26 Aralık 2017 11:42
Bazı yatırım fonu temsilcilerine şirketleri tarafından OHAL nedeniyle ziyaret yasağı getirildiğini söyleyen Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Selva Demiralp, "Yatırımlar yüksek faizler nedeniyle değil, jeopolitik riskler ve belirsizlikler nedeniyle yapılmıyor. Enflasyondaki gidiş umut verici değil, bu seneyi çift hane, 2018’i de yüksek tek hanede kapatacağız" dedi.
Yıl sonu görüşlerini paylaşan Prof. Dr. Demiralp, “Kasım ayı enflasyon raporunda Merkez Bankası 2017 için enflasyon tahminini yüzde 9.8, 2018 için enflasyon tahminini de yüzde 7’ye yükseltti. 2017 için zaten geriye çok az bir süre kaldığı için söz konusu rakam bir tahminden ziyade mevcut görünümü yansıtıyor diyebilirdik. Ancak o bile tutmayacak görünüyor. Geçen hafta açıklanan kasım ayı enflasyon verileri ile bu seneyi iki haneli bir enflasyon rakamı ile kapatmamız artık kesinleşti.
2017 yılını iki haneli bir enflasyon rakamı ile kapatmamız durumunda ise 2018 yılında bu rakamın yüzde 7 gibi bir seviyeye inmesi ciddi bir dezenflasyon süreci gerektiriyor. Hatta 2018’de de yüksek tek haneli rakamlarda kapatmamız ihtimali artıyor” diye konuştu.
Cumhuriyet'ten Olcay Büyüktaş'ın sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Selva Demiralp'ın açıklamaları şöyle:
- Enflasyondaki sonuçlar çalışan kesimleri ve iş dünyasını nasıl etkiliyor ve nasıl etkileyecek?
Enflasyon öncelikle geliri enflasyona paralel olarak artış göstermeyen kesimlerin reel ücretlerini azaltarak gelir dağılımını daha adaletsiz hale getiriyor. Çünkü enflasyon yüzde 10 artarken sizin maaşınız yüzde 10’un altında artarsa alım gücünüz azalıyor. Özellikle temel ihtiyaçların harcamaların büyük bir ağırlığını oluşturduğu düşük gelir seviyelerinde fiyat artışlarının etkisi daha çok hisssediliyor çünkü gelirin daha büyük bir oranı temel ihtiyaçlara harcanıyor.
kaçıyor İş dünyası açısından enflasyonun olumsuz etkileri yarattığı belirsizlik ortamı ve rekabet gücünü azaltmasında kendisini gösteriyor. Yüksek ve oynak bir enflasyon oranı bir iş kurmak isteyen müteşebbisin önünü görmesini engellediği için yatırımları caydırıcı etki yapıyor. Benzer şekilde enflasyonun yükselmesi ihracat fiyatlarını artıracağından sizi diğer ülkeler arasında daha az rekabetçi bir duruma sokuyor. Bu durum uzun vadede ihracatın azalması ve cari açığın artmasına kadar olumsuz etkiler yapabilliyor.
Enflasyonun toplumun her kesimini etkileyen bir önemli boyutu da uzun vadeli faizlerin enflasyonla birlikte yükselmesi. Borç veren açısından önemli olan reel getiri olduğu için enflasyon artınca kredi faizleri de yükseliyor. Bu da borçlanma maliyetini artırıyor, yatırımları olumsuz etkiliyor. Şu noktanın altını çizmek istiyorum. Piyasa faizlerinin düşmesi için önşart enflasyonun düşmesidir. Enflasyonu düşürebilmek için ise politika faizinin yüksek tutulması gerekir. Yani uzun vadeli piyasa faizlerini düşürebilmek için atılması gereken adım ironik bir şekilde kısa vadeli politika faizlerinin yükseltilmesidir.
- En önemli öncelik nedir?
Kanımca makroekonomik açıdan en büyük kırılganlıklarımızdan birisi olan enflasyon probleminin çözülmesi yakın vadede en önemli önceliğimiz olmadılır. Bunu bir milli seferberlik olarak da düşünmek mümkün. Faizlerin bugün bir parça yükselmesi elbette can yakıcıdır. Ancak bunu bir sonraki dönemdeki düşük faiz, büyüme ve refah artışı için ödenecek bir bedel olarak görmek gerekiyor.
