18 Nisan 2016 21:01
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le İngiltere'deki üniversite yıllarında aynı odayı paylaşacak kadar yakın bir ilişkide olan Fehmi Koru, Hürriyet gazetesinin kendisine 2 kere ettiği yazarlık teklifini reddettiğini ancak tekrar bir teklifte bunu düşünüceğini söyledi. Koru, “Olur mu olmaz mı bilmiyorum, şu an böyle bir şeyin olacağını da zannetmiyorum” dedi.
Koru, Star yazarı Hüseyin Gülerce’nin uzun yıllar cemaatin görünen yüzü olduğunu söylerken, “Kendisiyle Zaman’da beraber çalıştık. Yani birden bire insan 30 yıl içinde olduğu toplumsal yapıya karşı bu kadar değişemez” diye konuştu.
Kayyum atanan Zaman gazetesinin genel yayın yönetmenliğini de yapmış olan Koru, “Gazeteye kayyum atanmasına karşıyım, biz askeri dönemler de yaşadık, o zamanlar bile gazeteye el koyma yoluna gidilmemişti” dedi.
Koru’nun Medyaradar’dan Alev Gürsoy Cimin’e yaptığı açıklamalar şöyle:
Öncelikle yeni kitabınız hayırlı olsun Fehmi Bey. Bundan bir beş yıl önce böyle bir kitabı kaleme alabileceğiniz aklınızın ucundan geçer miydi?
Yazıların da öyle, kitapların da, hepsinin bir kaderi var. Beş yıl önce bu kitabın konu aldığı olaylar, kişi ve kurumlar çok daha farklı bir noktaydı. Ama son birkaç yıla dönüp bakınca bu kitabı yazmayı gerektiren olaylar birbiri ardına gelişti. Evet, beş yıl önce de bu kitap kaleme alınabilirdi ama bu kitap olmazdı.
Neydi sizi bu kitabı yazmaya iten duygu, içinizde birikenler mi, içinize attıklarınız mı?
Biliyorsunuz zorunlu bir emeklilik dönemi yaşıyorum ben, dolayısıyla gazetecinin emeklisi kitap yazar. Ben de madem öyle son 50 yıl içerisinde pek çok olaya yakın tanık oldum ve bazı olaylarında çok içerisinde olduğum için yazmak istedim. Yazmaya da devam edeceğim gibi görünüyor!
Yoksa sizi de paralelci ya da cemaate yakın isim diye yaftalamaları mı rahatsız etti de bu kitabı kaleme aldınız?
Hayır, öyle bir endişem olmadı, olamaz da çünkü benim öyle herhangi bir yere mensubiyetliğim yoktu. İsmimin önüne gelebilecek hiçbir “Cİ” sıfatım olmadı. Dolayısıyla bana “Şunu derler, bunu derler” gibi bir çekingenliğim olmadı. Tam tersi ben bulunduğum konum itibariyle bu kitap içerisinde yer alan pek çok olaya bizzat yakından tanıklık ettim. O tanıklığımın da boşa gitmemesi gerektiğini düşündüm. Yarın, bugünleri yazacak olanların elinde malzeme bulunsun istedim.
Araf'ta kalmışsınız gibi hissettim kitabı okurken?
Gazeteci o demek zaten. Neticede yaptığınız işi ciddiye alan bir gazeteci iseniz biraz Araf'ta kalmanız lazım. Mesela siyaseti izliyorsanız onu illa içindeymiş gibi yaşamanız gerekmiyor. Bulunduğunuz yer siyasete çok yakın olabilir ama siz sadece gözlemcisiniz, olayları etkileyebilecek gücünüz yok, sadece kaleminiz var. Onun dışında hiçbir şeyiniz yok. Sosyal yapı ise cemaat gibi gözlemlediğiniz yer, onu da ancak gözleyebilirsiniz veya sadece yazabilirsiniz, yapacak başka bir şeyiniz yok.
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık diye bir söylem var. İki arada bir derede kalarak bu kitabı yazmak zor olmadı mı?
Öyle gibi görünebilir ama benim açımdan öyle değil olay. Ben gerçekten olayları olabildiğince yakından gözlemeyi ve gözlediğimi de belli biçimde okurlarımla paylaşmayı yıllardan beri yapıyorum. Bu kitapta okuduklarınız aslında okuyucularımın çok da uzağında olan konular değil, ben bunları bu kadar açık olmasa bile yazılarımda anlattım.
Bu kitabı Fethullah Gülen’i aklamak için yazmış yorumları bir hayli fazlaydı. Bu yorumlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Hayır, bunu kabul etmiyorum. Ben kimseyi aklamak niyetiyle bu işe imza atmadım. Tam tersine ben sonucu okura bıraktım. İnsanlar kitabı okuyup, kapağını kapattığında oturup şöyle bir düşünürlerse herkes kendine bir sonuç çıkarabilir, kendi kararını verebilir. Bu cemaatin lehine bir hüküm de olabilir, kavganın diğer tarafı olan Tayyip Erdoğan’ın lehine bir sonuç da olabilir. Çünkü bu gözlemler arasında her iki tarafı da önceleyen, her ikisinin de lehine ya da aleyhine gelebilecek tanıklıklarım var bu kitapta…
Fehmi Bey, her şeyi çok iyi bilmenize rağmen bugüne kadar neden sustunuz ya da çok az konuştunuz?
