02 Mayıs 2016 17:46
Güneydoğu’daki operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları sırasında yaşanan hak ihlalleriyle ilgili olarak "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı bildiriye imza atttığı gerekçesiyle 40 gün hapis yatan Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, "İçimde bir burukluk var. Kıvanç Hoca ve ben, öğrencilerimize dönüp bu güzel duyguları yaşayabildik; ama Meral Hoca ve Muzaffer Hoca bu süreçte işsiz bırakıldılar. Onların işsiz kalması, üniversitelerinin utancıdır. Tarih, bunları yazacaktır" dedi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Sizler ne Doğu'nun ne de buraların adresini bilemeyecek kadar cahilsiniz” sözlerinin aksine, bir Güneydoğu seyahatinden döndükten sonra devletle karşı karşıya kaldığını belirten Mungan, şunları söyledi:
“Döndükten sonra derse girerken Diyarbakır’daki annelerin, kulaklarımda yankılanan sesini bastırmaya çalıştım. O dersi nasıl bitirdim bilmiyorum. Ders bittikten sonra kampusta arkadaşlarıma rastladım. ‘Esra iyi ki seni gördük! Çok telaşlandık. İyi misin? Evine polis gelmiş’ dediler. Bu cümleleri duyduğum an, ruh halim ve zihnim 180 derece değişti! Diyarbakır’dan majör bir depresyona girmiş halde dönmüşken, evime polislerin geldiğini duyduğumda inanılmaz bir mücadele gücü geldi bana. O zamandan beridir böyle! Devlet, ‘Cezalandırayım, sindireyim, korkutayım’ derken, beni ağır bir depresyondan çıkardı! Ben de ‘Tamam, öyle olsun! Biz buradayız, bir yere kaçacak değiliz. Kaçmadık da bugüne kadar. Korkmuyoruz!’ dedim.”
"Ben bu ülkede, farklı farklı insanlarla, barış içinde ve eşit olarak yaşamak istiyorum" diyen Mungan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "vatandaşlıktan çıkarma" açıklamasını hatırlatarak "Biz buraya aitiz ve bizi vatandaşlıktan çıkarmak kimsenin aklının ucundan dahi geçmesin!" diye konuştu.
Esra Mungan ve akademisyen arkadaşları Muzaffer Kaya, Kıvanç Ersoy ve Meral Camcı, bu bildiriyi okudukları için 40 gün boyunca hapis yattılar. Mungan, bu 40 günün 12 gününü bir hücrede geçirmek zorunda kaldı.
Nokta dergisinden Fatih Vural'ın sorularını yanıtlayan (2 Mayıs 2016) Esra Mungan'ın açıklamaları şöyle:
Barış İçin Akademisyenler’in hazırladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı bildiriyi en başta 1128 akademisyen imzalamıştı. Devlet, tutuklamak için neden sizin de aralarında bulunduğu dört kişiyi seçti?
11 Ocak metni, Barış İçin Akademisyenler’in hazırladığı ilk metindi. Bu metin daha sonra imzaya açıldı. Basın toplantısı yapılacağı saatte imzacı akademisyen sayısı 1128 olmuştu. Sömestr arasıydı ve çoğu üniversitede dersler bitmişti. “İmzacı olarak kim gelirse gelsin, kalabalık olalım” dedik. Hedef göstermeler ve baskılar artınca Şubat’ta, Ankara’da, imzacılar olarak bir araya gelip tanışalım istedik. O büyük buluşmada, her grubun kendi yerelinde barış mücadelesi vermesi kararı alındı. Bunun ardından Barış Akademisyenleri İstanbul Grubu gibi bir oluşum ortaya çıktı.