- Tüm teşviklere ve yardımlara karşın işsizlik istenilen boyutta önlenemiyor. Neden?
Normalde işsizlik ile büyüme arasında negatif bir ilişki vardır. Yani büyümedeki artışın daha çok istihdam yaratması ve işsizliği azaltması beklenir. Son dönemde Türkiye’de bu kuralı yeterince gözlemleyemiyoruz. Üçüncü çeyrek için yüzde 8 civarında bir büyüme beklenirken bu dönemde işsizlik oranı ancak yüzde 11.1’den yüzde 10.8’e inebildi.
Son dönemdeki rakamları incelediğimizde hem işgücüne katılım oranı hem de istihdam oranında hafif bir artış görüyoruz. Bunun bir sebebi, ekonomi büyüyüp daha fazla istihdam yaratırken bu büyümeden cesaret alan, daha önce iş aramayı bırakmış küskün işsiz dediğimiz kesimin iş aramaya başlaması olabilir. Bu durum ise işsizlik rakamlarındaki azalışı törpüler. Hatta işgücüne katılım artışının istihdamdan daha fazla olması durumunda artan istihdama rağmen işsizliğin arttığını bile görebiliriz.
Dolar ve Avro’daki yukarı yönlü hareket hem dış hem de iç faktörleri yansıtıyor. Türkiye özelinde son dönemde para birimlerinin diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha çok değer kaybettiğine şahit olduk. Bu durum bize has risklerin yükselmesi ile ilgili. Dış ilişkilerdeki gerginlikler elbette dışarıdan gelen fon akımlarını yavaşlatarak TL’nin değer kaybına sebep oluyor. Buna ilave olarak Merkez Bankası’nın ideal para politikasını uygulamayacağına yönelik inanç, merkez bankasının faiz artırımında geç kalması ve de merkez bankasına yönelik siyasi kanattan gelen eleştiriler kurda olumsuz bir etki yaratıyor. Atılan adım bir taraftan şirketleri rahatlatacak bir boyut içerirken bir taraftan da tedirginliği artıracak bir potansiyele sahip. Teknik olarak Dolar ve Avro’daki yükseliş TL talebindeki görece azalmadan kaynaklandığı için, kuru düşürmenin yolu da TL’yi tekrar cazip hale getirmekten geçiyor. TL talebindeki azalmanın bir sebebi Türkiye’ye yönelik risk algısı. Türkiye’nin bozulan dış imajını düzeltebilmek için çaba sarf etmek gerekiyor. Bu ise Türkiye’nin Batı değerlerinden, temel hukuk prensiplerinden, kurumsallaşma, demokratikleşme, şeffaflık gibi kavramlardan taviz vermeyeceğine dair inandırıcı mesajlar gerektiriyor.
- Jeopolitik riskler, yatırımları nasıl etkiler?
Geleceğe yönelik belirsizliklerin arttığı bir ortamda yatırım iştahı azalıyor. Yatırımların iki önemli alt kalemi var: İnşaat ve makine/teçhizat. Bunlardan inşaat ileriye dönük büyüme potansiyeli üzerinde etkisi oldukça sınırlı olan bir kalem. Makine ve teçhizat ise büyüme potansiyeli ile birebir ilgili olan kalem. 5 fabrikayı 7 fabrikaya çıkarmak için makine ve teçhizat yatırımlarının artması gerekiyor. GSYH’nin yatırım kalemine baktığımızda bir süredir makine ve teçhizat kaleminde azalma görüyoruz. Bu durum ileriye yönelik belirsizlikler ve jeopolitik risklerle doğrudan bağlantılı.
- Bozulan dış algıyı düzeltebilmek için ne yapmalı?