Bu yanlış bir tespit. Susan adam hiç olmadım. Ben köşemde de her şeyi açık açık yazdım, Katıldığım tüm televizyon programlarında da konuştum. Tabii yazılarım bir kitabın etkisini vermez. Günlük yazılar o günün gündemini anlatıyordu bu ise tüm olanları.
Kitabı yazarken çekinmediniz mi? Çünkü ülkede farklı düşünen kişileri yaftalamak moda oldu. Ya darbeci ya terörist, ya paralel ya da hemen hain ilan edilmek o kadar kolay ki?
Çekinmedim de korkmadım da. Bahsettiğiniz sorunuzun içerisindeki kavramlar günümüzle ilgili en doğru tespitler bence. Gerçekten de Türkiye’de bugün artık gazeteciliğin arka plana itildiği, herkesin illa bir şeyleri savunması veya karşı çıkıyorsa sonuna kadar karşı çıkması gereken bir noktaya kendisini konuşlandırdığı bir uğraş alanına döndü gazetecilik. Ben kendimi hiçbir zaman o duruma düşürmek istemedim. Dolayısı ile bu kitabı yazarken “falanca ne der filanca ne der” diye hesaplar yapmadım. Zaten beklediğim de oldu kitap çok büyük ilgi gördü ve ikinci baskıya hemen geçti. Fakat taraflar hiçbir şey söylemiyorlar, yazmıyorlar, beni esas şaşırtan bu.
Ben de tam onu soracaktım. Özellikle AK Parti cephesinde acaba nasıl yankı buldu. Mesela Sayın Cumhurbaşkanı okumuş mudur bu kitabı?
İnanın hiç bilmiyorum. Okumuş ya da okumamıştır şeklinde kesin bir hükümde bulunamam lakin elbette kitapla ilgili kendisine bilgi verilmiştir. Sonuçta kendisinin de bizzat içerisinde olduğu ve birebir yaşadığımız ve yaşadıkları olaylar var. Tayyip Erdoğan’ın gözüyle olaylara yaklaşan gazeteler ve oradaki köşe yazarlarını takip ediyorum, onlar çok sessizler. Aynı şey cemaat için de söz konusu. Kitap çıkalı 10 günü geçti hiçbir taraftan ses gelmiyor. Onlar sessizliğini korurken kitapta bu arada gerçek okuyucusuna ulaşıyor. Dolayısı ile illa bir tarafı ön planda tutan ya da diğer tarafı yok etmeye çalışan bir kitap olmak yerine doğruları kendi gözümle “Ben böyle gördüm” diyerek ortaya koyan bir kitap oldu bu.
Siz neyi, nasıl gördünüz?
İşte o, bu kitabın içerisinde yer alıyor. Bu kavgada iki tarafın da çok haklı olduğu ve iki tarafın da çok haksız oldukları konular var. Belki bir taraf öteki ile mukayese edildiğinde çok daha haksız. Belki bir taraf çok güçlü, neticede devlet çünkü… Belki diğer taraf güçsüz ama onun da güçlü olduğu yurtdışındaki ilişkileri var. İkisi de hala bulundukları noktada güçlerini kullanmaya devam ediyorlar ve ben bundan çok rahatsızım. Sonuç itibarı ile evet cemaat yanlış işler yaptı ama doğru yaptığı işleri de unutmamak gerek. Özellikle okullar, benim üzerinde en fazla durduğum konu bu. Onların da kapatılması için çaba gösteriliyor, bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da devletin içerisinde kendilerini örgütleyerek onun içerisinde sanki paralel bir yapı oluşturmuş gibi davranan kişilerin olduğu da çok belirgin. Bu arada onlar da herhalde bulundukları yerlerde kalması düşünülmeyecek insanlar gibi geliyor bana. Yani anlayacağınız her iki tarafın da bugünlere nasıl geldiğini bu kitapta dilim döndüğü, gücüm yettiğince anlatmaya çalıştım.
Eski Cumhurbaşkanlarımızdan Abdullah Gül’le olan dostluğunuzu herkes biliyor. Görevi boyunca kendisiyle hep mesafeyi de korumuş, gazeteciliğin gereğini yapmışsınız; yazdıklarınızdan bunu çıkardım. Kitapta epeyce onun da ismi geçiyor, kendisi okudu mu kitabı ve okuduysa yorumu ne oldu?
Gazeteciliğe daha ilk adım attığımda benim de benimsediğim bir takım ilkelerim oldu ve onu hep korumaya çalıştım. Gazeteciyseniz kurumlar ve kişilerle aranızda hep bir mesafenin bulunması gerekiyor. Bu gazeteciliğin evrensel ilkelerinde de vardır. O mesafeyi korumanın tek yöntemi onu karşı tarafa bırakmamaktır. O konumda olan bir siyasetçi ise ver takke al külah tarzında sıradan bir arkadaşınız gibi davranamazsınız. Öyle bir mesafe koyarsınız ki istediğini size yazdıracak çizdirecek gibi hissetmemeli. Abdullah Gül, kadar yakın olmasa da ben gelmiş geçmiş en önemli devlet adamlarının çoğuyla da yakındım. Turgut Özal mesela... Gece yarısı bazı gazeteciler kendisini aradığını hep yazdılar, söylediler. Ben de onlardan biriydim ama yazmadım çizmedim bunları. Başbakan’la Cumhurbaşkanı ile mesafeyi hep korumaya çalıştım. Abdullah Gül benim çok yakın arkadaşım ama siyasi hayatı boyunca hep mesafeli olduk. Herhalde okumuştur kitabı…
İlişkinizin eskisi kadar sıcak olmadığı söyleniyor Sayın Gül’le.
