20 Mart 2013 13:32
Ergenekon davasında savcılığın verdiği esas hakkındaki mütalaada, "darbenin, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün destek vermemesi nedeniyle gerçekleştirelemediği" öne sürüldü. Mütalaada "hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme" suçunun gerçekleşmesine kanıt olarak Danıştay'a silahlı saldırı gösterildi.
67'si tutuklu 275 sanıklı ''Ergenekon'' davasının 281. duruşmasında, savcıların verdiği esas hakkındaki mütalaada 64 sanık hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendi.
Savcılığın açıkladığı 2 bin 271 sayfalık mütalaada ''Ergenekon terör örgütünün varlığının sabit olduğu anlaşılmıştır'' ifadesine yer verildi.
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen İlker Başbuğ’un görevdeyken bazı askerlerin tutuklandığı soruşturmalara ilişkin yaptığı basın açıklamalarının “moral sağlamak” amacıyla yapılmadığı, bunların “dezenformasyon faaliyeti” olduğu öne sürüldü.
Esra Alus'un Milliyet'teki haberine göre, Ergenekon davasında savcıların verdiği esas hakkındaki mütalaada hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’a ilişkin ilginç suçlamalar yer aldı. Başbuğ’un görevdeyken bazı askerlerin tutuklandığı soruşturmalara ilişkin yaptığı basın açıklamalarının “moral sağlamak” amacıyla yapılmadığı, bunların “dezenformasyon faaliyeti” olduğu öne sürüldü. Başbuğ’un açıklamalarında kullandığı sert üslup nedeniyle bazı açıklamalarının kamuoyunda muhtıra şeklinde algılandığı belirtilen mütalaada, sonradan Başbuğ’un söylemediği anlaşılan “boru” benzetmesi de yer aldı. Mütalaada, Başbuğ’a ilişkin şu değerlendirme yapıldı:
“Her ne kadar sanık yapmış olduğu basın açıklamalarındaki beyanlarının Silahlı Kuvvetler mensuplarına moral sağlamak amacıyla yapılmış düşünce açıklamaları olduğunu iddia etse de, sanığın açıklamalarında kullandığı sert üslup, bazı açıklamaların kamuoyunda muhtıra şeklinde algılanması, İrticayla Mücadele Eylem Planı’na kağıt parçası, lav silahları için ‘boru’ tabirini kullanması, bazı açıklamalar için seçilen yerleri özel olarak seçtiğini vurgulaması, Amirallere suikast soruşturması sonucunda hazırlanan iddianamede yer alan hususları yok gibi gösterme gayreti, Koç Müzesi’nden elde edilen patlayıcılarla ilgili iddianameye de yansıyan hususların bir kısmını saçmalık olarak belirtmesi, bunların yanı sıra Poyrazköy’de yapılan kazılarda bulunan lav silahlarının bir kısmının TSK envanterine ait olduğunun anlaşılması, İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın aslının ele geçirilmesi ve altındaki imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğunun anlaşılmasından sonra önceki beyanlarını düzeltmeye yönelik hiçbir girişim ve açıklamasının olmayışı sanığın yürütülen soruşturmaları, soruşturma delillerini kara propaganda yöntemiyle itibarsızlaştırmayı, soruşturmayı ve kovuşturmayı yürüten adli birimleri baskı altına almayı, sindirmeyi ve yıldırmayı amaçladığı, bu açıklamaların örgüt stratejileri doğrultusunda yapılmış dezenformasyon faaliyeti olduğu, sanığın resmi kimliğini de inandırıcılık noktasında kullandığı anlaşılmıştır.”
“İnternet Andıcı”yla ilgili mütalaada yer bulan anlatımlarda Dursun Çiçek’in general seviyesindeki ilgililerden daha etkili olduğu da iddia edildi.