AB ile ilişkilerimizde yaşanan gerginliklerin yumuşatılması ve Türkiye’nin evrensel hukuk kurallarını takip eden, güçler ayrılığına dayalı, hukuk üstünlüğünü benimsemiş, şeffaflık, rasyonellik ve hesap verebilirlik ilkeleri ile hareket eden bir ülke olduğu sinyalinin verilmesi gerekiyor. Uzun vadede bu saydığım maddelerin işler hale gelmesini sağlayacak yapısal reformların uygulamaya sokulması gerekmektedir. Para politikası açısından yapılması gereken kısa vadede Merkez Bankası’nın bağımsız olduğuna dair algının oluşturulması uzun vadede ise enflasyonun hedefe çekilmesidir. Enflasyonun düşürülmesi kısa vadede daha yüksek faiz gerektirse de uzun vadede bu fedakârlığın sonucu fazlasıyla alınacaktır. Enflasyonun düştüğü bir ülkede cari açık azalacak, rekabetcilik ve yatırımlar artacak, sürdürülebilir büyüme sağlanabilecektir.
Yaptığımız araştırmada, 2010 sonrası dönemde Türkiye’de siyasetçilerin faiz indirimi konusunda yaptıkları çağrılara piyasa tepkisini ölçtük. Elde edindiğimiz bulgular bu tür demeçlerin kurda ortalama yüzde 0.7’lik bir değer kaybına sebep olduğunu gösteriyor. Dolayısı ile Merkez Bankası’nın yıpratılmaması, faizler konusunda siyasi demeçlerden kaçınılması kanımca çok hassas ve önemli bir husus. Kurdaki yükselişin en önemli sonucu 2009 krizi sonrası dönemde ucuz döviz ile borçlanan özel sektörün borç yükünün hızla artmasıdır. 2011’de 130 milyar dolar olan kısa vadeli dış borcumuz Eylül 2017 itibariyle 170 milyar dolara yükseldi.
- Merkez Bankası’nın dövizle işlem yapan şirketlerin her türlü bilgi sahibi olmasına olanak tanıyan düzenlemeyi nasıl yorumlamak gerekiyor?
Merkez Bankası’nın esas işi kuru kontrol etmek ya da firmalara ucuz döviz sağlamak değildir. Merkez Bankası’nın kanun ile tanımlanmış olan birincil görevi fiyat istikarını sağlamak, yani enflasyonu yüzde 5’lik hedefe çekebilmektir. Ancak özel sektörün borç yükü alınan tüm bu önlemlere rağmen tehlikeli boyutlara ulaştı. Bazı önlemler alınmasa daha da kötü bir tablo ile karşı karşıya olabilirdik. Türkiye’nin şu anda karşı karşıya olduğu problem özel sektörün yüksek döviz borcu ve bunun yarattığı risklerdir.
Ekonomide uzun süren işsizlik dönemini takiben yaşanan hızlı büyümenin daha çok kişiyi işgücüne çekmek suretiyle işsizliği artırabileceğini gösteriyor. İstihdam artışının büyümeyi takip etmemesinin bir diğer sebebi işsizliğin daha gecikmeli bir değişken olması olabilir. Önümüzdeki aylarda işsizlikte daha büyük bir gerileme görebiliriz. Bir diğer sebep ise ekonominin geleceğine yönelik inanç olabilir. Eğer işverenler ekonomideki mevcut büyüme sürecinin sürdürülebilir olmadığını düşünürlerse o zaman daha çok işçi çalıştırmak gibi ileriye dönük bir risk almadan önce ekonominin gidişatından emin olmak isterler.
- İşsizlik nasıl düşer?
Ekonomi sürdürülebilir bir büyüme patikasına oturduğu zaman işsizlik düşecektir ve oynaklığı da azalacaktır. Çünkü sürdürülebilir büyüme bugünden yarına ani sıçramalar olmayacağı anlamına gelir. Bu durum geleceğe olan güveni artırır. Bu güven de yatırımları destekleyerek ülkenin üretim potansiyelini yükseltir. Yani bugün ekonominin toplam üretim kapasitesi 5 fabrika ise bunu 7 fabrikaya çıkarır. Eğitim ve hukuk alanında gerçekleştirilmesi gereken reformlar bir taraftan işgücü kalitesini artırırken bir taraftan da doğrudan yabancı yatırımları çekerek büyüme potansiyelimizi artıracaktır.