Hayır, eskiden nasılsa yine öyleyiz. Kitap sonrası da aradı görüştük. Beni aradığında henüz okuyordu o nedenle yorum yapamadı. Yakında görüşürüz ve neler düşündüğünü bizzat öğrenirim. Neticede ona onaylatılarak yazılan bir kitap değil. Yazdıktan ve okuduktan sonra yorum yapmasını daha uygun buldum. Kitapta her yazılanı bütünüyle benimsemiş midir, onu da pek zannetmiyorum. Belki bazı bölümlerin daha farklı şekilde yazılmasını arzu edebilirdi ama bu benim gözlemlerim, ben böyle gördüm ve yazdım.
Kimi zaman keder, kimi zaman serzeniş ve kimi zaman coşku ile akan satırlarınızdan gördüm ki bu kavga içinizdeki kelebeği darmadağın etmiş, çünkü bu kavgada size biçilen arabuluculuk misyonunda başarısız olmuşsunuz…
Evet, çok doğru. Çünkü bugünden geriye dönüp değerlendirdiğim zaman insanların iyi ki başarısız olmuş diyebileceği bir misyondu aslında o. Ama o gün öyle değildi şartlar. Tam tersine ülkeyi, siyasi sistemi altüstü etmeye amaçlayan bir olayın, belli bir çizgide durdurulmasıydı söz konusu olan ve ben onu başaramadım.
Süreçte size çok önemli bir adam rolü biçilmiş. Anladığım kadarıyla her iki tarafın da güvenebileceği tek isim sizdiniz. Ülkenin Başbakan’ı biçiyor bu rolü size hem de.
Sadece Başbakan değil, Cumhurbaşkanı da var işin içinde. Evet, önemli bir görevdi ve karşı tarafın da kabul edebileceği bir isimdim ben neticede. Belki başkası gitse o görüşmeyi kabul etmeyebilirlerdi. Büyük olaydı. Hem görüşmeleri, hem Sayın Cumhurbaşkanı hem Başbakan ile olan görüşmelerimizi bu kitapta tüm detayları ile yazdım. Tabii Pensilvanya’da aldığım notları, orada konuşulanları da… Gülen tarafından yazılan mektubu da yayınladım. Dolayısıyla iki tarafın da o dönemde durdurulması gereken bir yanlışın yapıldığı konusunda neredeyse hemen hemen aynı fikirde olduklarını gördüm. Hem de 25 Aralık operasyonunun patlamasına rağmen. Unutmayın o gün 90’dan fazla insan gözaltına alındı ve bunların hepsi Başbakan Erdoğan’a çok yakın, Cumhurbaşkanı’nın da yakından tanıdığı isimlerdi. Ben bu olaya rağmen Erdoğan’ın sanki bu olay bu noktada dursa ve daha ileri gitmese, çok rahatsız olmasına rağmen yine de çok mutlu olacağını hissettim. Nitekim Çankaya’ya çıkıp Gül’le de görüştü Erdoğan ve bu olayın durdurulabileceğini düşünüyordu.
Aslında Tayyip Erdoğan, olayı buraya getirmek yerine çözümcül yaklaşmış ilk etapta hep, sizin yazdıklarınız ve anlattıklarınıza bakılacak olursa…
Bu işin durdurulabileceğini düşünüyordu, öyle görünüyordu…
Sizin bir de önemli tespitiniz var. Eğer cemaatin medyası ve kullandığı o savaş dili olmasaydı bu iş bu noktalara varmazdı. Bir de cemaatin kendi medyasını yaratmasına da karşıymışsınız gibi geldi bana?
Bütünüyle karşıydım diyemem çünkü Zaman Gazetesi önemliydi. Tabii bu kadar çok gazete ve televizyona gerek var mıydı orası tartışılır. Olayın kızışmasına en büyük sebep cemaat medyasının dilidir. Baktığınız zaman artık bunu herkes görebiliyor. Tabii sadece televizyonların ve gazetelerin dili değil, sosyal medya var bir de. Troller var. Onları da çok etkin kullandı her iki taraf. İki taraf özellikle bu sosyal medya kullanımı konusunda birbirinden çok rahatsız oldu. Kabul etmek gerekir ki biz gazetecilerin de kibre kadar gidebilen kendimizden çok mutlu bir görüntümüz var, güç kullanmayı seviyoruz. “Biz bu iktidarı dize getiririz” şeklinde bir dile sahip oldu cemaat medyası. Hâlbuki o gazetelerden biri olan Zaman Gazetesi kurulduğunda ben de içerisinde yer alıyordum ve ilk genel yayın yönetmeniydim. O dönemde ne kadar mütevazı davranıldığını, aman kimseyi incitmeyelim şeklinde nasıl hassas bir dili olduğunu çok iyi biliyorum. Cemaatle çok yakın durmayan, araya mesafe koyan bir gazeteydi. Ama sonradan her şeyi göze sokmaya, bir inada dönüştürmeye, “Biz bu hükümeti dize getiririz, deviririz, bu Başbakan’ı götürür başkalarını getiririz.” diye bir iddiaya dönüştürdüklerini de herkes gözlemledi.
