10 Temmuz 2017 13:41
Erbil Başkonsolosu iken 2013 yılında yaşanan bir video krizi nedeniyle görevinden ayrılan Aydın Selcen, Türkiye'nin Suriye politikasından Adalet Yürüyüşü'ne gündemdeki konuları değerlendirdi. AKP'nin 7 Haziran'dan sonra iç güvenlikçi politikaların altına girdiğini belirten Selcen, Türkiye'nin dış siyaseti için "Dış siyaset, iç güvenlikçi politikaların uzantısı haline gelmekle de kalmadı, adeta hepten bir halkla ilişkiler (“PR”) kampanyasına dönüştü" dedi.
BirGün Gazetesi'nden Meltem Yılmaz'a konuşan Aydın Selcen'in röportajının tamamı ise şöyle:
- Halihazırdaki Suriye altı parçaya bölünmüş halde. Bu parçalı yapıyı göz önünde bulundurduğunuzda nasıl bir tablo çıkıyor ortaya? ABD-Rusya neyi en kadar bölüşüyor? Karşı karşıya gelme durumları var mı?
Suriye’de iki küresel güç, ABD ve Rusya alanda. Astana Süreci’nde, bölgesel güçler İran ve Türkiye’nin de katılımıyla, çatışmasızlık bölgeleri girişimiyle esasen ABD ve Rusya’nın nüfuz alanları görülebilecek gelecekte kalıcı olmak üzere tescillendi. Şam esasen kendi sistemine pek de uymayan İran’ın hegemonikleşmesinin önünü almış oldu. Şu anda Şam, ülke nüfusunun yüzde 85 civarını yönetiyor. “İşe yarar” Suriye denilen Halep-Hama-Humus-Şam hattı Esad’ın denetiminde. Akdeniz kıyısı da öyle. Arada İdlip kalıyor. Yukarıdaysa YPG/YPJ’nin güçlü ortağı olduğu SDG’nin hakim olduğu bizim sınırımıza koşut uzanan bölge var. Ülkeyi kuzeybatı-güneydoğu ekseninde, Türkiye’den girip Irak’tan çıkan Fırat bölüyor. Rusya da Fırat’ın doğusunun SDG üzerinden ABD denetimine bırakıldığını teslim ediyor. ABD ve Rusya, Suriye için savaşmaz. Fırat’ın batısında Tabka-Karame arasındaki 80 kilometrelik yayda varılan uzlaşı da bunun somut bir göstergesi.
- Peki Kürtler ne olacak bundan böyle?
ABD’nin önceliği IŞİD tehdidini bertaraf etmek. Bu hedef için en güvenilir yerel ortak Kürtler. Yoksa ABD’nin bir “Kürt siyaseti” yok. ABD’nin askeri stratejisinin siyasal sonuçları var. Ayrıca ABD alan denetimini değil, alana hasım güçler IŞİD ve İran nüfuzunu sokmamayı amaçlıyor. İstediğini almak karşılığında da Esat’ın akıbetini Rusya’nın ellerine terk etmeye razı gözüktüğü izlenimi veriyor. Suriye’de Kürtler bir yandan ABD desteğiyle en güçlü dönemlerini yaşıyor. ABD’nin hukuken geçici varlığı da askeri bakımdan uzunca bir süre, belki on yıl için kalıcılaşmış gözüküyor. Ancak, Afrin diğer ABD güvenlik şemsiyeli bölgeden fiilen ayrı durumda. Sanki Rusya Federasyonu Kürtlerin, Kürtler de ABD’nin peşinde gibi.
- Türkiye Afrin’e girmeyi neden istiyor? Nusra’nın elindeki İdlib ile ÖSO-Türkiye kontrolündeki Fırat Kalkanı bölgesini birleştirmek için mi?