Türkiye’de yatırımların temel belirleyicisinin faiz olduğuna inanıldığından yatırımları artırabilmek için yapılması gereken yeğane şeyin de faizleri düşük tutmak olduğu düşünülüyor. Oysa faiz oranı yatırımları belirleyen faktörlerden sadece bir tanesidir. Bunun yanında enflasyon, jeopolitik riskler, ülkeye yönelik genel algı, rekabet ortamı, teknolojik yenilikler gibi daha bir sürü faktör yatırım kararlarını etkiler. Eğer yatırımları bu bütünlük içerisinde görmez ve salt faiz oranına odaklanırsak yanıltıcı sonuçlar alabiliriz. Son dönemde yatırımlarda gördüğümüz zayıflamanın önemli bir sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum.
- Uygulaması devam eden OHAL, çalışma yaşamını ve yatırım ortamını nasıl etkiliyor?
OHAL özellikle dış algı konusunda Türkiye ile ilgili belirsizlikleri artıran bir faktör. Az önce de bahsettiğim gibi yatırımcı belirsizlik ortamını sevmiyor. Buna ilave olarak OHAL durumu nedeni ile bazı yatırım fonu temsilcilerinin Türkiye’ye ziyaret yapmalarının şirketleri tarafından yasaklandığını duyuyoruz. Bu durum elbette yatırım ortamını daha da olumsuz etkiliyor.
- Cari açık bir başka sorunlu alanı oluşturuyor. Değerlendirmeniz ne olur?
Türkiye’deki cari açık oranını benzer gelişmekte olan ülkelerle kıyasladığımızda bizdeki rakamın emsallerimizden daha yüksek olduğunu görüyoruz. Mesela 2015 itibarıyla cari açığın GSYH’ya oranı Brezilya’da yüzde -3.3, Hindistan’da -1.1, Endonezya’da -2, Güney Afrika’da -4.3 iken Türkiye’de bu oran yüzde -4.5. İthalata dayalı bir büyüme yapımız olduğu için büyümenin arttığı son dönemde cari açığın daha da artması olası.
Cari açığın büyük olması dış borca olan bağımlılığa işaret ediyor. Bu da kur hassasiyetini artırıyor. Kurdaki hassasiyet bir sonraki aşamada kurdan büyümeye ve enflasyona olan geçişkenlikleri artırarak büyüme oranlarımızı daha oynak bir hale getiriyor. Enflasyonu tehdit ediyor. Bir taraftan da cari açığın yüksek olduğu bir ortamda Merkez Bankası para politikası uygularken finansal istikrarı göz önünde bulundurmak zorunda kalıyor. Bu durum ise sıkı para politikası bağlamında atılan adımları sınırlayabiliyor. Yani cari açık enflasyonla etkin mücadeleyi kısıtlıyor.
Öncelikle sohbetin başından beri bahsettiğim ve kanımca Türk ekonomisinin en önemli kırılganlıklarından birisi olan enflasyonun düşürülmesi gerekiyor. Enflasyonun düşmesi TL cinsi borçlanmaya imkân sağlayarak döviz cinsi borca olan ihtiyacı azaltacaktır. Fiyat istikrarı bir taraftan geleceğe yönelik belirsizlikleri azaltırken bir taraftan da reel faizlerde istikrar sağlayarak tasarrufları artırıcı bir etki yapar. Düşük tasarruf oranlarının altında yatan diğer önemli bir sebep kişi başına düşen milli gelirin düşük olması. Kişi başına düşen milli gelirde yaşanacak artış tasarruf rakamlarına doğrudan yansıyacaktır.
- Borçluluk, özellikle özel sektörün borçları tehlike oluşturur bir boyuta ulaştı mı, Merkez kamu borçlarını çevirebilecek düzeyde mi?
Kamu+Özel kesim dış borç stokuna baktığımızda GSYH’ye oran olarak bu borcun 2014 yılında yüzde 43’lerden 2017’de yüzde 50’nin üzerine çıktığını görüyoruz. Saygın dış kurumların Türkiye’ye ait değerlendirmelerinde de hep bu faktörün öne çıkarıldığına şahit oluyoruz.
© Tüm hakları saklıdır.