25 Mayıs 2017 11:20
Habertürk'ten ayrıldıktan sonra kendi adıyla yayına başlayan blogda ve kurduğu Ocakmedya adlı sitede yazan gazeteci Fehmi Koru ile geçen günlerde aralarında imtiyaz sahibi Burak Akbay’ın da bulunduğu 4 çalışanı hakkında "FETÖ/PDY üyesi olmamakla birlikte bu örgüt adına suç işlemek" iddiasıyla gözaltı kararı verilen Sözcü gazetesi arasında başlayan tartışma devam ediyor.
İlgili tartışma, Koru’nun gazeteye yönelik olarak düzenlenen operasyonun ardından 2010 yılında ileri sürdüğü "Burak Akbay’ın öğrencilik yılları cemaat evlerinde geçmiştir” iddiasının yeniden gündeme getirilmesiyle başladı.
Akbay, bahsi geçen iddianın öne sürüldüğü tarihlerde konuyu yargıya taşıdığını, ancak hiçbir netice alamadığını söyledi.
Koru ise Akbay’ın konuyla ilgili olarak kendisine hiçbir açıklama göndermediğini; herhangi bir dava açılmadığını ifade etti.
Akbay’ın babası Ertuğrul Akbay’ın dün (25 Mayıs 2017) Sözcü’de yer alan “taciz” iddiası ise tartışmayı boyutlandırdı. Akbay, “Ertuğrul Akbay, Fehmi Koru’nun iftirasına cevap verdi” başlığıyla yayımlanan haberde şu ifadeleri kullandı:
“Yıl 1996… Günlerden 12 Aralık. Çiller’in ziyareti için Fehmi Koru’yla Brüksel’deyiz. Lüks bir lokantada ourduk. Fehmi yan masadaki iki kıza ‘Birlikte oturalım’ teklifinde bulundu. Kızlar masaya geldi. Ben içki içmiyorum ama o, kızlarla bol bol şarap içti. Fehmi’ye ‘Sen nasıl dindarsın, şarap içiyorsun’ dedim. O da ‘Yurt dışında serbest, yurt içinde günah’ dedi. Daha sonra Fehmi bir kızla dansa kalktı. Bir süre sonra kız Fehmi’ye tokat attı. Meğer kızı taciz etmiş.”
Ertuğrul Akbay’ın iddiası, Türkiye medyasında yankı uyandırdı; çok sayıda haber sitesinde kendine yer buldu.
Koru'nun Akbay’a yanıtı ise "Hayatında ağzına alkollü içki koymamış bir adama körkütük sarhoş olmayı, kadınlar konusunda mahcubiyetini bu yaşına kadar atlatamamış olmasına rağmen yurtdışında ilk rastladığı kadına sarkabilmeyi ona reva gördü" oldu.
Söz konusu iddiayı "karakter suikastı" olarak değerlendiren Koru, "Gazeteciler hapse düşmesin diye benim gibi çırpınacakları yerde, ‘gazeteci’ olduğunu itiraf etmek zorunda kaldıkları birini, beni, parmaklıklar arkasında görmek istediklerini bu denli belli etmeleri de onların ayıbı" diye yazdı.
Fehmi Koru'nun "Tam 'Medya da kendini hesaba çekti, bundan sonra olmaz' diye sevinirken" başlığıyla yayımlanan (25 Mayıs 2017) yazısı şöyle:
Artık o dönemlerin geride bırakıldığını, daha sorumlu bir yayıncılık anlayışının medyaya hakim olacağını düşünürken, şu olana bir bakın: Kendisiyle ilgili adli soruşturmada, 9 AY ÖNCE Başsavcılığın daveti üzerine verdiğim tek paragraflık bir tanıklığımı bana pahalıya mal etmek için, bugün de karakter suikastı yapılabiliyor.
Geçmişte benzer suikastlara maruz kaldığım için suikast girişimini hemen fark ederim.
‘Takkeli liboş’ lâkabını bana uygun görmüş yazarı bulunan gazete, kaç gündür beni manşetinden idam ederken, ancak ‘kart zampara’ diye özetlenebilecek bir iftirayı gündeme sürdü. Hayatında ağzına alkollü içki koymamış bir adama körkütük sarhoş olmayı, kadınlar konusunda mahcubiyetini bu yaşına kadar atlatamamış olmasına rağmen yurtdışında ilk rastladığı kadına sarkabilmeyi ona reva gördü.