Sedat Peker’in vahşet dolu tehditleri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkışlarından sonra imza sayısı 2212’ye çıkmasına rağmen bildirinin çok da görünür olmadığını fark ettik. Biz bunun resmiyet kazanması için bütün dokümanları Meclis Başkanlığı’na yolladık. Basına da bildirdik; ama fazla yer almadı. Bu esnada yaşanan soruşturmaları, işten çıkarmaları, disiplin suçlamalarını, akademisyenlerin odalarına çarpı işaretleri konmasını, fiziksel tehditleri anlatalım istedik, İstanbul Grubu olarak. İktidar, o tehditlerden sonra akademisyenlerin imzalarını çektiği gibi bir algı oluşturdu. Halbuki imzalarını çekenlerin sayısı 120 civarındaydı. Yaratılan algının gerçek olmadığını ve sözümüzün arkasında durduğumuzu, barış için neler yapacağımızı söylemek istedik.
Neler yapacaktınız?
Yapacaklarımızdan bir tanesi Kürt bölgelerinde akademik nöbet tutmak, diğeri de işten çıkarılan meslektaşlarımızın üniversiteleri önünde açık dersler vermekti. İstanbul Grubu olarak kolektif olarak hazırlandığımız bu süreçte hızlıca bir basın toplantısı yapmak istedik. Küçük bir yer bulabildik, her yer doluydu. Dönem başlamıştı, gelebilenler geldi. “Metni bir kişi değil, dört kişi okusun. İki kadın, iki erkek; iki devlet üniversitesi, iki de vakıf üniversitesi olsun” dedik. Okumak için gönüllü olduk. Yani kolektife ait metnin sadece okuyucusuyduk. 10 Mart Perşembe günü metni okuduk. 13 Mart’ta İrfan Fidan isimli savcı yemeyip içmeyip, Pazar günü izinli olmasına rağmen yakalama ve gözaltı kararı çıkardı. Yani metnin okuyucusu olduğumuz için hedef alındık. Yoksa ne bir temsilcilik, ne de bir sözcülük görevimiz yoktu kolektif içinde!
Savcı İrfan Fidan’ın alelacele bu kararı çıkartması, tepeden inme bir talimatla mı oldu? Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bütün yargı makamlarını, üniversite senatolarını göreve davet ettim” ifadesini kullandı...
11 Ocak metninin hemen ertesinde Sedat Peker, “Oluk oluk kan akıtacağız ve kanlarıyla duş alacağız” dedi, bizim için. İktidar partisinden hiçbir tepki gelmedi. İkinci olay, Sultanahmet’teki bombalama olayına rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buna hiç değinmeden bize tepki göstermesiydi. Üçüncüsü de Üniversitelerarası Kurul, internet sitesinde bizi “terörist” olmakla suçlayan, yargısız infaz yapan bir metin yayınladı. Bunlar da 12 Ocak’ta oldu. Refleksler çok hızlı gelişti. Bizim ülkemizde mülakatla savcı ve hakim olunuyor. Daha önce de hakimler arasında yapılan bir araştırmada, “Söz konusu devletse gerisi teferruattır” diyenlerin oranı yüzde 80 çıkmıştı.
Bahsettiğiniz araştırmayı, 2009 yılında TESEV yapmıştı...
Evet. Bu formatla yetişip hakim ve savcı olanların “Bunlar artık fazla oldu! Ocak’ta metin yayınladılar ve hâlâ sesleri çıkıyor. Bunlara bir ders, gözdağı verelim” demeleri de muhtemel. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama tepeden inme bir karar ile kraldan çok kralcılık arasında pek bir fark da yok!
Arkadaşınız Meral Camcı, bildirinin iddianamede eksik olarak alıntılandığını söyledi...
İddianameye, 10 Mart metnindeki bir paragrafın alınmadığını fark ettik. Aslında ta sorgu sırasında 11 Ocak metni ellerinde olduğu halde 10 Mart metni yoktu. Halbuki gözaltı ve yakalama kararına yol açan da 10 Mart metni! Bu metnin kopyası ellerinde olmadığı gibi, metni okumamışlar bile! İlginç olan Savcı İrfan Fidan hiçbir zaman karşımıza çıkmadı! Orada başka bir savcı ifademizi aldı. O savcı da 10 Mart’ta, 11 Ocak metnini tekrar okuduk zannediyordu.