Cemaate çok yakın bir isim gibi görünseniz de aslında o mesafeyi korumuşsunuz anladığım kadarıyla…
Ben hiçbir zaman cemaatin asli bir unsuru olmadım. Hiçbir zaman ön planda olmadım. Onlar Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı kurdu, ben üyesi bile olmadım. Medya Etik Derneği kurdular onun da üyesi olmadım, kurumlarında yer almadım. Çocuklarımı okullarında okutmadım. Dolayısıyla ben çok farklı davranmaya gayret ettim. Eğer bir yakınlık söz konusu olacaksa ben AK Parti’ye daha yakın bir konumdaydım, halen de öyleyim. Kendimi AK Parti’nin uzağında görmüyorum. AK Parti bir dönüşüm hareketi olarak ortaya çıktı ve bu bizim yıllarca savunduğumuz bir dönüşümdü bu. Ben onu bugüne kadar savundum. Eğer bir yere yakınlık söz konusu olacaksa ben kendimi siyasete ve siyaset içerisindeki AK Parti’ye yakın görüyorum ama bugünkü AK Parti’ye mi onda eleştirilerim var. Zaten o yüzden de bugün o eleştirileri yazabilecek imkâna sahip değilim.
Habertürk’ten gönderilme nedeniniz, son zamanlarda AK Parti’ye yönelik eleştirileriniz ve cemaate yakın bir isim olarak görülmeniz miydi?
Valla insanların aklına ilk bu geliyor. Fakat gazete ile ilişkimin nasıl kesildiği gayet basit aslında. Gazetenin genel yayın yönetmeninin benimle görüşmek istediği söylendi, randevulaştık, gittim. Kendisi bana yeni yayın döneminde benimle devam etmeyeceğini söyledi. Sebebini sordum, "herhangi bir sebep yok ama böyle bir karar alındı" dedi. “Herhangi bir baskı söz konusu mu” dedim, “Bana doğrudan bir baskı gelmedi” dedi. Ben de “Size gelmemiş olabilir ama başkalarına gelmiş olabilir” dedim. “Benim bilgim yok ama didiklersem öğrenirim” dedi, aradan 3-4 ay geçti ve hala ya didikleyemedi ya da beni haberdar etmedi. Bilemiyorum.
Cemaate yakınlık diyeceğim ama öyle olsa gazetenin sahibi de yıllar önce Pensilvanya’ya giden isimler arasındaymış…
O zamanki şartlarla şimdiki şartlar bir değil ama. Bugün en büyük kavgayı veren siyasi iktidarın Başbakan’ı 2013 yılının Eylül ayında eşi ile birlikte New York’tan ayrılıp Pensilvanya’ya geçti ve Fethullah Gülen’i ziyaret etti. 2013 Eylül ayına kadar oraya yapılan ziyaretler pek yadırganacak ziyaretler değildi.
Bir dönem Pensilvanya’ya yolu düşmeyen kalmamış. Hemen herkes gitmiş, şimdilerde yere göğe sığdırılamayan Gülen, “o zat, baş paralel "ve hatta "terör örgütü lideri” ilan edildi. Nerden nereye demeden edemiyor insan… Bu noktaya nasıl gelindi?
Bugünden geriye baktığımız zaman Fethullah Gülen imajı pek o ziyaretleri de ona gösterilen ihtimamı da mantık dışı bırakıyor. Hâlbuki öyle bir insan değil, ben onu da anlatmaya çalıştım. Mütevazı bir insan, kendisiyle konuştuğunuz zaman akıllıca laflar sarf eden bir adam. Tabii din adamı olduğu için de konuşmasının içerisinde maneviyatla ilgili pek çok unsurlar oluyor ve insanları etkiliyor. O bakımdan bunları bilmediğiniz zaman niye bu insanı gidip ziyaret ederler diye düşünmeniz normal. Ama o gidip konuşanlar birbirlerine “Aman sen de git, bak ne güzel şeyler anlatıyor” diyerek tavsiyelerde bulunduğu için başkaları da gidiyordu. Tabii bir de çok yaygın bir kitlesi olan bir cemaat olduğu ve o bazı konularda kolaylık gösterebildiği için işadamları biraz da onun için gidiyordu. Onunla birlikte görünmek belli konularda işlerinin kolaylaşmasını da sağlıyordu.
Şimdi oraya gitmek sanırım biraz yürek ister?
Yok, şimdi artık kimsenin gitmek isteyeceğini sanmıyorum. Orada da zaten sıkıyönetim ilan edilmişe benziyor, biraz endişe hâkim. Dolayısı ile gitmek isteyen olsa bile kabul edeceklerini sanmıyorum.
Siz gitmek ister misiniz?
Ben öyle çok gitmenin taraftarı değilim. Son 2-3 yıl içerisinde iki kez gittim o bana yetti.
Gazeteci Oray Eğin kitabınızı okumuş ve iki ayrı tespitte bulunmuş: “Abdullah Gül iyi bir adamdır ve her an göreve hazırdır. Fethullah Gülen iyi ama çevresi kötü.” Yanlış mı tespiti, doğru mu?
Hayır, doğru değil, yanılıyor. Kitabı okumamış çünkü kitapta böyle bir şey denmiyor. Bir defa konum gereği Gülen gibi bir insan ister istemez etrafını disiplin altında tutmak durumundadır, o bakımdan eğer yanlışlıklar yapıyorsa çevresindekiler bunu durdurur, tavır alır ve başarılı olur. Neticede aynı şey iktidar için de söz konuşu. Neticede bir siyasi iktidar devlet adına o gücü kullanıyor, dolayısıyla o da yanlış gördüğü bir şey varsa onu engeller.