Yani bana.
Ne diyeyim bilemiyorum.
Gazetecilik hayatım insanları tezviratlara muhatap eden bu tür yayınları sergileyip onları yapan ‘gazeteler’ ve ‘gazeteciler’ ile mücadeleyle geçti.
Yayınlarına karşı çıktığım gazeteler ve yazarlar ile ilgili yazılmış yüzlerce yazım var.
O çabaların da katkıda bulunduğuna inandığım bir kendini sorgulama arayışı sonunda, belli bir olumlu anlayışın, herkese ve her gazeteye hakim hale gelmek üzere olduğunu sanıyordum.
Şu son birkaç gün içerisinde büyük çapta yanıldığımı gördüm.
Huylu huyundan vazgeçmiyor.
Yaklaşık bir yıl önce, hiçbir gazetede kendisine köşe bulamamış biri olarak, geçmişte yazılarımı takip etmiş ve bundan sonra da takip etmek isteyebilecek bir kitleyle görüşlerimi paylaşmak üzere bu siteyi hayata geçirmiştim.
Daha önceleri, gazetelerde, haftanın belli günlerinde yazmazken, 9 Haziran 2016 tarihinden itibaren bir gün bile burayı boş bırakmadan muntazaman okur karşısına çıkıyorum. Övünebileceğim kadar geniş bir okur kitlesine ulaşmayı da zaman içerisinde başardı bu site…
Yalnızca tek bir yazarı bulunmasına rağmen…
Siteyi başlatırken şimdilerde yaşadığıma benzer bir yoğun yıpratma kampanyasıyla karşılaşmayı da beklemiyordum.
Evet, fazla uzağımda bulunmadığı izlenimi veren birilerinden sosyal medya ortamında tezviratlar yağdığı oluyordu, ancak ben kendimi sosyal ortama kapalı tuttuğum için, oralardan gelen saldırılara da kulak asmıyordum.
Doğrusunu söylemem gerekirse, gazeteleri internet üzerinden izliyorum, hepsini de değil. Önceleri takip etme ihtiyacı duyduğum internet medyası içerisine giren site sayısını da asgariye indirmiştim. Televizyonlardaki tartışmaların çok büyük çoğunluğunu da izlemiyorum nicedir.
Kafam rahat, gönlüm rahat asude bir serbest yazarlık hayatı sürdürüyorum.
Soranlara hayatımın en mutlu günlerini yaşadığımı söyleyip duruyorum.
“İyi ki bu siteyi başlatmışım” diye kendimle övünerek…
Başlangıçta planlamadığım bir işlevi daha olacağını ise hiç düşünmemiştim bu sitenin: Kendimi savunma işlevi…
Herhalde farkındasınızdır: Bu bir yıl içerisinde sağda-solda çıkan hakkımdaki bazen hakarete varan yayınlara fazla ses çıkarmadım. Atılan taşlara cevap vermek yerine, beni okuma zahmetine katlanan okurlara, üzerinde kafa yorduğum konular hakkındaki görüşlerimi aktarmayı tercih ettim.
Ancak işte gördünüz; günlerdir sürdürülen tezviratlar siteye böyle bir işlevi de yükledi.
Memnun muyum? Hayır değilim.
Bugün Brüksel’de Türkiye’yi diğer üye ülkelerden daha fazla ilgilendiren bir NATO Zirvesi yapılıyor, ama ben o konuya giremiyorum bile. AK Parti’nin yeni dönemi başladı, partiden sonra hükümette de değişiklikler bekleniyor, o konuya da değinemiyorum. 15 Temmuz hain darbe girişiminin çatı davası başladı, birkaç yazı çıkarmam mümkün; ne çare, kendimi savunmam gerekiyor.
Neden?
Tam DOKUZ YIL ÖNCE yazdığım birkaç satırlık bir değini ile bundan tam DOKUZ AY ÖNCE davet üzerine gittiğim adliyede savcıya verdiğim iki paragraflık bir tanıklık yüzünden…
Daha önce de yazdım, bu tür saldırılar konusunda şerbetliyim, medyanın topyekün savaşlarına ülkemiz de alışık. Ancak, bana karşı yürütülen sürek avıyla, artık o günlerin geride kaldığı, yalanlara başvurulmayacağı bir döneme girildiği kanaati yıkıldığı için de üzülmemek elde değil.
