre uyum sağlamaya çalışırken inanılmaz bir güç ve içgüdüsel bir yaşama becerisi göstermelidir. Bu film, böylesi bir adamın yabancı bir ülkedeki yeni yaşamına uyum sağlama sürecinde yalnızlıkla yüzleşmesi ve söz konusu sürecin kaçınılmaz vatan hasretini silip silemeyeceği sorusu hakkında.” Bu düşük bütçeli psikolojik gerilim, geçen yıl Saraybosna Film Festivali’nde En İyi Film ve FIPRESCI ödüllerini kazandı.



KUDUZ KÖPEK JOHNNY

Adresi tam belli olmayan bir Afrika ülkesinde geçen film, iç savaş ve çocuk askerler gerçeği üzerine. İlginç olan, çeteci askerleri oynayan çocukların gerçek hayatlarında da askerlik yapmış olması. Yönetmen Jean-Stéphane Sauvaire, bu dehşeti ancak bizzat yaşamış olanların aktarabileceği kanısında. Filmin şöyle de bir hayrı var, nihayetinde 15 ‘oyuncuyu’ desteklemek ve eğitim almalarını sağlayabilmek için bir Kuduz Köpek Johnny Vakfı kurulmuş. Sauvaire’nin Kolombiya’da FARC’a karşı Medellin için çarpışan çocukları anlattığı ‘Carlitos Medellin’ adlı bir belgeseli daha var. Ama bu filmin ilhamı Emmanuel Dongala’nın romanından gelmiş.



PIRDESUR

Daha önce muhabirlik yapan Caner Canerik, üçüncü belgeselinde bir iç göç manzarası sunuyor. Kendi doğduğu yer olan Pülümür ilçesinin Kırmızıköprü (Pırdesur) Köyü’ne yıllar sonra yeniden dönüşünü anlatırken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da 90’larda yaşanan zorunlu göçe dair tersten bir hikâye sunuyor. Bir gecede üç-beş parça eşyalarını alıp bilmedikleri büyük bir şehre göçenlere değil, bütün sıkıntısına rağmen Kırmızıköprü’de yaşayanlara kamera uzatıyor. 30 kişinin yaşadığı yoksul bir köy, amansız bir kış...



5 NOLU CEZAEVİ

30 yıldır ancak arpa boyu yol alınan ‘Kürt sorunu’ diye bir şey varsa Türkiye’de, çok insan bunun kökenini 80 darbesi sonrası, Diyarbakır Cezaevi’nde dört yıl boyunca uygulanan sistematik işkence ve provakasyon ortamına bağlar. 34 kişinin hayatını kaybettiği, yüzlercesinin fiziken, çok daha fazlasının da ruhen sakatlandığı Diyarbakır 5 No.’lu Cezaevi’nin ‘zindan’ olarak anılan karanlık yıllarına dair bir belgesel bu. Yönetmen Çayan Demirel’in 100’e yakın tanıkla görüştüğü ‘5 Nolu Cezaevi’, tarihi bir ayıp hakkında bilgilendirmenin ötesinde, bugünü anlamaya yardımcı oluyor.



NÂZIM’IN KÜBA SEYAHATİ

Yönetmenliğini Çağrı Kınıkoğlu ile Gloria Rolando’nun yaptığı belgesel, Nâzım Hikmet’in, Kübalı şair arkadaşı Nicolas Guillen’den bir davet alması üzerine, 1961’de ülkeye yaptığı geziyi konu ediniyor. Biyografilerinde üzerinde yeterince durulmayan bu seyahat, Nâzım Hikmet’in kendi sesinden ‘Havana Röportajı’ dizeleriyle beyazperdede.



BİR TERÖR FİLMİ: DER BAADER MEINHOF

1967-77’de Gudrun Ensslin ve Andreas Baader öncülüğünde başlayıp 1970’te Ulrike Meinhof’un katılmasıyla Baader Meinhof Çetesi olarak da anılan Kızıl Ordu Fraksiyonu’na (RAF) dair filmin senaryosu Der Spiegel dergisinin eski baş editörü Stefan Aust’un çok satan kitabından uyarlanmış. Başrollerde Martina Gedeck ve Moritz Bleibtreu, yönetmen Uli Edel. Film zamanla etrafında yaratılan efsaneyle biraz da altı boşaltılan RAF’a dair psikoloji dışı bir bakış açısı yakalama iddiasında. Orijinalinde geçmemesine karşın, Türkçe çevirisine eklenen ’terörist’ kelimesi zaten tarihi tartışma. Baader Meinhof üyeleri şehir gerillası mıydı, ahlaken çökmüş Alman toplumunun kurbanları mı, yoksa sadece terörist yeter mi?



IL DIVO

Klasik bir biyografi filmi asla değil. Bahsettiğimiz kişi devlet, Vatikan ve mafya üçgeninin gediklisi, İtalya’da yedi kez başbakanlık yapan, mafyöz ilişkileri yüzünden yargılanan, İtalya’nın Ömür Boyu Senatörü, Hıristiyan Demokrat lider Giulio Andreotti. 2008’de Cannes’dan Jüri Ödülü alan filmin yönetmeni Paolo Sorrentino, vaziyetin absürtlüğünü, her şeyi daha da abartarak vermeyi tercih etmiş. Bu parlak taşlama, ‘Dövüş Kulübü’nü hatırlatan kamera hareketleri, sıradışı montaj anlayışı ve müzikleriyle de iddialı.



MILK

Gus Van Sant’ın sekiz dalda Oscar adayı olan filmi, bir suikasta kurban giden, 1970’lerin eylemcisi ve de eşcinsel kimliğini saklamadan seçilen ilk hükümet görevlisi politikacı Harvey Milk’in hayatını anlatıyor. 1969’da, New York’ta polis şiddetine karşı duran eşcinsellerin dövüldüğü Stonewall isyanıyla açılan filmde, Milk’i canlandıran Sean Penn, yine ‘döktürmesinin’ karşılığını En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle ile alıyor. Filmde ücret talep etmeden figüran olabilmek için binlerce kişi başvurmuş.



V FOR VENDETTA

‘Matrix’ külliyatının yaratıcısı Wachowski kardeşlerin senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği film, ilhamını Alan Moore’un yazdığı ve David Lloyd’un çizdiği çizgi romandan alıyor. Maskeli savaşçı V’nin sistemle problemi etarfında, gelecekçi-retro bir atmosferde, anarşizm-terörizm-totaliterizm üzerine zamansız bir zihin cimnastiği öneriyor. Film daha çekilirken kült sıfatını kazanmıştı bile.



50 ÖLÜ ADAM

Kari Skogland’ın yönettiği film ‘Ajan Carol’ adıyla meşhur, iki taraflı çalışan IRA muhbiri Martin McGartland’ın öyküsü. Senaryo McGartland’ın yazdığı aynı adlı otobiyografisinden esinlenilerek yazılmış. 60 sonlarından 90 sonlarına kadar Kuzey İrlanda’da çok kan dökülmesine neden olan çatışmalı ‘Büyük Sorun’ dönemi, şimdiye kadar çok filme konu oldu. ‘50 Ölü Adam’ hâlâ saklanan kahramanı vesilesiyle gücünü gerçek hikâyesinden, Ben Kingsley gibi iyi oyuncularından alıyor.