Savcıların iddiası ise şöyle:
“Açıklanan beyanlar doğrultusunda andıcın general seviyesindeki ilgililere Dursun Çiçek tarafından götürüldüğü, 01 Nisan’da Hasan Iğsız tarafından paraflandıktan sonra yine 14 Nisan’a kadar Başbuğ’a sunulmadığı, ancak Çiçek’in komuta katının onayı aldığını belirterek andıcı işleme koydurduğu ve Murat Uslukılıç’a verdiği, bazı şube müdürlerinin komutanının onayını görme taleplerinin de olduğu ancak işlemlerin Dursun Çiçek’in yönlendirmesi neticesinde başlatılmış olduğu, 14 Nisan tarihinde de sarı zarf içerisinde sanık İlker Başbuğ’a iletilip okey iş işaretinin alındığı, Dursun Çiçek’in Hasan Iğsız’ın parafından sonra İlker Başbuğ’un olurunu sözlü olarak da almış olabileceği, her hal ve şartta bu durumun sanık Dursun Çiçek’in örgütsel konum bakımından askeri rütbedeki üstlerinden daha etkili olduğunu gösterir bir durum olduğu, bu sebeple andıcın 2 Nisan tarihinde yürürlüğe girmesine rağmen girmesine rağmen sanık İlker Başbuğ’un 14 Nisan’da bu belgeyi onaylamaktan çekinmediği, sitelerin kapatılması emrini veren sanığın bu sitelere yeni bir düzenleme getiren andıcı basından öğrenmesinin çelişkili olduğu, ayrıca Başbuğ’un andıcın kendisine arz edildiği noktasındaki sanık beyanlarını kabul etmemesi ve ısrarla andıcın kendisine sunulmadığını belirtmesinin de suçtan kurtulma amacına yönelik olduğu anlaşılmıştır.”
Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı’yken 29 Nisan 2009’da basın mensuplarına Poyrazköy’de ele geçirilen mühimmata ilişkin bir açıklama yapmıştı.
Başbuğ’un burada yaptığı açıklamada, “LAW” silahları için “Bunlar boru” dediği öne sürülmüştü. Ancak Başbuğ’un avukatı İlkay Sezer, Başbuğ’un basın toplantısında hiçbir zaman silahlar için “boru” ifadesini kullanmadığını söylemişti. Basın açıklaması incelendiğinde de Başbuğ’un “boru” ifadesini kullanmadığı görülmüştü. Dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın 5 Mayıs 2009’daki grup konuşmasının bir bölümünde LAW silahlarından söz ederken “Mermisi olmayan boru” dediği anlaşılmıştı.
Başbuğ, “İdam cezası kaldırılmasaydı savcılar Türk ordusunun komutanı için idam cezası isteyecekti. Terör örgütü yöneticiliği suçlaması aynen duruyor. Geri adım atılması söz konusu değildir” dedi.
Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, önceki günkü duruşmasında savcıların açıkladıkları esas hakkındaki mütalaaya ilişkin yazılı açıklama yaptı.
Başbuğ, “Türkiye’de idam cezası kaldırılmamış olsa idi, Cumhuriyetin savcıları, hiç tereddüt etmeden, ciddi suçlamaları(!) göz önünde bulundurarak; Türk ordusunun Komutanı ile onun 14 silah arkadaşı için de idam cezasını isteyeceklerdi. Mütalaada açıkça görüleceği gibi, terör örgütü yöneticiliği suçlaması aynen durmaktadır. Buradan geri adım atılması söz konusu değildir” dedi.
Başbuğ, internet sitesi aracılığıyla yaptığı “Türk Milletine Savunmadır” başlıklı yazılı açıklamada, “Cumhuriyet Savcıları, mahkemeye sundukları mütalaada Türkiye Cumhuriyeti’nin 26’ncı Genelkurmay Başkanı’nı şu şekilde suçlamaktadırlar” diyerek, mütalaadan şu bölümü tekrarladı:
“Sanık Mehmet İlker Başbuğ’un iddianamede belirtildiği ve mütalaanın ilgili bölümlerinde anlatıldığı şekilde; Ergenekon Terör Örgütü’nün yöneticilerinden olduğu ve Ergenekon Terör Örgütü’nün amaçları doğrultusunda askeri bir darbe ortamı oluşturmak amacıyla; Belirtilen internet siteleri ve bu siteleri meşrulaştırmak amacıyla düzenlenen andıç vasıtasıyla, kara propaganda ve dezenformasyon faaliyetlerini icra ve organize ederek, örgütün amaçları doğrultusunda yapmış olduğu basın açıklamaları ve değişik faaliyetlerle devam eden Ergenekon Terör Örgütü’ne yönelik soruşturmaları ve kovuşturmaları etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunarak, devlet yöneticilerini baskı altına almak, devlet otoritesini zaafa uğratmak ve bu hususta gerektiğinde kamu düzenini bozup ülkede kaos ve düzensizlik ortamı oluşturmak ve halkı devlet yöneticilerine karşı kışkırtmak ve anarşi ortamı oluşturarak Ergenekon Terör Örgütü’nün nihai hedefi olan cebir ve şiddet yöntemleri ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme suçunu işlediği anlaşılmaktadır. Türk Ceza Kanunun 312.1 maddesine göre cezalandırılması...”