Yani bilgisizdi...
Bilgisizdi. 16 Mart’taki o savcılık ifademizde bunu hatırlattık. Metin ellerinde olmadığı için bizden kopyasını istediler. Avukatımız o metni verdi. Sonra iddianame çıktığında bir paragrafın eksik olduğunu gördük; ama o paragraf eksik alıntılanmış. Buna o açıdan tahrifat denebilir tabii ki.
Hakkınızdaki tutuklama kararı, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 7/2. Maddesine dayandırılarak “terör örgütü propagandası” gerekçesiyle verildi. Öncesinde ise KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat'ın 22 Aralık'ta yaptığı "Aydın ve demokratik çevreler özyönetimlere sahip çıksın" sözlerine binaen, 11 Ocak'ta bildiriyi talimatla yayınlandığınız iddia edildi.
Çünkü TMK’yı başka türlü işletemezlerdi! Duyduğumuzda inanamadık! Çünkü biz herhangi bir örgütten bahsetmedik metinde. Şiddet, cebir öven hiçbir şey yoktu. TMK’nın çerçevesine alıp bir dehşet yaratabilmek için Bese Hozat’ın talimatıyla ilişkilendirildi. Benim o açıklamadan haberim dahi yoktu o ana kadar. Kaldı ki bir akademisyenin bir yerden talimat alması mümkün olamaz. YÖK’le de bu yüzden mücadele etmiyor muyuz? Biz, kendi aklımıza ve muhakememize güveniyoruz.
Metnin yazım süreci nasıl gelişti?
Güneydoğu’da ablukalar ve ölümler olurken, gerçekten ders veremez hale geliyorsunuz. Suruç Katliamı sırasında okullar açık değildi; ama 10 Ekim’deki Ankara Katliamı’nın üzüntüsünden ders veremiyorduk. Öğrenciler de derse girmiyordu ve Boğaziçi Üniversitesi’nin jimnastik salonunda öğrencili, hocalı bir seans yaptık. “Bu koşullarda bilim yapamayız” dedik. Nefes alamıyorduk; ama ölümler devam etti.
2014’te İsrail, Gazze’deki o vahşeti yaptığından beri İsrail’deki hiçbir konferansa gitmiyorum, boykot ediyorum. Çünkü o bir Filistin değil, İsrail meselesidir. Aynen bizdeki gibi: Kürt meselesi değil Türk meselesi! Halkı ve akademiyası sustuğu sürece İsrail’e gitmem. Arkadaşlarımızla bunu tartışırken bir arkadaşımız, “Filistinli ve İsrailli akademisyenleri bir araya getirelim ve bunun üzerine panel yapalım” önerisi getirdi. Teklif götürülen İsrailli akademisyen, “Şu anda bu panele katılırsam çevremdekiler beni dışlar” dedi. Yapılanlara sustuğunuzda, ortak oluyorsunuz! Bu düşüncelerle “Devlete hitaben bir metin yazalım. Acilen bir barış süreci başlatılmalı. Bunun için elimizi taşın altına koyarız” dedik.
Bunu söyleyen kaç kişiydiniz?
Epey fazlaydık. Barış İçin Akademisyenler, 2012’deki açlık grevleri sırasında ortaya çıktı. Türkiye’deki 50’nin üzerinde üniversiteden, 264 akademisyen o bildiriye imza attı. 11 Ocak’taki imza metni ortaya çıktığında ise bir günde imza sayısı 500’e yaklaştı. 1128 imzacı akademisyen de inanılmaz bir sayıdır. Şimdi 2200’ün üzerinde. Dünyada, bu kadar çok akademisyen tarafından imzalanan bir metin sanırım yok.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun kızı, sanırım eski öğrenciniz. Nasıldı aranız?