Ankara’nın dış siyaseti, AKP iktidarının ikinci yarısında, özellikle 7 Haziran sonrası itibariyle hepten iç güvenlikçi politikaların altında. Belki tek istisna Irak Kürdistan Bölgesi ya da daha ziyade Kürdistan Demokrat Partisi-KDP ile kurulmasına benim de Erbil Başkonsolosluğum döneminde (2010-13) naçizane katkıda bulunduğum iyi ilişkilere TSK’nin sessiz kalması. Bunun da geleceğinin 26 Eylül IKB Bağımsızlık Referandumu sonrasında ne seyir izleyeceği belirsiz. Dış siyaset, iç güvenlikçi politikaların uzantısı haline gelmekle de kalmadı, adeta hepten bir halkla ilişkiler (“PR”) kampanyasına dönüştü. İkisi IŞİD tarafından hunharca katledilen 71 şehit vermemize rağmen Fırat Kalkanı harekâtına kamuoyu desteğinin en düşük dönemde bile yüzde 75’in altına inmediği söyleniyor.
- Ankara’nın dış siyasetinin, 1990’ların ilk yarısına döndüğünü söylediniz. Bundan sonrası için ne tür adımlar bekliyorsunuz?
Fırat Kalkanı’nın ne Bab’ın güneyine, ne doğuya Menbiç yönüne genişlemesi mümkün. Fırat Kalkanı’nı Türkiye tek yanlı başlattı ama Rusya ve ABD bitirdi. Şimdi Ankara, RF-ABD geriliminin geri dönülemez biçimde arttığı varsayımından hareketle, Fırat Kalkanı’nı batı-güneybatıya genişletmek ve Tel Rifat ile Minnag Askeri Havaalanı’nı YPG/YPJ elinden almak gibi kısıtlı hedefler için ÖSO’yu öne sürüp arkadan topçu ve hava desteği vermek hevesinde. Bu hamleye Fırat Kalkanı başlarken olduğu gibi RF onayı gerek. RF onayı için de RF’ye yine ödün vermek. Herhalde RF bu kısıtlı hamlenin önünü açmak için Ankara’dan Şam rejimini yeniden tanımasını isteyecektir. RF’nin de Afrin Kürtlerini bir bakıma “terbiye etmek” amacı kendiliğinden hasıl olduğuna göre, kısıtlı bir askeri harekat ihtimali dahi şimdilik ötelenmiş gözüküyor. Ayrıca, ABD de Rakka harekâtını yürüten SDG’nin odağının Afrin’e kayması ve harekâtın aksamasını istemiyor.
- Suriye iç savaşından bu yana Türkiye’ye resmi kayıtlara göre 3 milyonun üstünde insan göç etti. Son dönemlerde Türkiyeliler ile Suriyeliler arasındaki gerginliklerin sayısı da, şiddeti de artıyor. Türkiye gibi bir ülke için hazmedilebilir rakam nedir?
Ülkemizde konuk olan -zira hükümet bu kişilere mülteci statüsü verilmesine karşı çıkıyor- Suriyelilere topyekûn vatandaşlık verilmesine kesinlikle karşıyım. İnsancıl açıdan ise görünebilir gelecekte, hatta Suriye’de durum düzelse dahi artık ülkelerine dönmeyeceklerini öngörüyorum. Dolayısıyla, sağlık ve eğitim başta olmak üzere toplumsal haklardan eşit biçimde yararlanmalarını sağlayacak hukuksal düzenlemeleri destekledim ve destekliyorum. 3 milyon Suriyelinin 80 milyonluk ülkemize bindirdiği yükü önemseyelim ama abartmayalım. Zira, yüzölçümü yaklaşık olarak Hatay ilimize denk 4 milyon nüfuslu Lübnan’da bir milyon Suriyeli yaşıyor.
- Türkiyeliler ile Suriyeliler arasında yaşanan gerginliğin sorumlusu halklar mıdır yoksa hükümetin yanlış politikaları mı?