Başbuğ, açıklamasına şöyle devam etti:
“Türk ordusunun komutanına yöneltilen bu suçlama, Genelkurmay Başkanlığı karargahında onun emrinde görev yapmış olan orgeneral rütbesinden albay rütbesine kadar 14 silah arkadaşı için de ileri sürülmüş ve bu kişiler hakkında da Türk Ceza Kanunu’nun 312.1 maddesine göre ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenilmiştir. Türkiye’de idam cezası kaldırılmamış olsa idi, Cumhuriyetin savcıları, hiç tereddüt etmeden, yukarıdaki ciddi suçlamaları (!) göz önünde bulundurarak; Türk ordusunun komutanı ile onun 14 silah arkadaşı içinde idam cezasını isteyeceklerdi. Mütalaada açıkça görüleceği gibi, terör örgütü yöneticiliği suçlaması aynen durmaktadır. Buradan geri adım atılması söz konusu değildir.
Sadece yapılan, Yargıtay içtihatları göz önünde tutularak; terör örgütü yöneticiliği suçlamasından dolayı Türk Ceza Kanunu’nun 314/1 maddesi gereğince ceza verilmesi istenilmemiştir. Savunmamıza yarın kaldığı yerden devam edeceğiz.”
Darbe planlarında ‘Yetim’ kod adı verilen dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün destek vermemesi nedeniyle darbenin gerçekleştirilemediği öne sürüldü.
Ergenekon davasının önceki günkü duruşmasında açıklanan esas hakkındaki mütalaada sanıkların darbe planlarının neden teşebbüs aşamasında kaldığı da anlatıldı.
Darbe planlarında “yetim” kod adını verdikleri dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün kendilerine destek vermediği belirtilen mütalaada, “ABD ve AB’nin de hükümet ile iyi ilişkiler içinde olması, irticai faaliyet ve laiklik karşıtı eylemlerin sanıklar tarafından abartıldığı kadar büyük tehdit ve tehlike oluşturduğuna dair dış dünyanın inandırılamaması ve benzeri nedenlerle sanıklar darbeyi gerçekleştirememişlerdir” dedi.
Mütalaada şu ifadelere yer verildi:
“TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu raporunda da sıkça tekrarlandığı üzere; hükümet darbesi yapılmadan önce darbeye zemin hazırlanması, halkın TSK’nın demokrasiye müdahalesini ister hale getirilmesi ve dış dünyanın da buna itiraz edemez durumda olması gerekir. Yukarıda ayrıntılı olarak yer verdiğimiz sanıkların her türlü alternatifi içeren darbe planlarını 2003-2004 yıllarında uygulamaya koydukları anlaşılmıştır. Ancak, yüzde 99’a karşı yüzde 1 olarak adlandırdıkları, darbe planlarında ‘Yetim’ kod adını verdikleri TSK’nın 1 numarası Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün kendilerine destek vermemesi, askeri birliklerde gizlice yaptıkları araştırmada alt rütbeli askeri personelin hükümete karşı darbe yapılmasını istememesi, yeterli kamuoyu desteğinin sağlanamaması, halkın hükümetten kurtulmak için askeri müdahale talep edecek kıvama gelmemesi, ABD ve AB’nin de hükümet ile iyi ilişkiler içinde olması, irticai faaliyet ve laiklik karşıtı eylemlerin sanıklar tarafından abartıldığı kadar büyük tehdit ve tehlike oluşturduğuna dair dış dünyanın inandırılamaması ve benzeri nedenlerle sanıklar darbeyi gerçekleştirememişlerdir.”
Ergenekon’un önceki günkü duruşmasında esas hakkında mütalaanın açıklanmasına tepki verenlerden biri de tutuklu sanık, gazeteci Tuncay Özkan’dı.
Ergenekon’un önceki günkü duruşmasında esas hakkında mütalaanın açıklanmasına tepki verenlerden biri de tutuklu sanık, gazeteci Tuncay Özkan’dı. Özkan, kızı Nazlıcan’ın 24 Mart’ta Yükseköğretime Geçiş Sınavı’na gireceğini söyleyerek, “1 hafta sonra açıklasalar olmaz mıydı? Nazlıcan üniversite sınavına girecek” dedi.