Fethullah Gülen’e hayranlığınız var mıydı? Şu an Gülen sizin için ne anlam ifade ediyor, eski sempatiniz var mı?
Ben yapılan eğitim hizmetlerini çok önemsedim ve hala da önemsiyorum. Özellikle 200’den fazla ülkede bayrağımızın dalgalandırması büyük olay. Vaktiyle nasıl ki yabancı ülkeler, ülkemizde kendi okullarını açtılar o rüzgâr bizim açımızdan tersine döndü. Türkiye adına bir misyon olarak bu okulların açıldığını biliyorum. Cemaatin dışarıda açtığı binlerce okul da çok önemliydi. Bu benim için Nobellik bir başarıydı. Hindistan’ın belli bir bölgesinde birkaç yüz Hintli öğrenciyi okuttuğu için Teressa Ana adlı bir rahibe Nobel Barış ödülü alıyor, bu binlerce okul banisi olan bir insanın herhalde Nobel ile ödüllendirilmesi çok daha kolay ve Türkiye açısından da büyük bir başarı olurdu. Bu benim eski görüşüm.
Bugünkü görüşüm; keşke siyasetin içine bu kadar girmeselerdi. Keşke devlet yapısının içinde biz bir güç oluşturalım da bu gücü kendi çıkarlarımız için kullanalım şeklinde bir davranış içinde olmasalardı. Ama maalesef o düşüncelerin olduğunu ve bunun eyleme geçirildiğini hep beraber gördük. Bunun büyük hayal kırıklığını halen yaşıyorum ben. Onlara tavsiyem bir an önce siyasetle ilişkilerini asgariye indirmeleri hatta tamamen ortadan kaldırmaları ve yapılan yanlışlıkları kabul ederek, yeni bir yol tutturmalarıdır. Bunun da kendilerinin bağlı olduklarını söyledikleri Risale-i Nur çizgisinde örneği de var. Bunlar Bediüzzaman Said-i Nursi’nin kaleme aldığı eserlerdir. Nursi de aynen Fethullah Gülen’in son zamanlarda ortaya çıktığı siyaset içindeki tavrı gibi Osmanlı’nın son dönemlerinde siyasetin içine girmiş, çeşitli derneklerin, siyasi partilerin içinde yer almış sonra imparatorluğun o siyasi tavırlar nedeniyle yıkıldığını görünce kendisi yanlışlığın yapıldığının farkına vararak, ‘Ben artık siyasetle hiç ilgilenmiyorum. Siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınıyorum’ demiş. Ve o dönemini siyasetle ilgilenmeyen yeni Said dönemi olarak tanımlamış. 'Bu eski tavırlarınızı bırakın bundan sonra biz siyasetle hiç ilgilenmeyeceğiz deyin’ önerisinde bulundum. Ancak söz konusu durumla ilgili bir değişiklik olmadı. Bugün bile bu kavgayı sürdürdüklerine göre…
Bu kavganın kaybedeni veya kazananı kim?
Bu kavganın kaybedeni kesinlikle cemaattir. Hala kaybedildiğine göre, hala operasyonlar devam ettiğine göre, hala en büyük düşmanlar arasında tanımlandığına göre bu bakımdan kaybeden cemaat olacaktır.Gelelim kazanana; bu savaşta kazanan ise yok, Türkiye kaybediyor.
Bu sürer mi?
Umarım sürmez. Çünkü bu durum geçmiş dönemlerde, askeri dönemlerde olağanüstü dönemlerde, Türkiye’de yapılan uygulamaları hatırlatıyor. Dini inançları nedeniyle insanların peşine düşülmesini hatırlatıyor. Bu açıdan ben bu durumun bir an evvel son bulmasını umuyorum. Türkiye artık normalleşmeli, herkes rahat bir nefes almalı.
Rahmetli Birand bu kavgayı aslında çok önceden hissetmiş? Siz de hissetmiş miydiniz?
Ben de aslında 2009’da yazmış olduğum bir yazımda bu durumdan bahsediyorum. Birand da o tarihlerde üç yazısında bu durumdan bahsetmiş. Cemaatin sonunda üzüleceğini çok açıkça anlatmış. Böyle bir şeylerin pişmekte olduğunu hissetmiş ve çok açık dille de uyarmış. Bu olayları izleyen başka arkadaşlarımız da hissetmişti. Ama onlar yazmaktan ziyade izlemeyi tercih etmiş ama bizler yazdık. Birand’ın yazıları da ibret niteliğinde yazılardır. O kadar açık yazılan tavsiyelerin bile dinlenmemesi ve bildiğimiz yoldan dönmeyiz inatçılığının ısrarı çok doğru değildi açıkçası. Kabul edilebilir de değil!
Cemaatin devleti ele geçirmek istediği düşüncesine katılıyor musunuz?
Ben devlette etkili olmak gibi bir düşüncenin olduğuna daha çok inanıyorum. Sivil toplum örgütleri ve cemaat, hepsi devlette etkili olmak istiyor. Özellikle Türkiye gibi bir ülkede cemaat hala hâkim. Devleti yola getirmenin yolunun devlette etkili olmaktan geçtiğini düşünüyor insanlar.
Yol arkadaşlığından, ne istediniz de vermediklere ve sonrasında terörist ilan etmeye giden yolda, kırılma noktası esas neydi?