Ben, Meymune’yi çok severim. Çok zeki bir öğrenciydi. Ben öğrencilerimi çok seviyorum. Onları giyimlerine, inançlarına göre bir yere koymam. Önemli olan dürüstlükleridir. Hoca-öğrenci ilişkisi hiyerarşik bir ilişkidir. Ben bu hiyerarşiyi olabildiğince yok etmeye çalışıyorum. Öğrencilerim de bunun karşılığını fazlasıyla verir. Meymune de onlardan birisidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aksine Başbakan Davutoğlu sizin için, “Esra Mungan geçmişte başörtüsü yasağına da karşı çıkan bir isim. Onunla ilgili olumsuz kanaatim yok. Aksine özgürlükçü tutumunu duymuş olduğum bir isim” yorumunu yaptı. Şaşırdınız mı?
28 Şubat’ta Türkiye’de değildim. ABD’deydim. 2002’de Boğaziçi Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak döndüm. O sırada bile başörtülü öğrencilerin üniversiteye alınmaması baskısı vardı. Bunu ben de, Boğaziçi Üniversitesi de kabul edilemez bulduk, her zaman. Bir insanın giyimine, şekline göre davranmak, bir yargısız infazdır. Ben, klinik psikolojiyi de bu yüzden seçmedim.
Nasıl?
Bir insana, bir ruhsal hastalık ismi iliştirmek bana ağır geliyor. Bir insanı tanımadan onun hakkında yargıda bulunma hakkını kendimde görmüyorum. Ayrıca bir kadın olarak da kadın öğrencilerin okula alınmamasını da kabul edilemez buluyorum. Bu insanlara peruk taktırılması hazindi. Yetişkin insan ister başını örter, ister örtmez. Bir dönem, Boğaziçi’nde başörtülü öğrencilerden imza alınmak istese de buna karşı koyduk, çok kalabalık bir hoca grubu olarak.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki ülkemizde İslamlaşmanın ve siyasal İslam’ın yükselişi 12 Eylül cuntasıyla hızlandı. Bu İslamlaşma içinde o kesimin erkekleri yıllarca rahatça üniversitelere girip çıktı. Ama ne saçmadır ki kadınlara o kapı kapalı tutuldu. Bu şekilde giderek artan İslamlaşmayla mücadele edilemeyeceği aşikar. O mücadelede sağlam bir laik sistemin inşası ve korunması için farklı bir mücadele verilmeli. Kadınları dışlayan bir mücadele değil!
Bundan bahsetmeye de gerek duymadım; ama benim de başörtüsüne olan duyarlılığım ve desteğim bilgisi, başbakana aktarılmış. Ancak mesele, sadece bir kesime ayrımcılık yapmamak değil! Kürt bir öğrenci, derste kendi dilini konuştuğu zaman da ayrımcılık yapılmamalı.
Sağ ideolojinin anlaması gereken şu: Biz, herkesin hakları için mücadele ediyoruz. Ama sağ ideoloji hep sadece ve sadece kendi meselesi/davası için mücadele eder. “Öğretim üyeleri olarak bizler, kılık kıyafet konusunda yıllardır uygulanan politikaları ve son günlerde yapılan tartışmaları yakından ve kaygıyla izliyoruz. Üniversitelerin düşünce, ifade, din ve inanç özgürlükleri ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil, özgürlükçü bir tavır alması gereken kurumlar olduğunu düşünüyoruz. Üniversitelerimizin çağdaş uygar toplumlara yaraşır biçimde özgürlüklerle ve bilim üretimiyle anılmasını istiyoruz. İstisnasız her demokratik ülkede olduğu gibi üniversitelerimizde de kılık kıyafet serbestliğinin hiçbir din, inanç, düşünce, ırk, grup ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın bütün öğrencilere tanınması gerektiğini düşünüyoruz” açıklaması yapmıştık.
Biz bu duruşu gösterdiğimizde sanki kendilerindenmişiz gibi bir görüntü vermeye çalıştılar. Halbuki biz çok iyi biliriz ki siyasal İslam’la yoğrulmuş hiç ama hiç kimse bir ateistin en temel hakkını savunmaz. Aramızdaki en büyük fark işte bu!
