Fehmi Koru *
“Hayırdır Fehmi Bey, nedir bu twit?” deniyor telefonuma düşen notta.
Belli ki, birileri, bir yerlerde yeni bir tezvirat kapısı aralamış, nasibime bu not düşmekte.
Gönderilen buketlere çok sevinmemeyi öğrendiğim gibi, zaman içerisinde tezviratlara karşı da derim kalınlaştı.
İyi ama, bilen biliyor, ben twit atmam ki?
Daha doğrusu yazılarımı Twitter takipçilerime duyurmak için 140 karakterlik duyurular dışında twit atma âdetim yok benim…
Ya biri yine ‘çakma bir hesap’ açtı, oradan bana dönen bir bomba bu, ya da yazımı duyurduğum kısa mesajlarımdan birinin çarpıtılması söz konusu.
Dedektifiniz iş başında
Bazen aynı yazıyla ilgili birden fazla mesaj attığım da oluyor. Acaba hangi mesajım?
Geriye doğru son birkaç günlük mesajlarımı gözden geçiriyorum:
Dünkü şuydu: “Hürriyet manşeti neden tepki çekti? Neden Hürriyet hatasını anlamakta gecikti? Bugünkü yazım:” (1 Mart)
Ondan bir gün önceki: “Hürriyet manşeti bana eski günleri hatırlattı. Benzer manşeti attığına atan gazeteyi biz gazeteciler pişman etmiştik” (28 Şubat)
Aynı gün: “Gazeteciler olarak gazetecilerle didişiyor ve haklı olan kazanıyordu; politikacılar ve savcılar devreye girmeden..”
Yoksa aynı gün attığım şu mesaj mı: “Hürriyet’in ‘Karargah rahatsız’ manşeti beni eskiye götürdü. Basının çok-sesli ve güçlü olduğu günlere.. Özlemişim.”
Bir yandan dedektif merakıyla “Acaba hangisi?” diye mesajlarıma göz atarken, aynı anda o mesajları atmamın sebebi olan yazılarımda nelere yer verdiğimi de zihnimden geçiriyorum.
Sonuç: O soruyu hak edecek hiçbir şey aklıma gelmiyor.
Yoksa bu twitlerden biri “Hürriyet’in manşetine destek” olarak mı sunuldu?
Gülerim…
‘Tezvirat’ dediğim işte bu tür çarpıtmalar…
Konuya ilişkin ilk yazım, araya politikacıların ve savcıların girmesine gerek kalmadan.. içinde yer aldığım medya olarak.. askere hulus çakan gazete manşetlerine karşı verdiğimiz mücadeleyi ve onlardan nasıl üste çıktığımızı anlatıyor.
Yetiyorduk o dönemlerde sonuç almaya…
28 Şubat’ta da.. AK Parti’nin iktidara yürüdüğü günlerde de.. İktidar olduğu ama henüz muktedir sayılmadığı ve bugünkü gibi güçlü bir medya cephesi oluşturmadığı dönemde de…
Habere haberle karşı çıkıyor, yazılara yazıyla mukabele ediyorduk.
Demokrasi mücadelesiydi yaptığımız; motivasyonu, birilerinin gözüne girilmesi çabası veya bir menfaat beklentisi değildi. Hakkı, hakikatı savunduğumuzun bilinciyle hareket ediyorduk.
Güçlü bir cephe teşkil ediyorduk bu tür hassasiyetleri bulunmayan gazeteler ve gazeteciler karşısında.
O günleri bugün de özlüyorum.
Kalemin gücüne –yine de– inanırım
Siyasilerin benimle aynı hisleri paylaşması imkânsız elbette.
Artık bir sitemleri bile bizim düzinelerle yazıyla elde edebildiğimiz sonuca varmaları için yeterli oluyor siyasilerin; geçmişe neden özlenmesi gereken bir dönem olarak baksınlar ki?
“Medya ayağını denk alsın” dediler mi.. akan sular duruyor…
“Üzerlerine gideceğiz, hesabını soracağız” cümlesi eşliğinde durumdan vazife çıkaranlar ortalığa atılıveriyorlar…
Güç, iktidar gücü böyle bir şey…
Ben ise başka bir güce, kalemin gücüne meftunum; kaleme karşı mücadelenin ancak yine kalemle verilmesi gerektiğine inanmışım.
“Kalem kılıçtan keskindir” sözünün doğruluğunu kabul etmişim bir kere…
Kalem kavgası dostluğa mani mi?
Geçen gün, günlük yazıya neredeyse aynı günlerde başladığımız bir meslektaşla sohbet ediyordum.
“Biz seninle çoğu kez karşı saflarda yer aldık, ama her zaman dostluğumuzu da koruduk; hiç değilse ben sana hep dostum gözüyle baktım” dedi.
Doğrudur.
Yazdığı yazılar, seçtiği başlıklardaki pek çok tercihine sarı, bazılarına da kırmızı kart gösterdiğim bir gazeteci bu.
O hatırlatmasa unutmuştum: Turgut Özal’ın başbakanlığının ilk günlerinde, Anavatan Partisi bir sempozyum düzenlemişti, başbakan da dinleyicileri arasında yer alıyordu. O sempozyumdaki bir panelde ikimiz de yer almıştık ve birbirimizle ilk takışmamız da oradadır.
“En keskin yazılarla seni eleştirdiğim dönemlerde bile ben de sana hep ‘dostum’ gözüyle baktım” dedim o meslektaşa…
Bugün bizimle aynı mesleği sürdüren pek çok kişinin bunu anlayabileceğini sanmıyorum.
Nesil farkı mı? Herhalde öyledir.
Yoksa iktidarın insanlar –bu arada yazarlar ve gazeteciler– üzerinde böyle bir etkisi mi var?
Varsa, ben neden ondan hiç etkilenmedim?
Zafer kazanma mücadelesi veya ‘beka’ savaşı değildi bizimki; hak ve hakikatin üstün gelmesini, doğrunun kabul edilmesini hep yeterli saydım.
Haklarında en sert yazıları yazdıklarım da dahil hiç kimseye –politikacı.. yazar.. gazeteci.. işadamı..– ‘düşman’ gözüyle bakmadım.
Yanlış mı yaptım? Sanmıyorum.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin fetvalarını içine yerleştirdiği kutu ile gömülmeyi vasiyet ettiği söylenir. Hesaba çekileceği zaman kolaylık olsun düşüncesiyle…
Bizler işte böyle her gün hesaba çekiliyoruz.
Mutluyum; yeter ki, tezvirat olmasın…
* Bu yazı fehmikoru.com'dan alınmıştır