12 Eylül Referandumu çok belirleyicidir, AK Parti iktidarı çok çalıştı. Fethullah Gülen de o sürece ‘Gerekirse ölülerinizi kaldırın oy kullansınlar’ şeklinde destek verdi. Yüzde 58 gibi bir sonuç alındı. Bu ikilinin gösterdiği sinerji yüzde elli sekize ulaşan bir tabana ulaşıyor. Dolayısıyla onlardan gelen taleplerin önemli bir kısmını kabul ettiler. Önce 5 Şubat 2012 Oslo olayı ardından 17 Aralık Operasyonu ile ipler koptu. İpler kopana kadar da yakın ilişkiler devam etti.
Dershaneler bu işin başlangıcı mıydı?
Evet. Oslo olayının ardından cemaate yönelik şüpheler giderek arttı. 17 Aralık Operasyonu’ndan önce dershanelere yönelim başladı. Cemaati daha zayıflatmak amacıyla hükümetin yaptığı bir çalışmaydı. Onlar da 'dershaneler kapatılırsa hayat damarımız koparılır buna sonuna kadar karşı çıkalım’ dediler. Kavga da böyle çıktı.
Gülen’in Türkiye’ye getirilip yargılama ihtimali var mı?
Ben böyle bir şeyin Türkiye’ye çok fazla bir şey kazandıracağını sanmıyorum. Neticede kendi aralarında yaptıkları değerlendirmeler de bu yönde. Türkiye’ye getirilmektense gücünün azaltılmasının daha faydalı olacağını düşünüyor olabilirler. ABD’deki varlığının zayıflatılması hükümet açısından gerekiyor. Niye gerekiyor? Çünkü oradaki varlığıyla hükümet aleyhtarı bir cephe oluşmasını sağlıyorlar, bir gücü var ediyorlar. Erdoğan’ın oradaki imajını zedeliyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika’ya gittiğinde farklı tepkilerle karşılaşabiliyorlar. Orada beklediği türden bir karşılama nedeniyle, Obama'nın arkasından yanlış şeyler söylediğini görüyoruz. Amerika vermeyi düşünürse ki zannetmiyorum bu konuda bir iddia ortaya koyamam.
Tayyip Erdoğan’a bakışınız nedir şu an? Kendisini sevdiğinizi biliyoruz ama verdiğiniz bir röportajda Saray’ı kendisi terk etmeli yönünde çok çarpıcı bir eleştiriniz olmuştu…
Bu Saray örneği biraz yanlış bir örnek oldu, bunu biraz açmam gerekiyor. Onu karıştırmasaydınız bu soruya daha yanıt verebilirdim ama orada bir yanlış anlaşılma söz konusu. Ben Tayyip Bey yanlış bir iş yaptı, oradan çıksın anlamında demedim bunu. O gün ve bugün hala en fazla eleştirilen şey bu! Bazıları ona bu Sarayı yakıştıramadılar, özellikle muhalefet. Bu konunun peşini hiç bırakmadılar. Bazıları da Tayyip Bey’i daha kendilerinden gördükleri için daha tevazu bir yaşam sürdürmesini istediler. Ben de yapmak istediklerini engelleyici bir unsursa o zaman en akıllıca şeyin o Saraya taşınılmaması olduğunu taşınıldıysa da çıkılması olduğu görüşünde bulunmuştum. Dolayısıyla ona orayı yakıştırmamak değil daha iyi çalışması için yaptığım bir tavsiyeydi.
Tayyip Bey hakkında ben şöyle düşünüyorum; Türkiye’nin gelmiş geçmiş siyasi liderleri içinde ülkeye en büyük etkiyi yapmış insandır. Evet Atatürk, Menderes, Turgut Özal, Demirel hepsini yaşadı bu ülke. Galiba hem en uzun süre iktidarda kaldığı hem de cesurca adımlar attığı için daha çok konuşulacak ve hepimizi etkileyecek. Çok doğru yaptığı şeyler var ama son birkaç yıl içerisinde özellikle dış politikada beklediği gibi işlerin gitmediğini gördüğünden beri yani bunu 2012 olarak belirleyebiliriz. O tarihten beri dış politikada beklediği açılımlar gerçekleşmediği için ve içerdeki gelişmeler o tarihe kadar her türlü demokratik açılımı yapacakları söylemleriyle geliştirilen bir dilden her türlü demokrasiyi kısıtlayacak bir dili geliştirmeleri ve eskisi kadar reformcu olmaması eleştirilecek şeyler. AK Parti’yi Türkiye’nin yakın tarihinde yapılan yanlışlıklardan ders çıkararak, milletine güvenen, onun her türlü iyiliklere ve özgürlüklere layık olduğunu düşünen bir siyasi parti olarak değerlendiriyorum. Dolayısıyla bu değerlendirmeye ters düşen uygulamalar varsa ki bazı olaylar da var onları eleştirmeyi herkesin hakkı olarak görüyorum.
Cemaatle bu kavganın hemen ardından saf değiştiren bir isim var. Hüseyin Gülerce. Size ve Pensilvanya ziyaretinize yönelik eleştirileri vardı. Nedir Gülerce ile ilgili görüşünüz?