Son dönemde yaşadıklarınızdan sonra sağ kesim, tam da bahsettiğiniz nedenle sizin için bir hayal kırıklığı oldu mu?
Hayır, olmadı. 2008’de başörtülü öğrenciler için imza verirken de sağ kesimin hak ve özgürlüklere dar pencereden baktığını biliyordum. Türkiye’nin tarihini de biliyoruz. Sağ-muhafazakar rejim dönemindeki 6-7 Eylül Olayları’nda Aziz Nesin’lerin hapse atıldığını da biliyoruz. Hiçbirimiz naif ve saf değiliz! Günün birinde sağ-muhafazakar kesim, bir ateistin, bir Kürdün hakları için mücadele ederse o zaman şaşırırım! Madımak’ı, Alevilerin yaşadıkları vahşetleri ve tedirginliği hepimiz biliyoruz. Biz de başımıza gelecekleri az buçuk tahmin ediyorduk. Ama önemli olan, bunlara rağmen insanın cesaretle ses çıkarmasıdır. İnsan aynaya bakabilmek istiyor! Mersin Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ulaş Bayraktar, “O imzayı attıktan sonra kendimi ilk defa huzurlu hissettim” gibi güzel bir şey söylemişti.
Hapse girdikten sonra, hatta hücreye alındıktan sonra bu direnciniz kırılmaya uğradı mı?
Tersine... 12-13 Mart’ta birkaç akademisyenle Diyarbakır’a gitmiştik, akademisyenler nöbeti için. Cumhurbaşkanı Erdoğan bizler için “Sizler ne Doğu'nun ne de buraların adresini bilemeyecek kadar cahilsiniz” dese de, pek çoğumuz defalarca Kürt coğrafyasına giden insanlarız. 2016 Mart’tan önce 2015 Kasım’ında gitmiştim. O sırada, Dört Ayaklı Minare sağlamdı. Suriçi’nde dolaşmıştım ve Kurşunlu Camii’nin nasıl kurşunlanmış olduğunu, o korkunç duvar yazılarını görüp öfke ve utanç duymuştum! 28 Kasım’da o güzelim Dört Ayaklı Minare artık haraptı ve Tahir Elçi, onun önünde basın açıklaması yaparken öldürüldü. Şok üzerine şok yaşadık. Bir sonraki hafta taziyeye gittiğimde hem kendim daha da yaralanmıştım, hem de Diyarbakır’ı da büsbütün yaralanmış gördüm. Çok değerli bir insan hakları savunucusu göz göre göre öldürülmüştü. Mart ayındaki gidişimde ise duygusal olarak artık tümüyle çöktüm. Döndükten sonra eşime dahi hiçbir şey anlatamadım. Anlatabilseydim, ertesi gün dersime de giremeyecektim. (Gözleri doluyor, yutkunuyor ve bir süre susuyor.)
Döndükten sonra derse girerken Diyarbakır’daki annelerin, kulaklarımda yankılanan haykırışlarını bastırmaya çalıştım. O dersi nasıl bitirdim bilmiyorum. Ders bittikten sonra kampusta arkadaşlarıma rastladım. “Esra iyi ki seni gördük! Çok telaşlandık. İyi misin? Evine polis gelmiş” dediler. Bu cümleleri duyduğum an, ruh halim ve zihnim 180 derece değişti! Diyarbakır’dan majör bir depresyona girmiş halde dönmüşken, evime polislerin geldiğini duyduğumda inanılmaz bir mücadele gücü geldi bana. O zamandan beridir böyle! Devlet, “Cezalandırayım, sindireyim, korkutayım” derken, beni ağır bir depresyondan çıkardı! “Tamam, öyle olsun! Biz buradayız, bir yere kaçacak değiliz. Kaçmadık da bugüne kadar. korkmuyoruz!” dedim. Biz yakalanması gereken insanlar değiliz. Ben haftanın beş günü, sabah saatlerinde üniversiteye ders vermeye geliyorum. Kaçacak insanlar olsaydık çoktan yurtdışına çıkmıştık! Ben bu ülkede, farklı farklı insanlarla, barış içinde ve eşit olarak yaşamak istiyorum. Biz buraya aitiz ve bizi vatandaşlıktan çıkarmak kimsenin aklının ucundan dahi geçmesin!
