Celil Erman
Kitabında Derya Sazak'ın anlattığı ilginç ve anlamlı bir bölüm, 'pdf gazeteciliği' ile ilgili kısımda anlatılanlar.
'Hükümet kendisine yakın gazetecilerle şöyle bir medya düzeni kurmuştu: Ankara'ya ters gelebilecek, Erdoğan'ı kızdıracak haberler önceden partiye ya da danışmanlarına iletiliyor, onlardan 'onay' alınıyordu! Bu uygulama giderek gazete sayfalarının yazı işleri ile Genel Yayın Yönetmeni arasında akışını sağlayan 'pdf'lerin başbakanlığa geçişine uzanmıştı. Gazeteyi henüz basılmadan, okurdan önce hükümet komiseri görüyordu.'
Şimdi, bize bu doğru tabloyu anlatan Sazak, birkaç sayfa sonra bozuk gazeteci - siyasetçi ilişkisinin daniskasını, en şarklısını anlatıyor.
Vaşington'dayken o zamanlar başbakanın müsteşarı olan Efkan Ala bir yemekte yanına oturmuş, bir süre Hasan Cemal'in atılması mevzuu konuşulmuş (tabii Sazak nedense hala istif etmaemiş, bilinmeyen nedenlerle hala o görevde, o ayrı) ve bir ara Ala, 'acaba biz Hasan Bey'in yeniden Milliyet'e dönüşü için ne yapabiliriz?' diye sormuş.
Şimdi, ey okurlar, bir nefes alın ve düşünün.
Siyasi erkin en tepe noktasındaki kişi bir kıdemli yazarı işinden attırmış, patronuna baskı yaparak.
Olan olmuş. Daha doğrusu olmayacak şey olmuş.
Şimdi aynı kişinin sağ kolu, ne yapabiliriz diye soruyor.
Tam bir müsamere.
Ancak Türkiye'de olabilecek türden, şark usulü bir muhabbet.
Şimdi, aklı başında olan bir gazete yöneticisi, tabii aklı başında ise, ne der bu soruya?
Şunu der:
'Bu konuda bırakın soru sormayı, izin hiç konuşmamanız lazım. Bakın başbakanın olmayacak, asla kabul edilmeyecek bir tutumu yüzünden Milliyet ne hale geldi. Hiç bir şey yapmayın, bizi işimizde rahat bırakın yeter.'
Fakat Sazak tabii bunu yapmıyor, diyor ki cevaben:
'Başbakan Erdoğan, Demirören'i ararsa patron Beyefendi'yi kıramaz.'
(!)
Yani kısacası karşımızda siyaset erkinin gazeteciliğe, patrona müdahalesini içselleştirmek bir tarafa, müdahaleleri meşru gören bir basın yöneticisi var!
Bu ilişkilerin dibine kadar girmiş, kendi hayatta kalışını başka herşeyin önüne koymuş olan bir yönetici, sonunda elbette kendisini de kapı önünde bulacaktır.
Ne ilktir bu memlekette, ne de son.
Bu seviyedeki ilişkilerle, bu yarım akıllarla, elbette batar böyle gazetecilik!
Sazak'ın bu kitapla tek bir amacı var. Kendisini mağdur gibi göstermek, kurbanlaştırmak, işlediği zincirleme hataları gözden kaçırmak, ucuz kahramanlığa soyunmak.
Bunu sağlamak için, bazı yazarları da kitaba davet etmiş. Gerçi onlar da Sazak'ı yüceltmeye kalkışmamış, ama öyle olsaydı bile, gazete içinden insanların da tanıklık ettiği gibi, hazırlıksız, bencillikle başlatılan bir yönetici yolculuğu bilinen güzergahta yarıda bitmiş.
Biter, normal.
Sazak'ın anlatımlarının ne kadar çelişkilerle dolu olduğu daha sonra medyaradar'a verdiği mülakatta olanca açıklığıyla ortaya çıkacaktı zaten.
Sazak bu mülakatta hayatının en özgür en sağlam gazeteciğini yaptığını ilan ediyor üstüne basa basa.
Sonra da, Hasan Cemal'i nasıl sansürlemeye kalktığını, yazıda ısrar ettiği için de kovduğunu anlatıyor:
İki haftalık zorunlu aradan sonra Hasan Cemal dönmüş geriye ve yazıyı hazırlamış.