Eleştiri değildi aslında yaptığı, Pensilvanya ziyaretim için değerlendirmede bulunmuştu. ‘Fehmi Koru’ya bir kumpastı ve onu alet ettiler’ dedi. Ben öyle düşünmüyorum. Fehmi Koru’ya Pensilvanya’ya git diyenler bizzat Cumhurbaşkanı ve Başbakandı. Dolayısıyla böyle bir kumpasın içerisinde olmam mümkün değildi. Gülerce’yi çok eskiden beri tanıyorum. Cemaatin uzun yıllar en önemli görünen ismiydi. Zaman Gazetesi’nde belli dönemlerde beraber çalıştık. Son zamanlarda kendisine verilen misyonu anlamakta zorluk çekiyorum. Yani birden bire bir insan 30 yıl içinde olduğu toplumsal bir yapıya karşı bu kadar değişemez. Elbette küsebilir, ayrılabilir, eleştirebilir o yapıyı ama bu kadar sert ve yok edici bir dille bunu yapmaya çalışması benim pek alışık olduğum bir durum değil. Kendisine kitapta çok da eleştirel bir dil kullanmadım.
Gelelim medyaya ve en önemlisi Hürriyet’e. Hürriyet yazarlarının ard arda sizi özleyen yazılar kaleme alması, hemen akabininde sizin orada yer alan röportajınız ve ardından Abdülkadir Selvi gibi bir ismin oraya transfer olması. Durum böyle olunca akıllara şu soru geldi. Koru da mı Hürriyet’e geçiyor? Var mı böyle bir şey?
Böyle bir şey yok. Olsaydı zaten herkes kolayca duyabilirdi. Nasıl Abdülkadir Selvi’yi duydularsa beni de duyarlardı. Böyle yakıştırmalar her daim oldu benimle ilgili.
Fehmi Koru sık sık Aydın Doğan’ı eleştiren ama bir yandan da onun yakınında olmak isteyen bir adamdı. Hep bir Hürriyet hayali vardı içinde diyorlar sizin için. Merak ediyorum görüşünüzü?
Ben eleştirdiğim kişilerle birlikte olmam diye bir prensibe sahip değilim. Gelelim Hürriyet hayalime! Bana Hürriyet iki kez teklifte bulundu, iki kez de ben bunu reddettim. Hatta bir defasında bir devlet adamı ile yurt dışına gittiğimizde uçakta bütün gazetecilerin içinde Ertuğrul Özkök bana transfer teklifinde bulundu ve ben bunu kabul etmedim.
Neden kabul etmediniz?
Neden kabul edecektim? Benim kendime göre belirlediğim ilkeler var. İçimde de hiçbir zaman öyle Hürriyet hayali, özlemi olmadı. Bunlar uydurma. Ama Hürriyet bana yeniden bir teklifte bulunsa bu kez düşünürüm. Olur mu olmaz mı bilmiyorum, şu an böyle bir şeyin olacağını da zannetmiyorum. Mesela ben Star’da yazarken oradan kopma noktasına gelmiştim ve bana Habertürk’ten teklif geldi. Hiç düşünmeden kabul ettim, oysa oradan daha önce de teklif gelmiş ve ben bunu reddetmiştim. Her şeyin bir zamanı var.
Yazmak da bir gazetecinin içine işlediği zaman bırakamıyor, özlemişsinizdir hiç kuşkusuz ki?
Yok hayır. Teklif meselesi bu eğer teklif etmezlerse yazamıyorsunuz işte. Kitap yazıyorsunuz.
Cemaat ile iktidar kavgası devam ederse siz bir 3 kitap daha yazarsınız galiba?
Yok, artık cemaat olayını geride bıraktım. Yazacağım daha pek çok şey var, bu dört kitaplık bir dizinin ilk kitabıdır. Bundan sonra yazdıklarımda cemaat olayı falan değil, benim içeriden yakın tanığı olduğum ve pek çok toplantı da aldığım izlenimler var. İkinci kitabımda bu izlenimlerimi yazacağım. Dünya ve Türkiye bu kitabın içerisinde, yönetimler de tabii. Mesela halk sandıktan iktidarları çıkarıyor ama bunların arkasında güç odakları ne kadar rol oynuyor bunlar benim eskiden beri çok merak ettiğim konulardır. Davos'lara defalarca katıldım oralarda gözlemlerim var. İkinci kitabımda bunları yazmayı düşünüyorum.
Merak ettiğim bir şey daha var sizinle alakalı, şu Taha Kıvanç mahlas olayı.Neden kullanıyorsunuz? Neden iki isim? Hangisi daha gerçek, Fehmi Koru mu, Taha Kıvanç mı?
İkisi de gerçek. Birbirinden farklı değil, zaten ilk günden beri herkes bu durumu biliyordu, Taha Kıvanç isminin altında benim olduğumu. Zaten hiçbir zaman da bu ismi saklamadım.
Neden öyle bir isim?
Aynı gazete de iki farklı sütun, farklı bir şekilde yazılan biri daha ciddi ve daha başyazı niteliğinde…
Hangisi daha adil?
