Büyük bir saldırıya uğramış, kalleş bir darbe girişimi yaşamış bir ülkede ‘normal’in bir süre ortadan kaybolmasına şaşırmamak gerekiyor.
Saldırılara muhatap olmuş, darbeyle devrilmek istenmiş insanlar, ister istemez, “Başarılı olsalardı, onlar bize neler neler yapardı” diye düşünür.
Halkının üzerine ateş açan, Meclis’ini bombalayan, Cumhurbaşkanı’nı öldürmeye kalkışan insanlara müsamaha gösterilecek değil ya?
Galiba bu güne damga vuran düşünce bu…
Kimse, o yüzden, yapılanlara itiraz etmiyor; tam tersine, herkes bulunduğu yerde, genelde yapılanların benzerini kendi çapında etrafında tekrarlıyor.
Devlet darbecileri tasfiye ediyor ya, özel sektörde de tasfiyelere başvurulduğu kulaklara geliyor.
Benim tüylerim diken diken…
‘Tasfiye’ sözcüğünü her işittiğimde benim tüylerim diken diken olur.
Sebebini anlatayım:
ABD’de Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptıktan sonra Türkiye’ye döndüğümde akademik alanda ilerlemek istemiştim. Sınava girdim, kazandığım söylendi, ama benimle birlikte başka dallarda sınava girenler göreve başlatıldığı halde benim atama emrim bir türlü gelmedi.
Sonunda, rektörlük tarafından,“Başbakanlık Devlet Personel Dairesi Başkanlığı’nın takdiriyle atanmanız uygun görülmemiştir” diyen bir yazı elime tutuşturuldu.
Eş-zamanlı olarak, iki yıl ABD’nin en itibarlı teknoloji üniversitesi olan Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) çalışmış ve doçentliğe hazırlanan eşimin de üniversiteyle ilişkisi kesildi.
Dönemin şartları bizleri ‘sakıncalı’ buluyordu.
Hayatımızın hiçbir döneminde ‘devlet-karşıtı’ bir faaliyete katılmadığımız halde…
İki çocukla işsiz-güçsüz bir aileye dönüştük.
1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu gereği açığa alınan, ataması yapılmayan, görevine son verilen onbinlerce insanla aynı kaderi paylaşarak…
‘Tasfiye’ sözcüğünün tüylerimi neden diken diken ettiğini herhalde anlamışsınızdır.
Bereket ‘altın bilezik’ sahibiyim, elim kalem tutuyor; o ara dönemde de, yurtdışındaki bazı gazete ve dergilere yazılar yazarak ayakta kalmaya çalıştım.
Sakıncalılar ve tehlikeliler…
Askeri dönemde kısıtlayıcı kuralları koyanlar, sakıncalı sayılarak ataması yapılmayan veya sessizce tasfiye edilen kişilerin yurtdışına çıkmalarını engellemiyor, ömrü billâh devlette görev alma yasağı getirme yoluna gitmiyorlardı.
İki yıl sonra devlette görev alabildim, arada katkıda bulunduğum yayın organlarının editörleriyle görüşmek üzere yurtdışına çıkabildim.
O dönemde ‘sakıncalı’ bulunanlara uygun görülen muamele buydu.
Dönemin bir de ‘tehlikeli’ buldukları ve gözaltına alıp tutukladıkları kişiler vardı. 12 Eylül (1980) askeri darbesinin ‘gerekçesi’ sayılan çeşitli eylemlere katılmış, ya da o eylemleri yapanları desteklemiş kişiler…
TRT televizyonu ve radyosu her gün onların isimlerini yayınlıyor, en görülür yerlerde fotoğrafları ‘Arananlar Listesi’ içinde teşhir ediliyordu.
Askeri darbe dönemlerinin, özlük haklarını 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nu işleterek ellerinden aldığı insanlar, yıllar sonra açtıkları davalar lehlerine sonuçlanınca, arada kaybettikleri maddi haklarına yeniden kavuşabildiler.
Tabii, arada, o uygulamalar yüzünden, pek çok ocağın söndüğünü, ailelerin bölündüğünü, ‘kaçak’ hayatı seçenlerin gittikleri ülkelerde sıfırdan başlamak zorunda kaldıkları için hayli zorluklar çektiğini de unutmamak gerekiyor.
At izi, it izine…
1980’li yılların ortalarında Almanya’ya gidip ‘kaçak hayatı’ yaşayanları (Cem Karaca, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ gibi) yerlerinde görüp konuştuğumda, yaşadıkları dram beni perişan etmişti. Melike Demirağ’ın “Şimdi İstanbul’da olmak vardı, anasını satıyım” nakaratına sahip şarkısını ilk dinleyenlerdenim.