Cezaevine girdikten sonra tek kişilik hücreye konuldunuz. Günde sadece bir saat hava alabiliyordunuz. Yemeklerinizi de müebbet hapse mahkum olmuşsunuz gibi kapının altından verdiler. Hapse atmaları dahi öfkelerini dindirmedi. Bu nefreti, neye yordunuz?
5. Sulh Ceza Hakimliği’nde, TMK 7/2’den suçlanmanın ne kadar saçma olduğunu anlattık. Avukatlarımızın etkili savunmalarına rağmen tutuklama kararı gelince “Vay canına! Anlaşılan, devletin her türlü sindirme paketine muhatap olacağız!” dedim. Boğaziçi Üniversitesi’nin 153 yıllık tarihinde ilk defa tutuklanan akademisyen olarak, diğer arkadaşlarımla cezaevine giderken “Mücadele devam edecek” dedim. Bir çarşamba günü tek kişilik hücreye, tecride alındım. Cuma günü de resmi olarak tebliğ edildi. Geçici değil, hakikaten kalıcı oldu.
Tecrit gerekçeleri neydi?
“İsnat edilen suç nedeniyle koğuşa, ama konumu nedeniyle tek kişilik hücreye alınmıştır” dediler. Konumumu “memur” olarak işaretlediler. Biz, 657 No’lu Kanun’a bağlı değiliz. Başka bir karar metninde onu düzeltmeye çalıştılar, yine hata yaptılar. Akademisyen olunca sanki koğuşa alınamıyormuşuz gibi hilkat garibesi bir karara imza attılar. İşi kılıfına uydurmaya çalıştılar. Bu ülkede insanlar ne bedeller ödedi? Yakıldı, öldürüldü, işkencelerden geçti. O nedenle bana yapılanlardan ötürü “Bu bana nasıl yapılır?” diyemedim. Ama tecrit kararının alındığını da kamuoyu bilsin istedim, kendi kurallarına bile uymayan bu kural tanımazlığı ifşa ve teşhir etmek için. Yoksa orada perişan olduğumdan değil! Güçlüydük, çünkü pişman olacağımız bir şey yapmadık.
Hücrede kaç gün kaldınız?
12 gün kaldım. 16-23 Mart arasında kaldığım tecrit hücresi, ağırlaştırılmış müebbet cezası alanların kaldığı hücre tipiydi. Ama 24-28 Mart arası, apar topar aktarıldığım hücre, bir üst katta gerçek bir ceza hücresiydi. Hücre cezası alanların cezalarını çekmek için alındıkları bir hücreydi. Orası hakikaten kötü ve pis bir yerdi. Ancak oradan da daha önce tanıştığım, ağırlaştırılmış müebbet alan kadınlarla, ceza hücresinin penceresinden sohbetler ettik, espriler yaptık. Onlar, hücreye kendi isteğimle ayrılmak istediğimi sanmışlar.
Hapishanede sizin hakkınızda dezenformasyon mu yapıldı?
Kesinlikle! Ama onlara “Beni buraya geçici olarak getirdiler. Aşağıda bir tadilat varmış! Dinleyin bakalım tadilat var mı?” dedim. “Tadilat sesi yok hocam” dediler. Bu soruyu özellikle sordum.
Neden?