Burada yazdıklarımı kimselerin okumadığını zannederek yalanlarını sürdürebilir, kendilerine başka yandaşlar da bulabilirler, ancak gerçeklerin mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu da vardır.
Gazeteciler hapse düşmesin diye benim gibi çırpınacakları yerde, ‘gazeteci’ olduğunu itiraf etmek zorunda kaldıkları birini, beni, parmaklıklar arkasında görmek istediklerini bu denli belli etmeleri de onların ayıbı.
Hem de ne ayıp. Bu ayıp onlara yeter.
ΩΩΩΩ
Uzunca bir notum olacak.
Bugünkü Sözcü gazetesinde, iki yazar, kendileriyle ilgili geçmişte yazdığım yazılardan söz ediyorlar.
Söz ediyorlar, ama gerçeği saklıyorlar.
Önce Bekir Coşkun’un yazdığına bakalım:
“RV diye bir restoranda yemek yemiştik… Zaten bir tek doğru yanı; restoran denilen yerde yemek yenilmesiydi…
Uğur Mumcu, Emin Çölaşan, Melih Aşık, Teoman Erel ve ben, sıradan kalabalık bir restoranda sıradan bir yemekti…
“Gizli toplantı” için RV‘yi seçmiş olmamız bana komik gelmişti…
*
Tabancaya gelince, tabancamız yoktu…
Siyasi cinayetlerin sıkça işlendiği günlerdi… RV‘de tabancayı çıkarsan, şef garson dahil kimse kalmaz kaçardı…
Ayrıca bizler gazeteciliğe başlarken kalemlerimiz üzerine yemin etmiştik…
Silah üzerine değil…
*
O günlerde yargıçlar, savcılar vardı…
Kimse ciddiye almadı…
Eğer bu zamanda olsaydı, size söyleyeyim; dördümüz de “ruhsatsız silah taşımaktan” gözaltına alınmıştık…
Evlerimizde tabanca aranmış, her birimizin üçer-beşer tabancası, muhtemelen el bombaları falan da çıkmıştı kazılarda…
Ve Fehmi Koru “Silahlı hücre çökertildi” diye bir yazı daha yazmıştı…”
Yukarıda alıntıladığım Bekir Coşkun’un bugün çıkan yazısından ilgili bölüm. Şimdi de o günlerde benim ne yazdığıma göz atın isterim:
“Benim için önemli iki ”yemek” olayı daha var Çölaşan”ın; ikisi de dehşetengiz olaylarla ilgili… İki olayı da, üzerinden bir süre geçtikten sonra, Emin Çölaşan”ın kendisi ifşa etmişti.
İlki Uğur Mumcu suikastından sonra açıkladığı ”RV Restoran Yemeği”…
Okuyalım: “Uğur Mumcu”nun hunhar bir cinayette hayatını kaybetmesinden sonra, Hürriyet gazetesi, merhumla ilgili bir dizi hazırlama işini o günlerin önemli gazetecilerinden Celalettin Çetin”e vermişti. Çetin”in ”Yakınlarının ağzından Uğur Mumcu”nun son günleri” başlıklı dizisi dört gün yer aldı Hürriyet”te… Dördüncü gün (12 Şubat 1993) çıkan bölümde tanıdık birinin anlatımı yer alıyordu. Evet, bildiniz: Emin Çölaşan”ın…
“Bakın o son yemeği Celalettin Çetin”e nasıl anlatıyor: ”Uğur”la ben sürekli konuşan ikiliydik. En son görüşmemiz bir ay önce oldu. RV”de yemek yedik. Bizimle beraber Melih Aşık, Teoman Erel ve Bekir Coşkun vardı. Türk basınında sağlam kalmış, yozlaşmamış 5 köşe yazarı bir araya geldik.
“Türkiye”de giderek hırsızların, yolsuzlukların, holdinglerin, yobazların oluşturduğu bir cephe ortaya çıkmıştı. Bu nedenle biz de artık bu beş gazeteci sık sık bir araya gelerek Türkiye nereye gidiyor ve neler oluyor konuşalım istedik. Akşam 8”den 01”e kadar kaldık orada. Ve şu yargıya vardık. Türkiye”de basın bitmek üzere, ya da bitirilmek üzere. Giderek yozlaşıyor çünkü.
