13 Haziran 2016 16:22
Eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen, Türkiye dış politikasına ve Ortadoğu'daki gelişmelere ilişkin olarak, "Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu getirebilecek ciddilikte sorunların olduğu bir dönemdeyiz. Ne bu sorunlara uygun şekilde cevap verebilecek bir dış politika üretme yapımız var, ne de doğru yönde atılan adımlar" dedi.
Selcen, dış politikanın "demokratik bir ülkede TBMM'nin denetimine tabi olması gerektiğini" söyleyerek "1-2 uyguluyacının aklıyla hakaret edilirse olumlu sonuç alma imkanı olmaz" dedi. Türkiye'nin dış politikasında arka kanalların resmi kanallarının önüne geçtiğini iddia eden Aydın Selcen, "Esad’ı istemiyoruz, Arap Baharı derken resmi kanalları tamamen bir tarafa attık, hep farklı kanallardan uygulama yoluna gittik. Bu, dış politikadaki başarısızlığın unsurlarından biridir" diye konuştu. Selcen, Türkiye'nin bir Ortadoğu ülkesi olmadığı söyleyerek, "Siz eğer Arap olmadan Arap ülkeleri arasındaki sorunlara dahil olmaya kalkarsanız; hem de Arapça bilmeden, buradan olumlu bir sonuç alamazyız" dedi.
Eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen'in BirGün'den Ece Zereycan'a verdiği yazılı söyleşi şöyle:
Türkiye’nin izlediği dış politikayla gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dış politikanın başarılı olduğunu iddia etmek mümkün değil. 20 yıl Dışişleri’nde çalıştım. Şunu söyleyebilirim ki; Türkiye, Cumhuriyet tarihinde hiç yaşanmamış ölçekte bir ‘varoluşsal sınama’ içerisinde. Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu getirebilecek ciddilikte sorunların olduğu bir dönemdeyiz. Ne bu sorunlara uygun şekilde cevap verebilecek bir dış politika üretme yapımız var, ne de doğru yönde atılan adımlar… Çünkü dış politikanın köhne bir mutfağı var. Demokratik olma iddiasındaki bir ülkede, dış politikanın mutlak surette TBMM’nin denetimine tabi olması gerekir. Bu denetim olmayınca, 1-2 kişi karar alıp uyguluyor. 1-2 karar vericinin, 1-2 de uygulayıcının aklıyla hareket edilirse, olumlu sonuç alma imkânı olmaz.
Hangi yanlış hamleler “Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu getirebilecek” noktaya taşıdı ülkeyi?
Özellikle Suriye ve Irak konuları çok belirleyici. 2003-2013 yılları arasında ya Irak’ta görevdeydim ya da Ankara ve Washington’da bu konu üzerine çalıştım. Irak’ta yalpalayan bir çizgi takip ettik. Arap Baharı ve IŞİD meselelerine verdiğimiz tepki; önce “Libya’da NATO’nun orada ne işi var?” deyip daha sonra katılmamız, Suriye’de önce Esad’la bir çözüm arayıp, sonra aleyhine politika izlememiz, Esad’ı birkaç ay içinde devirmeye kalkmamız… En vahimi de komşu bir ülkenin içişlerine doğrudan dahil olmamız. Bunların hepsi yanlış adımlardı. Buna Rusya konusundaki hatalar da eklendi tabi.
Bu ülkelerdeki temsilciliklerimizde çalışan misyon şeflerinin, bölgedeki verileri aktardığı raporlar, Ankara’da yeterince dikkate alınıyor mu?
Artık pek kalmadı zaten çoğu temsilciliğimiz kapandı. Büyükelçi ya da başkonsolos; bir misyon şefinin görevleri arasındadır bölgeden raporlar yazmak. Misyon şefleri politika yapıcı değildir ama politika yapımına doğru katkıda bulunması beklenir. Hele böyle kilit ülkelerde, masa başını değil de sahayı seven doğru diplomatlar, doğru yer ve zamanda görevlendirilirse çok önemli işler yapabilirler. Daimi haberleşme esastır ama Ankara bu raporları ne kadar değerlendiriyor bilemiyorum. Diplomaside bir takım arka kanallar da kullanılır. Ama benim gözlemlediğim ve yanlış bulduğum; bu arka kanalların, resmi kanalların önüne geçecek kadar önem atfedilen bir hâl almasıydı.