Çünkü sizin konuşmalarınız cezaevinde dinleniyor. Panapticon gibi! Yarım saat, 40 dakika sonra birden tamirat sesleri gelmeye başlamış! Bir süre sonra anladık ki mizansen! Çünkü çok geçmeden “Artık burada kalacaksınız” diye karar tebliğ edildi. O hücreye daha sonra avukat Ayşe Gösterişoğlu da konuldu. İki kişiyi bir hücreye koyuyorsanız, ikisinin de onayını almalısınız normalde. İhlal ettikleri bir kural da bu oldu. İkimizin de onayını almadılar. Bizi “Birbirlerini tanıyorlar” diye varsaydılar; ama tanımıyorduk. İhlal üstüne ihlal yapıldı. Cezaevi Müdürlüğü bu süreçte rezil oldu. Bunu ifşa edemeye devam edecektik.
Ayşe Gösterişlioğlu ile hücreyi temizledik. Umutsuzluğu hiç hissetmedik. Cezaevine girdikten sonra deliksiz uyumadığım tek bir gece olmadı. Hatta başmemurlardan birisi biraz da şaşırarak, “Esra Hoca buraya çabuk uyum sağladı” demiş. Bütün bedeniniz tutsak. Bu bir realite. Orada, “Mahvoldum” demenin bir faydası yok. Bu ülkede insanların ne işkenceler yaşadığını düşündüğünüzde, öyle bir duygu ayıp kaçar.
Zihinsel süreçler alanında çalışan bir akademisyensiniz. Bu yanınız, tutsaklığı zihninize kabul ettirmede etkili oldu mu?
Neden-sonuç ilişkisi tabii ki önemli; ama ben çocukluğumdan beri girdiği ortama çabuk uyum sağlayabilen bir insanım. Almanya’ya gittiğimizde iki buçuk yaşındaydım. Babam ODTÜ’de iken Almanya’daki bir üniversiteden teklif alınca oraya taşındık. Orada, Türkiye’deki gibi sınav stresiyle yüklü ve baskıcı değil, bilgiden zevk alma üzerine kurulu bir eğitim sistemi vardı.
1970’lerden 1983’e kadar, ilkokuldan lise 1’e kadar Almanya’da eğitim gördüm. Onların tabiriyle ‘anti-otoriter eğitim sistemi’nde okudum. Bu sistemde, öğrencilerin itaat etmesi müfredattan tümüyle çıkarılmıştı. Sorgulayan öğrencilerin yetiştiği bir sistemdi. 1968’den sonra Almanya’da iktidara Sosyal Demokratlar gelmiş ve bu eğitim inşa edilmişti. Sebebi de tekrar bir Nazi Almanya’sı yaşanmasın; koca bir halk, bir insanın söyleminin peşinden sürüklenmesin! Örneğin, Almanya’daki ortaöğrenimde, edebiyattan tarihe kadar birçok derste holokost (Yahudi Soykırımı) işlenirdi.
Türkiye’ye gelince Alman Lisesi’nde eğitime devam ettim. Burada Alman kültürünü ve Türk kültürünü aynı anda gördüm çünkü normalde Almanya’dan dönenlerin alındığı ve Alman çocukların da okuduğu şubede değil, başka bir şubede okudum. Bunu özellikle tercih ettik çünkü kendi isteğimizle Türkiye’ye dönmüştük ve buradakiler nerede, nasıl okuyorsa o müfredatı almak istedik. Tamamen birbirinin zıddı iki sistem! O lisede Alman kısmı olmasaydı Türkiye’ye kolay adapte olamazdım. Boğaziçi’ne girince yine özgürlükçü ortama kavuştum. Burada 14 yıldır ders veriyorum. Buna dayanarak söyleyebilirim ki Türkiye’deki olağanüstü baskıcı, otoriter, biat etmeyi öğreten eğitim sistemine rağmen olağanüstü bir muhalefet de var!
İyimsersiniz öyleyse?
İnanılmaz iyimserim. Üst neslin verilerini inanılmaz sorgulayan bir genç nesil var. Öğrencilerimde bunu görüyorum. Bu nedenle Gezi’de şaşırmayan yetişkinlerdendim. O yüzden Türkiye’den çok ümitliyim.