“Ve şimdi bu cümlelerin ardından ”silâh” faslı geliyor: “Uğur”a tabancan var mı dedik, var dedi. Artık birbirimize destek olmaya karar verdik.” (Kulis, 28 Aralık 2004)
Celalettin Çetin’e Emin Çölaşan, aynen, “Uğur’a tabancan var mı dedik, var dedi; artık birbirimize destek olmaya karar verdik” diye anlatmış yemekte konuşulanı..
Nerede?
Hürriyet gazetesinde Uğur Mumcu’nun ardından yazılan anılarla dolu yazı dizisinde.
Yazdıklarımın bütününü merak edenler için yazımın linki
…
Şimdi gelelim Emin Çölaşan’ın yazdığına:
“Bir gün başka bir yazısı çıktı… Dikkat ediniz, bu tür yazıları kendi ismiyle değil, Taha Kıvanç kod adıyla yazardı./ Başlığı şöyle: / “Emin Çölaşan’ın hırsızlığı ortaya çıktı.” / Sonra bu hırsızlığın ne olduğunu açıklıyordu. / (..) Uzun yıllardan beri her 23 Aralık günü bir Menemen yazısı yazıp bu çirkin olayı gündemle getiririm. Yazı hep aynıdır. Takkeli liboş şöyle yazıyordu: “Emin Çölaşan bu yıl yine aynı yazısını kullanarak yazı hırsızlığı yaptı. Yani kendi yazımı kullanmamı piyasaya hırsızlık olarak sunuyordu. Herhalde dünyanın en ilginç suçlarından birini işlemiştim! / Kendisine gereken yanıtı verdim, bin dereden su getirip yine ısrar ediyordu. / Kendi yazımı yeniden yayınlamak basın hırsızlığı imiş!”
Peki ben Çölaşan’ın bahsettiği yazıda ne yazmıştım?
Bir kere yazımın başlığı “Emin Çölaşan’ın hırsızlığı ortaya çıktı” değil, şu: “Çölaşan bugün Kubilay yazacak”…
Yazının tamamı veriyorum:
“Önce iddiamı okuyun: Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’ın bu Kulis’i okuduğunuz bugün Hürriyet’te çıkacak yazısının başlığı büyük ihtimalle ‘Kubilay olayını unutmayalım’ olacak…
Dün gözüm yolda kulağım radyoda gıdım gıdım ilerlerken, birdenbire, bir devlet kurumunun Menemen’deki ‘Kubilay Olayı’ ile ilgili açıklamasını işittim. Tuhaf; açıklamada yer alan cümleler kulağıma olağanüstü tanıdık geldi. Arşivime girince daha da tuhaf bir durumla karşılaştım: Hürriyet gazetesi yazarı Emin Çölaşan, her yıl bugünlerde, hep aynı yazıyla çıkmış okurlarının önüne…
Çetin Altan Milliyet’te her pazartesi günü eski yazılarından birini sunar okurlarına, altına yazdığı notta bu durumu belirterek… Bir yazarın sonuçta kendisi tarafından yazılmış bile olsa eski bir yazısını sanki yeniymiş gibi yayımlaması pek alışıldık bir durum değildir. Başka ülkelerde basın etiğiyle uyuşmadığı için yapanın başına ciddi sıkıntılar açtığı da olur böyle bir olayın…
Bizde ise Emin Çölaşan bunu sıkça yapıyor. Her yıl bugün, benzer başlıklarla ve neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynı yazılarla okur önüne çıkıyor. Bu yıl âdetini bozup bozmadığını bugün öğrenmiş olacağız…
Arşivi 2000 yılına kadar taradım. 2000 yılı Kubilay Olayı’nın 70. yıldönümü olduğu için yazısına “70 yıl öncesini unutmayın” başlığını uygun görmüş Çölaşan; 2001 yılında ‘Menemen olayını unutmayın’, 2002 yılında ‘Kubilay olayını unutmayın’, 2003 yılında ‘Menemen olayını unutmayın’ olmuş geleneksel yazısının başlığı. Bu yıl, yani 2004 de ‘çift sayı’ olduğuna göre, bu yılki yazı başlığının ‘Kubilay olayını unutmayın’ olacağını sanıyorum… Tabii şaşırıp ‘Menemen olayını unutmayın’ da koyabilir yazı başlığı…
Giriş cümleleri dört yıl üstüste sütununda yayımlanan yazıların hepsinde aynı, hiç değişmiyor: “ADI Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. / Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir’in Menemen İlçesi’nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında.” Yazılar hep bu cümlelerle başlıyor…
Yazının bundan sonrasında, yine sözcüğü sözcüğüne aynı ifadelerle, olayın nasıl cereyan ettiği anlatılıyor. Yazıya kaynaklık eden bilgilerin nereden alındığını bilmiyoruz, ama önemli olan Hürriyet yazarının anlattıklarına samimi olarak inanması. İnanmıyor olsa, her yıl, hiç değişiklik yapmadan aynı bilgileri aktarırır mıydı?