Şarkının Türkiye’de çalınması yasaktı…
Yasaklı Türkiye’de, askerler, uyguladıkları sıkı yönetim yüzünden soluğu yabancı ülkelerde alan insanların, yeni gittikleri yerlerde kendi aleyhlerinde çalıştıklarını fark edince, gidişleri zorlaştırmak için, hemen bir çare buldular: Avrupa ülkelerine rica edip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize koydurdular.
Avrupa Birliği (AB) ile pazarlığa oturduğumuzda ilk madde haline getirdiğimiz ‘vizesiz seyahat’ konusu, aslında, 1980 askeri darbesini yapanların eseridir.
Ülkemizi ‘askeri darbe’ yapıldığında bir kısım halkın alkışladığı felâket noktasına getirmede faal rol almış ve bu sebeple cezalandırılması gerekenler yok muydu?
Vardı elbette. Nitekim, askeri yönetim, öyle olduğuna inandığı kadroları daha ilk günden tutuklamış, örgütleri hakkında uzun yıllar sürecek davalar da açmıştı.
Uzun yıllar sürdü de davalar ve ‘sorumlu’ diye cezaevlerine atılan insanlar beşer-onar yıl hapiste kaldılar da.
Necmettin Erbakan da vardı içlerinde, Alparslan Türkeş de…
At izinin it izine karıştığı günlerdi o günler…
İnsanın hafızası zayıf gerçekten; kendi yaşadıklarının dışında cereyan eden olayları çabucak unutuveriyor; bazen kendisinin veya çevresinin başına gelenleri de hatırlamakta zorlandığı oluyor.
Öyle olmasaydı, bugünlerde herhalde farklı uygulamalarla karşılaşırdık.
Darbeye girişen, darbecileri Pensilvanya’dan talimatlarla cepheye süren…
Kendi halkının üzerine ateş açan…
Meclis’ini bombalayan…
Kurumlarının tepesine bomba yağdıran…
Cumhurbaşkanı’nı öldürmeye kalkışan…
250 kadar kişinin ölümüne doğrudan veya dolaylı yol veren…
Kişiler…
Yasalarda yer alan en ağır cezaya müstehaktır, hiç kuşkusuz…
Devletin çeşitli kurumları içerisine, ülkeye bir gün böyle ‘uğursuz’ bir olay yaşatmaya kararlı ‘darbeci örgüt’adına sızmış birileri varsa, böyle birileri olduklarından eminsek, elbette onların da göz yaşlarına bakmamalıyız.
Ancak bir noktaya kadar…
O noktayı ve ölçüyü açıklıyorum
Yan yana durduğu insanların bu niyetinden habersiz olanlar…
Gördükleri hayırlı hizmetlerin arkasında hain emeller olduğunu bilmeyen veya farkına varmayanlar…
Dostlukları, arkadaşlıkları yüzünden ‘örgüt üyesi’ sanılanlar…
Böyle ortamlarda devreye girerek geniş mağdur çevreler oluşmasına sebebiyet vermeyi âdet edinmiş ‘sayın muhbir vatandaşlar’ın gadrine uğrayanlar…
Bir-ikisi talimatla hareket ediyor diye, onlarla aynı iş yerinde bulunduğu için benzer muameleye tâbi tutulanlar…
Darbecilik ve darbeciler ile yolu hiç kesişmediği, darbeleri tasvip etmediği ve bunu sürekli ifade ettiği halde şimdilerde kendilerini cezaevlerinde bulmuş, işinden olmuş insanlar…
Gazeteci Nazlı Ilıcak ‘darbe’ ile ilintilendirilebilecek bir karakter midir meselâ?
Yanlış anlaşılır diye isimlerini vermekten çekindiğim rektörler, akademisyenler, bürokratlar, gazeteciler de var bu saydığım gruplardan birine girenler arasında.
Onların listelerdeki varlığı, aslında yapılanları tasvip edenler arasında bile “Acaba bana da sıra gelir mi?”tedirginliğine yol açıyor, görmüyor musunuz?
“Başarılı olsalardı, onlar bize neler neler yapardı” iyi bir ölçü değil; iyi ölçü istiyorsanız, evrensel ölçü şu:“Kimseye adaletsiz davranmayınız…” Kur’an-ı Kerim “Bi’l kısti” diyor ölçü olarak; “Âdil davranın” demek…
*Bu yazı FehmiKoru.com'da yayınlanmıştır