Özgürlüğünüze kavuştuktan sonra öğrencileriniz nasıl karşıladılar sizi?
Çok güzeldi; ama içimde bir burukluk var. Kıvanç Hoca ve ben, öğrencilerimize dönüp bu güzel duyguları yaşayabildik; ama Meral Hoca ve Muzaffer Hoca bu süreçte işsiz bırakıldılar. Onların işsiz kalması, üniversitelerinin utancıdır. Tarih, bunları yazacaktır.
Ben bu sürece “ilahi diyalektik” diyorum. Bizi cezalandırmak, sindirmek, korkutmak ve susturmak için her şeyi yaptılar; ama tam tersine bir etkisi oldu. Bu süreçte hepimiz çok güçlendik. Biz cezaevindeyken nöbet tutan insanlar arasında hiçbir zaman yan yana gelemeyecek kişiler vardı. Buna rağmen kenetlendiler. Çünkü burada bir ‘ifade özgürlüğü’ meselesi vardı. “Bildirinize katılmıyorum; ama düşüncenizi ifade edebilmeniz için her türlü mücadeleyi vermeye hazırım” diyen mektuplar da aldım. Hatta bunu söyleyen bir kişi ta Almanya’dan geldi, bizim için nöbet tutmaya.
Adalet Bakanlığı’nın izni halinde yargılamanız, TMK’dan 301. Madde kapsamına kayacak...
Bu bir tarafa, mahkeme heyetinin, TMK’dan beraat ettiğimizi ifade etmesi gerekirdi. Ama bunu bence özellikle söylemediler ki akademisyenlerin ifade vermeye çağrılması devam etsin! İfadeleri, TMK üzerinden veriyoruz. “TMK’dan beraat” deselerdi, ifadeye çağırmaların sonu gelecekti. İstiyorlar ki bu “Demokles Kılıcı” herkesin kafasının üzerinde sallansın ve insanlar sinsin. Bu nedenle tahliyemizi apar topar açıkladılar.
Mantıken bakıldığında Adalet Bakanlığı’nın 301. Madde için izin vermemesi lazım. Çünkü 301. Madde’den yargılama için Adalet Bakanlığı’nın izni şartı, Hrant Dink suikastı sonrası getirildi. Sanırım o günden bugüne böyle bir izin hiç verilmedi. Bizimkisi bir eleştiriydi. 301. Madde, eleştiri mahiyetindeki düşünceleri kapsamaz. Kimseye küfretmedik. 301’den dava açılırsa kamu vicdanı daha da zedelenecek. Bize destek verenlerin sayısı daha da artacak. Uluslararası kamuoyu, davamıza giderek ilgi gösteriyor. Ayrıca 301. Maddeyi, Hrant Dink’ten, Orhan Pamuk’tan ötürü çok iyi biliyorlar.
Bundan sonrası için nasıl bir eylem planınız var?
Öncelikle Meclis’te muhalefet partileriyle görüşmek istiyoruz. Türkiye akademiyası bu süreçte korkunç bir sınav verdi! Şaşırdık mı? Kesinlikle hayır! Türkiye’deki üniversitelerin önemli bölümünün sağ ideolojinin ürünü olduğunu ve biat kültürüyle donandığını biliyoruz. Bu nedenle alternatif, açık dersler vermek istiyoruz. Barışın nasıl gelebileceğine dair akademik çalışmalara ağırlık vereceğiz. Bir yandan da dünya akademiyasını hareket geçirmek istiyoruz: Akademik Enternasyonal. Herkes kendi bahçesine dair söylem üretmek zorunda. 11 Eylül’den sonra Batı çok kötüye doğru yol aldı. Güvenlik eksenli politikalar yüzünden dünya, inşa etmek istediğimiz özgürlükçü ve eşitlikçi bir yer olmaktan çıktı ve baskıcı, korku üzerine inşa edilmiş bir yer olmaya evrildi. Buna karşı acilen ses verilmesi gerekiyor.
© Tüm hakları saklıdır.