Bir yıl (2000) 22 Aralık günü yayımlanmış Kubilay yazısı, bir yıl da 24 Aralık’ta (2002), diğer iki yıl ise (2001 ve 2003) 23 Aralık tarihli sütun o yazıya ayrılmış… Riskli olduğunu biliyorum, ama yine de iddialıyım: Emin Çölaşan’nın ‘Kubilay’ başlıklı bu yılki yazısı, eğer tahminim beni yanıltmıyorsa, Hürriyet’te bugün yer alacak…
Her yıl rutin olarak yayımladığı yazı aynı paragraflarla devam edip tamamen aynı cümlelerle sona eriyor. Hiç değilse yazının son cümlelerini aktarayım da, bugün yine kolayına sapıp eski alışkanlığını sürdürmüşse, eski yazılarının son bölümleri ile bugün çıkmasını beklediğim ‘Kubilay’ yazısının son cümlelerini karşılaştırma fırsatı bulun:
“Atatürk Menemen olayına çok kızdı. Söylentiye göre, Menemen’in haritadan silinmesini emretti. Daha 10 yıl önce Yunan işgali altında inleyen bir ilçede yobazların yaptığı ve halktan bazılarının bu yobaz sürüsüne arka çıkması, onu çileden çıkarmıştı. / Olayın ardından Menemen’de devrim şehidi iki bekçi ve yedeksubay Kubilay adına anıt dikildi. Üzerinde şöyle yazar: / ‘İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz.’ / Bugün Menemen irtica olayının 72. yıldönümü idi. Yılanın başı aradan geçen bunca yıla karşın ezilmedi. Yılan pusuda bekliyor, bazen de ülkeyi yönetiyor!”
Tahmin edeceğiniz gibi iddialı bir iş benim bugün burada yaptığım, ama olsun: Bir basın yanlışlığını sona erdirmek için bu kadar riski göze alabilirim. Bu yıl için 23 Aralık (bugün) değil de 24 Aralık gününü (yarın) tercih ettiyse, bir bakarsınız, bu Kulis’i okuyunca her yıl aynı yazıyı tekrarlama kötü alışkanlığından vazgeçer Emin Çölaşan…
Hergün yazı yazmanın bıktırıcı bir etkisi vardır; özellikle sık sık benzer yazılar yazmak zorunda kalanlar için… Menemen Olayı’na verdiği değer her yıl o konuya bir yazı ayırmasına sebep oluyor Emin Çölaşan’ın, ne yapsın, o da her yıl aynı yazıyı fırına veriveriyor işte…
Yukarıda, bir yazarın kendi eski yazılarını yeniymiş gibi çaktırmadan piyasaya sürmesinin başka ülkelerde başa dert açtığını kaydetmiştim. Bildiğim bir örneği sizlerle paylaşayım: ABD’de Miami Herald gazetesi, tam da bunu yaptığı için, sanat ve kültür alanında uzmanlaşmış yazarı Octavia Roca’yı kovdu. Geçmişte kendi yazdıklarını yeni yazılarına aynen aktardığı için…
Miami’deki olay bu yılın temmuz ayında yaşandı. Roca, savunmasında kendini, “Değişik topluluklar önünde aynı konuşmayı yapan bir profesöre” benzettiği halde, Miami Herald’in yayın yönetmeni Tom Fiedler, “Kendinden aşırmak (self-plagiarism) hep aynı çalışmayı değişik hocalara ödev olarak sunmaktan farksız” olduğu görüşüyle kovma kararı verdiklerini açıkladı.
Benim merakım şu: Hürriyet yayın yönetmeni her yıl böyle bir olayın gazetesinde tekrarlandığından mı habersiz, yoksa bunu önemsiz mi sayıyor?”
(Yeni Şafak, 23 Aralık 2004; o gün yayınlanan Çölaşan’ın yazısının başlığı şuydu: “Kubilay’ı unutmayalım!”)
Bilginize sunarım.
© Tüm hakları saklıdır.