Nedir o arka kanallar?
Arka kanal resmi olmayan her kanaldır. Bu bir işadamı ya da örgüt olabilir.
Dış ilişkilerde, resmi olmayan kanalları sık kullanan bir hükümet mi AKP?
Resmi kanal, misyon şefiniz aracılığıyla ilgili ülkenin hükümetiyle kurduğunuz ilişkidir. Beğenelim beğenmeyelim, yapay olsun olmasın bir takım sınırlar var, bu sınırlarla bölünmüş ülkeler, bu ülkelerin başkentleri ve başkentlerinde de resmi hükümetleri var. Resmi iletişim bu hükümetlerle yapılır. Resmi ve arka kanal yollarını harmanlayarak da bir yol izlenebilir. Ama biz; Saddam’ın devrilmesi, öbür tarafta Esad’ı istemiyoruz, Arap Baharı derken resmi kanalları tamamen bir tarafa attık, hep farklı kanallardan uygulama yoluna gittik. Bu, dış politikadaki başarısızlığın unsurlarından biridir.
Türkiye’nin desteklediği iddia edilen IŞİD, El Nusra ya da ÖSO gibi radikal örgütler de kullanılan arka kanallar mıydı?
Benim bu konularda bilgi sahibi olmam mümkün değil. Zaten öyle olsa bu tip şeylerin yapılamıyor olması gerekir. Her ülke örtülü operasyonlar yapabilir. İstihbarat faaliyeti doğası gereği zaten gizlidir. Irak ve Suriye gibi, IŞİD’in ortaya çıkmasından sonra artık ülkenin tamamına hâkim bir hükümetten söz edilemeyecek hallerde, hükümet dışı unsurlarla resmi yollarla da görüşülebilir. ABD bunu yapıyor. Ama ABD neticede küresel bir güç. Biz küresel güç değiliz, biz bölgesel güç olma iddiasına sahip olabiliriz ancak. Fransızların ‘büyücü yamaklığı yapmak’ tabiri var. Buna benzetiyorum durumu. Yani, bir kazanı karıştırıp patlamasına yol açmak. Bu tip unsunlarla görüşmelerin böyle sonuçları olabilir. O yüzden demokratik olma iddiasındaki ülkelerde bu unsurlarla görüşmelerin mutlaka denetime tabi olması gerekir. Dış politikada hesap verebilirlik olması gerekir. Her zaman doğruları ben bilirim diyerek bir kişinin hem dış politikayı yapıp uygulaması mümkün olamaz hem de köklü bir hariciye kurumundan layıkıyla yararlanmamak israftır.
İlk Erbil başkonsolosu olarak Irak’ta yıllarca görev yaptınız. Türkiye’nin Irak Kürdistanı’yla ilk sıcak temaslarının da canlı tanığısınız. AKP’nin Ortadoğu’daki Kürt politikasıyla ilgili gözlemleriniz neler?
Başından beri Irak Kürtleriyle doğru dürüst ilişki kurulmasının, Türkiye’nin ulusal çıkarı gereği olduğunu savunuyorum. Şimdi de Suriye konusunda aynı şeyi söylüyorum. ‘Kürt Akraba Topluluklarımız’la ilişki kurmak Türkiye için bir dış politika zorunluluğudur. Bunu o dönem Irak Kürdistanı’nda başardık. İnşaatlar, verilen ihaleler, THY’nin seferlere başlaması, 3 bilinen bankamızın orada faaliyete başlaması, ticaret ataşeliğinin kurulması, otellerimizin şubelerinin açılması, Türkiye’yle yapılan ticaretin bir çerçeveye kavuşturulması, Kerkük-Ceyhan petrol boru hattıyla Kerkük petrolünün Türkiye üzerinden dünya pazarına sunulması, karşılıklı ziyaretler olumlu gelişmelerdi. Önemli ekonomik etkileri oldu. IŞİD ortaya çıktıktan ve Türkiye’de barış süreci sona erdikten sonra burada izlenen siyasette de yalpalamalar oldu. Şu anda Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık iddiası var. Bölge başkanı Mesut Barzani, kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinden önce referandumun yapılacığını sıklıkla tekrar ediyor. Türkiye’nin buna sessiz kalmasından, destek olmasa da köstek olmayacağı anlaşılıyor.
