Gündem

'Dört eski bakanı Yüce Divan'a göndermeyen AKP'liler gevşeklik yapmadı, adalet onu işaret etti'

Etyen Mahçupyan: Komisyonda adalet de siyaset de aynı yönü işaret etti

13 Ocak 2015 15:31

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Başdanışmanı, Akşam yazarı Etyen Mahçupyan, “Meclis Komisyonu’ndaki AKP’li üyeler eğer dosyaları Anayasa Mahkemesi’ne göndermeme kararı verdilerse, bu onların yolsuzluk konusundaki ‘gevşeklikleri’ nedeniyle olmadı. Ayrıca bu kişiler parti tabanındaki hassasiyeti de bilen siyasetçiler olarak, ‘gayrı siyasi’ de davranmadılar” dedi.

AKP’li komisyonun dört eski bakanın Yüce Divan’a sevkine gerek görmemesini “basit bir şey” olarak niteleyen Mahçupyan, “Türkiye’nin sağduyusunu taşıyan ve meşruiyet zeminini oluşturan kitlenin bakışına ve kaygılarına sahip çıktılar. Siyaset zaten bu tavrı gerektiriyordu. Ama bu olayda adalet de o yöne işaret etti. Çünkü önlerindeki dosyaların ‘yolsuzluk’ kelimesinin içine sığmadığını ve arta kalan kısmın sorumluluğundan kaçılamayacağını gördüler”  diye konuştu.

Etyen Mahçupyan’ın Akşam gazetesinin bugünkü (13 Ocak 2015) nüshasında yayımlanan, “Komisyon’un anlam dünyası” başlıklı yazısı şöyle:

 

‘Komisyon’un anlam dünyası’

 

Dört bakanla ilgili Meclis Soruşturma Komisyonu’nun kararı Türkiye siyasetinin durumuna epeyce ‘şeffaflık’ sağladı. Tek bir olayda darbeyi, suiistimalleri, siyaset yargı ilişkisini ve yolsuzluk meselesini bir laboratuvar ortamında yakalamak mümkün. Öncelikle arka plandaki algı gerçeğini bir kez daha hatırlayalım: Toplumun yüzde 70’i yolsuzluk olduğuna inanıyor. Ama yüzde 70’i de darbe olduğuna inanıyor… Bunlar ters yönde siyaset ima eden algılar olsalar da, basit aritmetik Türkiye’nin kabaca yüzde 50’sinin hem yolsuzluk hem de darbe girişimi olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Siyasi kavganın belirleyici olduğu ve bir tarafın salt yolsuzluk, diğer tarafın ise esas olarak darbe şikâyetinde bulunduğu bir ortamda bu yüzde 50’nin çok önemli bir işlevi var: Meşruiyetin temelini bu grup oluşturuyor, çünkü diğerleri yeterince nesnel değil.

Diğer taraftan demokrasi olduğu söylenen bu ülkede bir hukuk sistemi ve onu taşıyan bir yargı mekanizması var. Dolayısıyla bu tür olaylarda yargının hakem olması ve meşruiyet zeminine katkı yapması beklenir. Ne var ki Türkiye’de yargı kuruluş kodları itibarıyla tarafsız olmadığı için bizatihi meşruiyet zaafı taşıyor ve devletin ideolojik gücünün zayıfladığı koşullarda tümüyle araçsallaşıyor. Nitekim son dönemde de Cemaat damgası var… Eğer Cemaat’in hakem olabileceği bir konu yaşıyorsanız, belki hukuka güvenebilirsiniz. Ki bu da epeyce şüpheli çünkü Cemaat’in gelecek için bilgi mühimmatı biriktirme ve geliştirme stratejisi onu hiçbir konuda nötr bırakmıyor. Ancak karşınızdaki meselede taraflardan biri bizzat Cemaat ise, o zaman yargının apaçık bir siyasi aktör olduğunu görmezden gelme lüksünüz kalmıyor. Böylece yukarda zikredilen yüzde 50 daha da önemli hale geliyor… O nedenle Komisyon’un kararının da bu grubun algısı üzerinden okunması gerekiyor.