Bugün Türkiye’de tarif ettiğiniz biçimde “iki halk arasında” bir gerginlik olduğunu düşünmüyorum. Belirli toplumlararası çakışma alanlarında gerginlik artmış olabilir. Ancak maalesef teslim etmek gerekir ki AKP iktidarı genel olarak gerilimin her şeyden önce bizim kendi toplumumuz içinde artmasının başlıca müsebbibi. Linç, hesapvermezlik, cezasızlık kültürü yerleşikleşmiş halde. Bu durumun sıkıntısını en sert biçimde yabancı unsurun çekmesi sosyo-politik bağlamda doğal. Geri dönüp, AKP’nin Suriye siyasetinin ülkemize üç milyonu aşkın Suriyelinin yerleşmesiyle sonuçlandığını vurgulamanın ve hayıflanmanın geldiğimiz aşamada bir anlamı kalmadı.
- Türkiye’nin mevcut Suriye politikasını göz önünde bulundurduğumuzda, ülke içindeki göçmen sorununun nasıl bir rota izleyeceğini öngörüyorsunuz?
Sanıyorum ülke içinde bir “göçmen sorunumuz” yok artık bizim. Ermeni ve Kürt sorunumuz olmadığı gibi. Demek istediğim bu insanların, Kürt ve Ermeni yurttaşlarımız gibi varlığı bir sorun teşkil etmiyor. Sorun onların taleplerinin ve insancıl gereksinimlerinin karşılanması, bu insanların kendilerinin olamayacaksa da, ikinci, üçüncü kuşaklarının ülkemize entegrasyonunun sağlanmasını teminen devletin doğru politikaları geliştirmesinde. Diğer bir deyişle, ben sayının eksilmeyeceğini düşünüyorum.
***
- Suriye meselesinin, sınırlar bakımından da, rejim açısından da bildiğimiz anlamındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu getirebileceğini söylemiştiniz.
Türkiye’nin deyim yerindeyse özgün “yazılımında”, Kürt siyasal hareketi ve İslamcılığın başarılı olması halinde kurulan yeni devletin çökeceği kaygısı var. 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi, 2003’te ABD’nin Saddam’ı devirmesi her iki korkunun heyulalaşmasına yol açtı. 2011’den sonra Esad’ın Türkiye sınır boyunu Kürtlere bırakması ve eşbaşkanları bir ara Ankara’yı ziyaret de eden PYD’nin 7 Haziran sonrası doğrudan PKK ile aynı hedef tahtasına oturtulması buna eklendi. Erdoğan ise 2014 Eylül ayında Kobani’ye IŞİD yüklendiğinde kenti yok olma tehlikesine karşı savunan YPG/YPJ’ye destek olmayarak tüm parametreleri olumlu yönde değiştirecek stratejik fırsatı heba etti. Erdoğan’ın içeride gerilimi yüksek tutma, hatta artırma siyaseti devam ettikçe, Suriye ve Irak’taki ıspazmoslar da Türkiye’yi temelinden sarsmaya devam edecektir.
***
Kılıçdaroğlu artık yüzde 50’ye toptan hitap edebilir hale geldi
- Adalet Yürüyüşü son buldu. Bu yürüyüş Türkiye’de neyi değiştirdi? Neyin, sonu, neyin başlangıcı?