Bölgeyle ilişkilerde resmi ağızlardan ‘Irak Kürdistan Bölgesi’ tabirini duyuyorduk. Sonra ‘Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ söylemine geri dönüldüğüne şahit olduk.
Burada bir tutarsızlık var. Önce ‘IKB’ diye mahçup bir şekilde kısaltma olarak kullanıldı. Bu kısaltmadan isteyen Irak’ın kuzeyindeki bölge, isteyen Irak Kürt Bölgesi, isteyen Irak Kürdistan Bölgesi anlayabilir. Ama burada bir gerçeklik var ki Irak artık bir Federasyon ve bizim komşumuz. Bir referandum yapıldı, federasyon kabul edildi, orada bir bölge var ve o bölgenin adı Irak Kürdistan Bölgesi. Bunu tanımak, tanımamak, beğenmek beğenmemek bu gerçeği değiştirmez. İran’da da Kürdistan adında bir eyalet var. Yani Kürdistan sözünden utanıp sıkılmamak lazım. Türkiye bu sözü kullanır gibi yapıyor, bazı nutuklarda, bazı temaslarda bu söz kullanıldı. Sonrasında sözcüler kanalıyla yapılan açıklamalarda tamamen geri dönülüp Irak’ın Kuzeyindeki Bölge denmeye başlandı.
Halkın tepkilerine göre mi değişiyor söylemler?
Bilemiyorum. Ben bu durumu en hafif tabirle garipsiyorum.
Bir Başika Kampı vakası yaşandı. Olayın etkilerinin bölgeye yansıması nasıl oldu?
O mesele IŞİD’le mücadelede Irak Kürdistanı’nı çok zorladı ama sonrasında çok yararlandılar. Çünkü bu sayede Irak Kürdistan Bölgesi doğal sınırlarına ulaştı. Kürt nüfusu olan her yeri Kürdistan’a katmış oldular. Ayrıca Kerkük petrol sahası da geri dönülemeyecek biçimde Kürdistan’a katılmış oldu. Şengal’i de bağladılar. Dolayısıyla artık bağımsızlık iddiasında bulunabilecek doğal sınırlarına ulaştı Irak Kürdistanı.
Davutoğlu’nun gidişiyle dış politikada bir değişiklik olur mu, yeni bir strateji benimsenir mi?
Mümkün olduğunu sanmıyorum. Zira komşumuz Suriye’de Kürtleri istemiyoruz, IŞİD’i de istemiyoruz, Esad’ı da istemiyoruz. Kimi istiyoruz, nasıl olacak belli değil. Esad kalmasın diyoruz ama işler, süresi belli olmayan Esad’lı bir geçişe döndü. Irak’ta özerkliği bırakın, Kürtlerin bağımsızlığına bile ses çıkarmıyoruz. Ama Suriye’de Kürtlerin özerklik lafını ağızlarına almasına bile müsaade etmiyoruz.
Neye göre değişiyor bu tutum?
Bu kadar oynak, bu kadar fırsatçı bir yaklaşımı tanımlamakta zorlanıyorum. Bu ne realist, ne de değerlere dayalı idealist bir yaklaşım. Bu belirli bir dönem, bir takım hayallere dayalıydı. Şimdi de ite kaka Türkiye’yi belirli bir yapıya götürmeye çalıştıkları siyasetin yansıması.
Türkiye’yi nasıl bir yapıya götürmeye çalışıyorlar?