Hem yolsuzlukların varlığından kuşkulanıyor, hem de hükümete yönelik bir darbe girişimi olduğunu düşünüyorsanız, karşınızda salt hukuki veya siyasi bir mesele olmadığını da görebilirsiniz. Bu ikisi iç içe geçmiş durumda ve kanaat oluştururken iki alanı birbirinden ayırmanız gerekecektir. Öte yandan hayat hiçbir zaman önümüze simetrik ve dengede ikilemler çıkarmaz. Onları biz zihnimizde normatifleştirerek simetriye oturtur ve birer ‘ikilem’ olarak tanımlarız. Bu olayda da yolsuzluklar ile darbe arasında ‘teorik’ bir ahlaki denge kurmak mümkün… Ama yaşananlar, görmeye ve anlamaya niyetli olanlar için açık bir tablo sunuyor: Esas olan, Türkiye siyasetini dizayn etmeyi hedef alan bir darbe girişimidir. Yolsuzluklar olsa da olmasa da, ayrıca hangi düzeyde olursa olsun, söz konusu dizayn çabası çok daha vahim ve kalıcı etkiler üretmeye adaydır.

Dolayısıyla darbeyi yok sayan veya darbenin devamını mümkün kılacak hiçbir tasarruf kamu menfaatinin lehine olamaz. Yolsuzlukları yok sayan veya yolsuzlukların devamını mümkün kılacak olan tasarruflar da tasvip edilemez ama ikisi arasında bir denge bulunmamaktadır. Ayrıca kritik soru herhangi bir yanlış yöne gidildiğinde, hangisinden dönüşün daha kolay ve gerçekçi olduğu… Yani yolsuzlukların yapıldığı bir sistem mi, yoksa darbe sonrasının sistemi mi daha dirençli çıkacak ve muhtemel bir demokratik inşayı engelleyebilecek güçtedir? Buna sadece sağduyu çerçevesinde bakmak bile meseleyi epeyce belirginleştiriyor ve söz konusu hem yolsuzlukların hem de darbenin varlığına inanan yüzde 50’nin elinde de sadece bu sağduyu bulunuyor.

Bu noktadan biraz daha öteye ilerleyebilmek için bu yüzde 50’nin sosyolojik olarak kimlerden oluştuğunu sorgulamak gerek. Son dönem tartışmaları izleyerek ve buna saha izlenimlerini ekleyerek, CHP ve MHP tabanının büyük kısmının darbeye inanmadığını öne sürebiliriz. Gözlemler adı geçen yüzde 50’lik grubun büyük çapta AKP tabanında yer aldığını ima ediyor. Kısacası iktidarın seçmen kitlesinin gözü yolsuzluklara kapalı bir ‘yığın’ olmadığı açık. Ahlaki duyarlılık hem tabanda hem de partide epeyce yoğun…

Dolayısıyla Meclis Komisyonu’ndaki AKP’li üyeler eğer dosyaları Anayasa Mahkemesi’ne göndermeme kararı verdilerse, bu onların yolsuzluk konusundaki ‘gevşeklikleri’ nedeniyle olmadı. Ayrıca bu kişiler parti tabanındaki hassasiyeti de bilen siyasetçiler olarak, ‘gayrı siyasi’ de davranmadılar. Basit bir şey yaptılar… Türkiye’nin sağduyusunu taşıyan ve meşruiyet zeminini oluşturan kitlenin bakışına ve kaygılarına sahip çıktılar. Siyaset zaten bu tavrı gerektiriyordu. Ama bu olayda adalet de o yöne işaret etti. Çünkü önlerindeki dosyaların ‘yolsuzluk’ kelimesinin içine sığmadığını ve arta kalan kısmın sorumluluğundan kaçılamayacağını gördüler.