Sazak'ı dinleyelim:
'Yazıyı geçti. Ardından ben evine gittim. Baktım yazının ilk bölümü o kavgaya yol açan ve bizim koymadığımız yazının aynısı! Ben de dedim ki “Bir giriş yap ama burada ısrar etme”, o da " Yok sen bunu bas” dedi. Gerilimi tırmandıracak bir yazıydı bu.'
'Başbakan Erdoğan’a yanıt veriyordu, hatta ikinci bölümde de Demirören sermayesi üzerine bir analiz yapmış. O gazeteyi niye aldın demeye getiren türden bir yazıydı bu. Ben de bunu bugün konuşmanın çok fazla bir anlamı yok dedim. Bakın başka bir zaman olsa, bir konferansta olsa, hatta o yazı o gün değil de bir ay sonra yazılsa hiç sorun olmazdı. Ben krizi aşmışken buna ne gerek vardı? Dolayısıyla “Yaşadığımız bu şoka karşı patron arkamızda durabildiği kadar durdu, onu da bir kez daha hedef göstermek olmaz, şu yazını bir kez daha gözden geçir” dedim ama o “Olmaz, arkadaşlarım bekliyor” dedi. Ve o yazıyı gidip T24’te yayınladı. Tabii benim tepem attı. Hasan Cemal’i işten çıkardım.'
Yani, Sazak, başyazar sayılabilecek bir meslektaşını, kendisinin patron karşısındaki konumunu sarsabilecek bir yazı yazdığından hareketle sansürlemeyi teklif ediyor.
Onun ifade özgürlüğüne en ufak saygısı yok.
Yaşanan kavganın özünden bihaber!
Belki de haberdar ama, şahsi korunma refleksleri ona başka bir şey yaptırıyor.
Tabii bunu Sazak'ın Cemal'i kovduğu varsayımına dayanarak söylüyoruz.
Acaba öyle mi?
Acaba, Sazak'a 'at bu yazarı' diye patron tarafından def'aten söylendi mi, söylenmedi mi?
Bunun cevabını belki de Hasan Cemal biliyordur.
Ona bırakalım, ama şun aşikardır: Madem kriz bu noktaya kadar tırmandı ve bıçak gazeteciliğin kemiğine dayandı, neden Cemal'i atmak yerine kendin de onunla beraber çekilmedin?
Bu soru Sazak'ı hep takip edecek.
Cevabını vermesi de kolay değil. Çünkü Sazak'ın kitapta da, daha sonra verdiği mülakatlarda da bir sözü öbürünü tutmuyor. Bir taraftan Cemal'i kendisinin attığını söylüyor, ardından maalesef Hasan cemal'i kaybettik diyor, sonra patronun Cemal'i attığını anlatıyor. Hangisi belli değil.
Medyaradar mülakatında önce şunu iddia ediyor:
'Valla ben en iyi dönemimi yaşadım. Ne sansür, ne otosansür yaptım. Çok şanslı bir dönemde oturdum o koltukta, ayağıma hep önemli toplar geldi ben de onları gole çevirdim.'
Güzel.
Sonra 'demek gazeteniz özgürdü' sorusuna şu cevabı veriyor:
'Hayır, bazı kırmızı çizgiler vardı elbette ki. Kitapta da var bu. Ormandı, AVM’ydi, ulaştırmaydı, bayındırlık ve çevre gibi Demirören’in hassas olduğu ve ucu onlara dokunan haberleri yapmazdık, çünkü bu haberleri yaptığımızda olay oluyordu.'
'Yapmazdık' diyor!
Yani bir tarafta asla sansür vs olmamış diyor, sonra uyguladığı otosansürün sınırlarını anlatıyor!
Doğrusu, başına gelenleri haketmişsin be kardeşim dedirtiyor, Sazak.
Yazdıklarının hiçbir ikna edici tarafı yok.
Başta yazdığımız gibi, bu kitap, Türkiye'de 'gazetecilik nasıl yapılmaz, gazete nasıl yönetilmez ve yönetilemez' dersi gibi.
Verimsiz bir çaba.
Elbette batar böyle gazetecilik!
Son not: Erdoğan ile Demirören konuşması tapelerinden öyle anlaşılıyor ki Milliyet patronunun 'bana müsaade ver sana bu haberin kaynağını bulayım vereyim' sözü ardından aynı tarihte, yani 1 Mart gecesi Fikret Bila alelacele Başbakan'ı ziyaret ediyor. Bir saatten fazla onunla konuşuyor.
Soru: Bila o konuşmada Namık Durukan'ın haber kaynağının kim olduğunu Başbakan'a söyledi mi, söylemedi mi? Bu sorunun cevabını merakla bekliyoruz, hepimiz.