Çoğulculuktan bahsetmek mümkün değil. Laiklik adeta bir lüks olarak addediliyor. Hukukun üstünlüğünden söz edemiyoruz. Bugün artık kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, bu 3 erkin başkanlık çatısı altında tek güçte toplandığı bir yapıdan bahsediliyor. Meclis çalışmıyor, tıkanmış vaziyette. Referandumun ne zaman yapılacağı belli değil ama başkanlık ya da partili cumhurbaşkanlığı gibi formüllerle, adı konmamış bir rejim değişikliğine gideceğimiz görülüyor. Güneydoğu’da operasyon yapma yetkisi yeniden sivilden askere verildi. Ayrıca askerlere yargıdan bağışıklık kazandırıldı. Daha önce zaten MİT’e de verilmişti bu ayrıcalık. Dış politika da denetime açık değil. Hiçbir şey denetime açık değil. Siyaset bilimciler bu yapıyı ‘Plebisiter Otoriterlik’ olarak tanımlıyor. Bu, Türkiye’nin layık olduğu bir yönetim biçimi değil. Ayrıca bu kafayla gidilirse, başta bahsettiğim o ‘varoluşsal sınamalar’ Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu da getirebilir. Ve maalesef endişem hayallere değil verilere dayalı.
Bu ürkütücü sonu kısa vade içinde gerçekleşmesi muhtemel bir durum olarak mı öngörüyorsunuz?
Bunu öngörmek mümkün değil. Suriye ve Irak’taki kavurucu ateş ve bu duruma karşı izlenecek politika belirleyici olacak. Üzerinde durulmayan en önemli tehdit, IŞİD’in baskılandıkça Türkiye’ye doğru yaslanacağı. IŞİD, El Nusra ve türevi örgütler Antep’e, Suruç’a, Kilis’e, Antakya’ya doğru yaslanacak. O zaman ne olacak? Ayrıca uygulanan Kürt siyaseti, Güneydoğu’da yaşananlar, bunun karşılığında büyük şehirlere kadar gelen terör saldırıları, basının içinde bulunduğu durum, Meclis’in tamamen işlev dışı kalması hayra alamet değil. Bunların sürdürülebilir olduğunu sanmıyorum. Bir vade biçmek kolay değil. Ama bizim iddiamız demokratik, hür dünyanın bir parçası olmaktı. AB üyeliği hedefimiz vardı. Şimdi ise Mısır gibi, Suudi Arabistan gibi idare edilmesi mecburi olan, operasyonel bir müttefik ligine düştük. Bu zaten ne halde olduğumuzu gösteriyor.
Türkiye’nin öncülüğünde bir Arap-Sünni blok oluşturulmasından bahsediliyor…
Mısır, Suriye, Irak gibi 3 önemli Arap ülkesinin bile kendi aralarında pek çok konuda amiyane tabirle sürekli hır çıkmıştır. Bunları bir araya getirmek kolay değildir. Ayrıca Türkiye Ortadoğu’dadır ama bir Ortadoğu ülkesi değildir. Siz eğer Arap olmadan Arap ülkeleri arasındaki sorunlara dahil olmaya kalkarsanız; hem de Arapça bilmeden, çünkü Arap değiliz, Arapça bizim anadilimiz değil; buradan olumlu bir sonuç çıkmasının imkânı yoktur. Ayrıca 2002’den beri yakın çevremizdeki Arap ülkelerinin dış politikamızda ağırlıklı olması gerektiği söylendi. Ama o devirde de, 2002-2003’te de 5’i bulmayan Arapça bilen, konuşan yazan diplomatımız vardı, bugüne geldiğimizde de sayı yine aynı. Neden böyle oldu? Bunu da sorgulamak lazım.
Son yıllarda izlenen bu politikaların ardından Ortadoğu halklarının Türkiye’ye bakışı nasıl?
Beyrut’ta, Şam’da şehitler meydanları vardır. Kimdir o şehitler? Cemal Paşa zamanında astığımız Arap aydınları ve önde gelenleridir. Örneğin Araplar seferberlik sözcüğünü Türkçe söyler. Ve bunu bir tür soykırım anlamında kullanır.
AKP’nin Neo-Osmanlıcı politikaları bölge halklarını ürkütüyor mu o halde?
Tabii… Kolları açık bir şekilde bizi sarıp sarmalamak için beklemiyorlar. Osmanlı tarihi üzerine hayal kurup ‘Biz bir olacağız, kardeş olacağız, elimiz hep bu ülkelerin içinde olacak’ demek çok yanlış. Övündüğümüz Osmanlı mirası, özellikle Suriye, Lübnan, Irak gibi komşu ülkelerde hiç hayırla yad edilmiyor. Bunun mutlaka bilinmesi lazım.
© Tüm hakları saklıdır.