Milliyet gazetesinden Gökçer Tahincioğlu da "Ergenekon davasında savcılık mütalaasının açıklanmasının ardından, kamuoyunda yoğun biçimde tartışılan 3 soru var" dedi.
Tahincioğlu şunları söyledi:
- Başta eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ olmak üzere, sanıklara “terör örgütü” bağlantısı kurulmadan nasıl darbeye teşebbüsten ceza verildi?
- Terör örgütü açısından bulunması zorunlu olan şiddet unsuru davanın neresinde?
- Birbiriyle ilgisiz kişilerin aynı örgüt çatısı altında gösterilmesine mahkeme ne diyecek?
Yanıtları dosyada
Aslında bu soruların her biri, önceki günkü mütalaa açıklanmadan önce de yöneltilebilirdi ve tutuklamaların gerçekleştiği aşamada da yöneltiliyordu. İkna edicilikleri tartışmaya değer de olsa, bu soruların yanıtlarını da tutuklama aşamalarında verilen mütalaa ve kararlarda görmek mümkün.
Daha yüksek ceza
Savcılık, örgüt suçundan ceza istemediği Başbuğ’un darbeye teşebbüs ettiği iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmasını nasıl talep edebildiğini önceki günkü mütalaasında açıklıyor. Mütalaada, bu konuda, “Daha fazla hapis cezası gerektiren ‘Hükümeti yıkmaya teşebbüs etmek’ suçundan cezalandırılmaları talep edildiği için Yargıtay içtihatları gereğince örgüt yöneticiliği ve üyeliğinden ceza verilmesine yer olmadığı” ifadesi yer alıyor. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin, “örgütün eyleminin cezası daha ağırsa, o eyleme ceza verilir” şeklinde birçok kararı bulunuyor. Halen, konumu sürekli Başbuğ’la karşılaştırılan Abdullah Öcalan da aslında bu duruma örnek. Öcalan da PKK’nın kurucusu olmasına rağmen, bu suçtan değil, ömür boyu hapsini gerektiren, “Devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır” şeklindeki eski TCK’nın 125. maddesinden ceza aldı.
Üst düzey yönetici
Savcılık, “örgüt yöneticisi” olduğu tezinden vazgeçmediğini de Başbuğ hakkındaki, “Başbuğ’un TSK içerisine sızan ve kimisi üst düzey konumlara kadar ilerleyen Ergenekon terör örgütünün kurum içerisindeki yapılanmasının üst düzey yöneticilerinden olduğu, 2009’da İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nın deşifre olması üzerine, yurtdışında bulunması nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı’na Işık Koşaner’in vekâlet etmesine rağmen, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Hasan Iğsız’ın Koşaner’den değil yurtdışındaki Başbuğ’u telefonla arayarak emir aldığı ve sonrasında soruşturma açtığı, bu yolla resmi hiyerarşi dışında hareket etmesi, askeri hiyerarşi dışında örgütsel hiyerarşinin göstergesi olduğu, karargâhta yürütülen benzer faaliyetlerin Başbuğ’un bilgi ve gözetiminde gerçekleştiği” ifadeleriyle ortaya koyuyor. Savcılığa göre, Başbuğ’un soruşturmayı eleştirdiği açıklamaları da Ergenekon’un değil TSK’nın hedef alındığı imajının bilinçli olarak yayılması amacını taşıyor.
Başbuğ hakkındaki ceza, TCK’nın 312. maddesinden isteniyor. Bu madde de TCK’nın “silahlı örgüt” düzenlemesi gibi, “anayasal düzene karşı işlenen suçlar” bölümünde yer alıyor. “Silahlı örgüt” maddesinde de örgütün 312. maddedeki suç için kurulabileceği vurgulanıyor. Bu nedenlerle diğer bütün yönleri tartışılabilir olsa da hukuk tekniği açısından mütalaadaki bu görüş “aykırı” bulunmuyor.
Şiddet unsuru Danıştay
Silahlı terör örgütünün varlığı için dosyada bulunması elzem olan “şiddet” kriteri ise savcılığa göre Danıştay ile sağlanıyor. Ancak bu kadar birbirinden bağımsız, aynı ortamda bile bulunmamış sanıkların nasıl olup da tek bir şiddet eylemi gerekçe gösterilerek “terörizmle” suçlandığı elbette anlaşılamıyor. Üstelik Danıştay dosyasının, Ergenekon’la birleştirilmesini, bu davanın sanıklarından Osman Yıldırım’ın gizli tanık yapılarak alınan ifadesinin sağladığı düşünüldüğünde, bu bağın kurulabilmesi daha da güç açıklanır hale geliyor. Dosyada, gizli tanık Yıldırım’ın sözlerinin sanık Yıldırım tarafından doğrulandığı gibi garip durumların da yer alması, Ergenekon davasının yumuşak karnını oluşturuyor.