Yürüyüşü Kılıçdaroğlu başladığı gibi tek başına yürüyerek alanda bitirdi. Bence bu doğru kurgulanmış bir finaldir. Tek sözcükle “HAYIR” sloganının arkasına seçmenin en az yüzde ellisinin düştüğü, bu defa aynı yüzde ellilik kitle “hak-hukuk-adalet” arayışının peşine düştü. Kılıçdaroğlu, bu hamlesiyle yalnızca şaibeli referandum sonucunun düşkırıklığını yaşayan kendi yüzde 25’lik seçmen kitlesini yeniden canlandırmakla kalmadı. Artık, yüzde ellinin liderliğini almasa da, ki böyle bir iddiası da zaten yok, o yüzde elliye toptan hitap edebilir hale geldi. Bundan sonra mevcut baskıcı OHAL koşullarında olması gereken, bizzat Kılıçdaroğlu’nun hep hareketin en önünde yer almasıdır. Sadece Enis Berberoğlu için değil, 24 Temmuz’da mahkemeye çıkacak -keskin kalemi ve kıvrak zekası dışında hiç bir suçu olmayan sadece gezeteci değerli arkadaşım Kadri Gürsel’in de aralarında bulunduğu- Cumhuriyet’çiler, Silivri, Edirne ve Kandıra cezaevlerini ziyaret, Barış İçin Akademisyenler, Nuriye-Semih, Hrant Dink, Tahir Elçi, Büyükada’da gözaltına alınan insan hakları savunucuları, kayyum atanan HDP/DBP belediyeleri, maden yapılmak istenen Cerattepe, yol geçirilmek istenen Rize yaylaları vb gibi tüm meydan okumalarda en önde gözükmelidir. Öte yandan değil bir milyon on miyon kişi de toplansa, hedefin mevcut takvim uygulanacaksa, önce yerel seçimler sonra başkanlık seçimi olduğu da akılda tutulmalı, saflar buna göre dizilmelidir. Belki işaret ettiğiniz başlangıç ve iktidarı korkutan da budur.
- Peki CHP, Adalet Yürüyüşü ile birlikte nasıl bir döneme girdi? Bu eylem CHP’de neyi değiştirdi?
Benim deyişimle CHP ve Kılıçdaroğlu siyaset yapmaya çalıştı. CHP, siyasetin Ankara’nın kasvetli saloj ve koridorlarında yürütülen bir tür dernekçilik faaliyeti olmadığının bilincine erdi. Ankara’dan dışarı yürüyerek, simgesel biçimde “devletin partisi” kimliğini terketti. Mazlumluk ve mağdurluk söylemini geri dönülemez biçimde AKP’nin elinden aldı. Bu dediğim şimdi CHP’nin sözkonusu söyleme sarılması gerektiği biçiminde yorumlanmasın. Artık devletin partisi AKP’dir. CHP, HDP ile yan yana geldi ve görüldüğü üzere dünya dönmeye devam ediyor. Kılıçdaroğlu, tek başına başlattığı yürüyüşle, demokratik ve barışçıl eylemin etkinliğini ortaya koydu. New York Times’da yayımlanan makalesinde, “adaletsizlik karşısında sokağa çıkmak, bir seçenek değil bir zorunluluktur” demesinin altını kalınca çizmek gerekir. Bu sözün Kılıçdaroğlu’nun kaleminden çıkması önemli bir dönüm noktasıdır.
***
Kanun devletini çeke çeke geri getirmek zorundayız
- Bu yürüyüşün sürdürülebilir olması açısından ne gerekiyor?
Muhalefetin ana iki unsuru CHP ve HDP. Biri ana muhalefet, diğeri TBMM’deki üçüncü parti. Üçüncü partinin eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ gibi milletvekilleri de cezaevinde. Seçimle kazandığı belediyelere kayyum atanmış, AKP’nin dilinden düşürmediği halkın iradesi hiçe sayılmış durumda. Sayın Oya Baydar’ın T24’teki yazısında yer alan ve benim de katıldığım veciz ifadesini alıntılamam gerekirse “Kürt düşmanlığı ve Kürt siyasal hareketinin şeytanlaştırılması temelinde ne adalet ne de barış sağlayabilirsiniz.” Damarlarına yeniden can gelen muhalefetin temel çatısı CHP ve HDP’nin ortak hareket etmeyi başarmasındadır. AKP’nin, devlet adına, ne pahasına olursa olsun engellemeye çalıştığı olanak ve olasılık da budur. “Herkes için Adalet” herhalde bu başlangıcın yapılması için doğru zemini işaret etmektedir. Elbirliğiyle, hukuk devletinden geçti, hiç yoktan kanun devletini çeke çeke geri getirmek zorundayız.
© Tüm hakları saklıdır.