İkisi de dürüst ve adil, ikisi de samimi, ikisi de ben. Tabii netice de herkes benim yazdığımı bildiği için onların muhatabı benim. Ben uzun yıllar Taha Kıvanç adı altında insanlarla, kurumlarla irdeleyerek medya patronları ile ilgili, kurumlarla ilgili, askerlerle ilgili birçok şey yazdım. Herkes birbirine dava açıyor. 30 yıllık yazı hayatımda benimle ilgili açılmış dava var ama önemsenecek hiçbir dava yoktur. Toplam açılan dava sayısı da 5’i geçmez. O bakımdan yazdıklarım konusunda çok titiz davranmışımdır. Birkaç kere doğruluğunu tespit etmeden hiçbir şeyi yazmam. Duyduğum şeyler eğer sadece duyumsa ötesine ulaşamamışsam onun duyum olduğunu, her türlü eleştiriye ve yalanlamaya açık olduğunu belli edecek tarzda yazılar yazmışımdır. Bana gönderilen her açıklamayı yazdığım doğru veya yanlış olsa da mutlaka aynen vermişimdir. Dolayısıyla bir gazetecinin uygulaması gereken her şeyi uygulayarak yazılarımı yazmışımdır. O bakımdan ikisinin farklı olması aynı gazetede iki farklı sütunun aynı isimle yazılmasının biraz fark edildiğinde yadırganacağı endişesiyle yapılmıştır. Türk tarihinde ve dünyada da bunun çeşitli örnekleri mevcuttur. Aziz Nesin mesela hem kendi adıyla hem de 20’ye yakın isimle gazete ve dergilerde yazmıştır. Onun için benim yaptığım yadırganacak bir şey değildir. İki isim kullandım ve ikisinden de ben mutluyum.
Medyayı nasıl buluyorsunuz?
İyi bulmuyorum. Bu nedenle de şu anda dışında kaldığıma da üzülmüyorum. İnsanlar tarafından tanındığım için dışarıda insanlar beni gördüğü zaman gazeteci olarak benimle konuşuyorlar.
Size göre medyanın en büyük problemi nedir?
İnsan unsurudur. İnsanlar kendilerini ilkelerle birlikte çok sınırlı görmüyorlar. Gazetecilik dünyanın en disiplinli işi olmak zorundadır. Bizde disiplin zaten gevşekti. Şimdi tamamen ortadan kalktı. Eskiden bu işin ustaları önünüze gelen bir haberi muhatapları ile bizzat görüşerek, bir kaynağa dayandırmadan ve mutlaka ikinci bir kaynağa da dayatarak değerlendirirlerdi. İnsanlar şimdi aklına gelen her şeyi yazıyorlar. O aklına gelenler de pek akıl süzgecinden geçmiş haberlere benzemiyor.
İktidarın medya üzerinde bir etkisi, baskısı var mı?
Var tabii ki. Sonuç olarak hiçbir iktidar gazetecileri sevmez. Ben bugüne kadar gazetecileri seven bir iktidar görmedim. Sadece bizim ülkemizde de değil, dünyanın her tarafında gazeteciler iktidarlar tarafından sevilmez. En şaşırdığım olay bir İngiliz gazetesinde okuduğum olaydı. Panama belgeleri yayınlandı ve suçlananlardan bir tanesi İngiliz Başbakanı’ydı. Geçenlerde bir konuşma yapmış ve o konuşma içerisinde gazetecileri tebrik etmiş. Panama belgeleri bulan, ortaya çıkaran gazeteciler çok cesur davrandılar, kendilerini tebrik ediyorum ifadesini kullanmış. Bu durum beni açıkçası şaşırttı. Çünkü aynı başbakanın gazetecileri suçlayan açıklamaları olmuştu. Obama da zaman zaman basın özgürlüğüne sahip çıkıyor hem de gazetecileri eleştirebiliyor. Gazeteciler iktidarlar tarafından sevilmez. Bugün Türkiye’deki medyanın karşı karşıya olduğu sorun sadece bir sevgi sorunu değildir. Türkiye medya düzeni çok farklı ve demokratik ülkelerde olması gerektiği gibi değil.
Kitabı yazarken Zaman Gazetesi'ne kayyum atanmamıştı. Onu atladınız?
Atlama değil de 1 Nisan’dan öncesini alamadık.
Üzgün müsünüz, neticede genel yayın yönetmenliğini yaptığınız bir gazeteydi?
Bu uygulamanın dünyada bir örneğini görmediğim için hem de Türkiye’de de ilk defa olduğu için karşıyım. Biz askeri dönemler yaşadık, o dönemlerde bile gazetelere el konularak onların varlıkları başkalarına devredilme yoluna gidilmemişti. Ben bu tür durumları yadırgıyorum. Evet, rahatsız olunabilir, rahatsızlıklara karşı alınabilecek tedbirler vardır; ama bu özgürlükleri kısıtlama yoluyla değil daha da açma yoluyla yapılır. Siz de kendinizi destekleyen gazeteleri destekleyebilirsiniz ama bu başkalarını ortadan kaldırmayı meşru bir yöntem haline getirmemesi lazım. Benim görüşlerim eskiden beri böyle şimdi söylediklerim yeni bir görüş değil. Ben daha AK Parti kurulmadan önce de bunları savunuyordum. AK Parti geldiğinde Türkiye’nin ilk en özgür basın yasasını hazırlayıcılarının arasındayım. İktidar gazetecileri toplayarak bir zirve gerçekleştirmişti. Orada da fikirlerimizi açıklamıştık. Hakikaten de şu anda mevcut olan Basın Yasası da ileri bir basın yasasıdır. Ama başka yasalar Terörle Mücadele Yasası, Türk Ceza Yasası aklınıza gelebilecek her türlü yasa da bu yasaların içerisine öyle maddeler konuldu ki artık o basın yasasının özgürlük sınırı çok daraltılmış oldu.
© Tüm hakları saklıdır.