Mahkeme ne der?
Dosyada, sadece Danıştay saldırısı ile bitmeyecek hukuki tartışmalar ve usul tartışmaları bulunuyor. Mütalaanın karar haline gelmesi durumunda, bunların her birinin Yargıtay tarafından “bozma” gerekçesi yapılması mümkün. Savunma hakkının sınırlandırılmasından, delillerin toplanmasına, gizli tanıklardan, eksik incelemeye kadar yargılamanın hemen her aşamasında bir soru işareti bulunuyor. Peki bu kadar soru işareti arasında, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi de göz önündeyken, mahkeme, bu mütalaaya uyar mı? Hâkimlerin, dinleme, tutuklama gibi kararlarında Ergenekon yapılanması ile ilgili yaptığı yorumlar, mahkemenin, mütalaaya uyabileceğini gösteriyor.
Çok sayıda talep yazısı ve kararda, savcı ve hâkimler, Ergenekon için, “örgütte katı ve çok gizli hiyerarşik yapı” bulunduğu, “üst düzey yöneticilerin bu nedenle deşifre edilmesinde zorlanıldığı”, “örgütün farklı kompartımanlardan oluştuğu, hücrelerin birbirini tanımadığı” gibi ifadeler yer alıyor. Bu karar ve yorumlar, tutuksuz yargılama taleplerini ısrarla geri çeviren mahkemenin de savcılığın Ergenekon yorumuna katılarak, sanıkların bu örgütle bağlantılı olduğunu kabul edebileceğini gösteriyor.
Mütalaada Danıştay üyelerinin heyet halindeyken hedef alınıp, bir üyenin öldürülmesi, diğerlerinin öldürmeye teşebbüs edilmesinin bireysel değil örgütsel eylem olduğu belirtildi
Ergenekon davasının dünkü duruşmasında açıklanan savcıların esas hakkındaki mütalaasında; Danıştay üyelerinin heyet halindeyken hedef alınıp, bir üyenin öldürülmesi, diğerlerinin öldürmeye teşebbüs edilmesinin bireysel değil örgütsel eylem olduğu, bu eylemlerin dinsel güdülerle değil, “Ergenekon terör örgütünün hedeflediği amaç suçların gerçekleşmesi için işlenen eylemler olduğu” değerlendirmesine yer verildi.
Danıştay saldırısı faili Alparslan Arslan’ın “önemli bir örgüt üyesi olduğu” ifade edilen Ergenekon davasının esas hakkındaki mütalaasında şöyle denildi:
“Bu somut eylemlere doğrudan katılan diğer sanıklar ise ‘Ergenekon terör örgütü’ üyesi olmamakla birlikte, Cumhuriyet gazetesine bomba atma eylemlerinde ‘Ergenekon terör örgütü’ adına suç işleyen kişilerdir. Bu eylemler ve özellikle Danıştay’a saldırıp, bir üyenin öldürülmesi, diğer üyelerin öldürülmeye teşebbüs edilmesi, dosyadaki amaç suçun yani, hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme suçunun gerçekleşmesine neden olacak niteliğe sahiptir. Arslan’ın olaydan hemen sonra yakalanması ve soruşturma makamlarının etkin çalışmalarıyla irtibatlarının hızla ortaya çıkarılmasından dolayı bu eylem kendisinden beklenen ülkede askeri darbe yapılması sonucunu doğuramamıştır. Bu olayda bir yargı mensubunun seçilmiş olmasının da ayrı bir önemi vardır. Bilindiği gibi, 1980 darbesi öncesi, TBMM tarafından onaylanan 26.12.1978 tarih 7/16947 sayılı Bakanlar Kurulu’nun sıkıyönetim ilan kararına gerekçe olarak savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi olayı gösterilmiştir. ‘Ergenekon terör örgütünün’ Danıştay’da gerçekleştirdiği bu eylem ile ulaşılmak istenen neticede aynıdır.”
Her yönden stratejik bir konumu olan Türkiye’nin 1952’den itibaren NATO üyesi olduğu, tasfiye edilene kadar Avrupa devletlerinde var olan kontrgerilla örgütü konusunda ülkemizde bugüne kadar bir yargılama yapılmadığı anlatılan mütalaada, şu ifadelere yer verildi:
“Avrupa’nın birçok devletinde, bir tesadüf sonucu kontrgerillanın izine rastlanılmış ve bu fırsatlar değerlendirilmiştir. Türkiye’de kontrgerillayı tasfiye şansı 1996’da Susurluk’taki trafik kazası ile yakalanmıştır. Kırmızı bültenle aranan cinayet suçlusu Abdullah Çatlı, Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ ve Milletvekili Sedat Bucak aynı araçta iken kaza geçirmişlerdir. Bu olaya dair soruşturma ve dava, o dönemde oluşan toplum desteğine karşılık 14 kişi ile sınırlı kalmıştır. Davayı gören İstanbul 6 No’lu DGM’nin kararında ‘Susurluk civarında meydana gelen kazada silahlı teşekkülün bir bölümü su yüzüne çıkmıştır’ denilmiştir. Soruşturmalarda ele geçen ve ‘Ergenekon terör örgütü’ne ait olduğu konusunda kuşku bulunmayan örgüt belgeleri başta olmak üzere dosya kapsamındaki diğer delillere göre, ‘Ergenekon’, Avrupa’da adına kontrgerilla denilen gizli örgütün Türkiye’deki adıdır. ‘Ergenekon’ soruşturmasından 11 yıl önceki Susurluk kazası sonrasında ortaya çıkan yapının da aslında, ‘Ergenekon örgütü’nün küçük bir hücresi olduğu, bu örgütlü yapıya ülkemizde Avrupa’daki örneklerine uygun şekilde Türk kültürüne ait bir terim olan ‘Ergenekon’ ismi verildiği anlaşılmaktadır.”
Ergenekon soruşturmasının en çok tartışılan evrakları arasında olan Tuncay Güney’in emniyet mülakatı, İstanbul Cumhuriyet savcılarının esas hakkındaki mütalaasının girişinde geniş olarak yer aldı.
Eşcinsel olan ve Kanada’da “Haham” olarak yaşadığını iddia eden Güney’in yaşamından bahisle bazı sanık ve avukatlarının soruşturma ve kovuşturma boyunca “böyle birisinin anlattıklarına itibar edilemeyeceğini” ileri sürdükleri belirtilen mütalaada, “Maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için çaba sarf etmekte olan soruşturma ve kovuşturma makamlarının bir kişinin hususi durumu ile değil, bir olay hakkında doğru söyleyip söylemediği ile ilgilenmesi gerektiğinden bu tür savunmalara itibar edilmemiştir” denildi.
Mütalaada ayrıca “Suç örgütleri konusundaki yargı uygulamasında, bu konuda ihbarda bulunan, ifade veren veya tanıklık yapan kişilerin daha çok yine bu suç örgütleri içinden veya irtibatlı bulundukları kişiler arasından çıktığını göstermektedir ki bu da gayet doğal bir durumdur” değerlendirmesine de yer verildi. Mütalaada savcılığın yaptığı incelemede Tuncay Güney’in anlatımları ve ele geçirilen belgelerin incelenmesi sonucunda örgütün örgütlenme faaliyetlerinin pek çok alanda devam ettiği ve soruşturma kapsamında elde edilen belgelerle Güney’den elde edilenlerin uyum gösterdiği anlatıldı.
Ağırlaştırılmış müebbet cezası talep edilen CHP Milletvekili Sinan Aygün, şöyle konuştu:
“Dava açıldığında benim için 2 ağırlaştırılmış müebbet ve 54 yıl hapis cezası istendi. Savcının istemesi tabii ki önemli bir faktör ama 2 müebbetten 1 müebbede, 54 yıldan da sıfır yıla inmesi demek ki bu süreç içerisinde kendimizi savcıya anlatabilmişiz. Savcı ikinci mütalaasında bunu bir müebbede indirdi. Şimdi hâkimin karşısına çıkacağız. Şimdi iddia edilen suç, hükümeti yıkmaya teşebbüs suçu. Bunu da hâkime anlatacağız. Ben bir milletvekili olarak yasama, yürütme, yargının önemli olduğunu düşünüyorum. Yargıya da güvenmekten başka çaremiz yok. Buna güvenmezsek insanlar da yasamaya güvenmezler.”
Ergenekon davasının mütalaasının tam metni
© Tüm hakları saklıdır.