Özel Dosya

Diyarbakırlılar: Turist gelir, adalet gelmezse olmaz

Çarşıdan çıktığımda, halı satıcısı Fesih’in söylediği çınlıyor kulaklarımda; 'Turist gelir adalet gelmezse olmaz'

30 Mayıs 2013 19:36

Barrin Karakaş
[email protected]

3. Filmamed Belgesel Film Festivali sebebiyle Diyarbakır’daydım bir hafta. Kuzeyinden güneyine doğusundan batısına Kürdistan, Enfal Katliamı’ndan Diyarbakır Cezaevi’ne, yıllarca susturulduğunu filmlerle söylüyor. Söyleyecek…

Diyarbakır’ın her köşesi, film karesi. Oturduğunuz her masadan, konuk olduğunuz her evden, bir kaçak çay içimi uğradığınız dükkanlardan güzide turistik kahvelere şehir, bir hikayeler deryası, akıyor.

Savaş Mahallesi, Dicle Sokak’ta, paslı ‘Ölüm Tehlikesi’  trafosunun üzerinde boncuklu bir kafeste, sapsarı bir bülbül, öyle güzel öterken, bir saat önce izlediğim Aştî (Barış)  filmini düşünüyorum. Iraklı yönetmen Burhan M. Nori’nin kısa belgeselinde bir şahin Aştî. Bahçedeki diğer arkadaşlarıysa birkaç kedi, bir kartal ve bir sürü karayılan. Yılan toplayıcısı Ebdulsitar’ın bahçesinde çocukların boynunda geziniyor yılanlar. Ve bütün hayvanlar, bir bahçede mutlular; şahin yer açıyor yılana, kedi oyun yapıyor, kartal kendi halinde…

 

Havin’in rüyası

Diyarbakır- Batman minibüsünde sabah sabah yaşlıca bir amca, kese kağıdıyla kapladığı şiir kitabını  okuyor.  Meraklanıp sorunca uzatıyor kitabı. “Anlamam ki” diyorum mahçup. “Evet” diyor gururla, “Kürtçedir.” Şiir sever kitabına döndüğünde, Veli Kahraman’ın “Anadilin Nerede?”  filmi başlıyor penceremde. Ankara’nın dumanlı göğünden Mustafa amcanın uykularını rahat bırakmayan bir rüya açılıyor. Doğduğundan beri bir ses çağırıyor rüyada; boğazına takılıp kalmış kaybolan ana dili. İlkokulda Türkçe Kolu Başkanı yapılmış, Kürtçe konuşan arkadaşlarından 25 kuruş para cezası kesmiş, yaşlılık kapısını çalınca rüyasının sırrını çözmeye çalışan Mustafa amca bir sözlük bile bulamıyor kitapçılarda. İtalya’ya gidip üçüncü dilini öğrenecek torununun kamerasıyla Ankara sokaklarında kendi sözlüğünü yapıyor o da. Sonunda karısı resimlerini çiziyor, kocası hatırladığı kadarıyla canlandırıyor dilini kelime kelime, resim resim kameraya kaydediyor. Bir yanda bu naif çiftin birbirleriyle dayanışması, aralarındaki o güzide aşk, bir yanda Mustafa amcanın rüyasının ışığı...

Kozluk’ta bir ağaç altında pikniğe oturduğumuz küçük Havin’e “Bir iki kelime Kürtçe öğretsene” dediğimde gülüyor, yukarı çekiyor omuzlarını: “Olmaz…”  ‘TOKİ’ye taşınalı, okula başlayalı böyle” diyor teyzesi. Sanki yeminli Havin, bıçak açmıyor ana dilini. Düşünüyorum da, büyür de bir film yaparsa, Mustafa Amca’nın rüyasına mı benzeyecek Havin’in de filmi?

 

Toprağım cennetimdir

Batman-Kozluk minibüsünde koruma görevlisi olarak çalıştığı Bebek, Ortaköy, Tarabya sahillerini anlatıyor gencecik bir yolcu. Sonra işi neden bıraktığını; “Bir odada 20 kişi kalıyorduk. Ben alışık değilim. Bizi ne sanıyorlarsa? Bir de üzerine ayrımcılık. Sağım solum yoktu benim, o ayrımcılığı gördüm, solcu oldum. ” diyor.  1980’de savaşın topraklarından ettiği, daha önce hiç deniz görmemiş midyecilerin büyük şehirlerde nasıl arada kaldıklarını anlatan Resul Dündar’ın ‘Sarı Mendil, Mavi Deniz’ filmini anlatıyorum ben de. 90’larda Şırnak’taki köyleri boşaltılan ve Adana’da  kanalizasyonun da boşaltıldığı bir su kanalının yanında kimi zaman susuz, kimi zaman elektriksiz yaşamaya çalışan  “Toprağımız cennetimizdir” diyen sürgün işçilerin belgeseli Mahmut Sercan ve Sercan Yürek’in filmleri ‘Yersiz Yurtsuz’u anlatıyorum. 37 yaşında hasta kocasının yerine de çalışan bir başka göç mağduru Şerife’nin beton şehirlerdeki tandır ekmeklerini anlatıyorum Mirze Mehmet Çelik’in ‘Ekmek’ filminden.

 

Ne çok değişmiş…

Şehrin bedeni surların üzerinden, kuşbazların, esrarlı Qırıx’ların serin ve isli mağaralarına dala çıka çıktığım Hevsel Bahçesi’nde, 25 yıl sonra, özgürlüğü için savaştığı topraklarına dönmüş, cezaevinden yeni çıkmış bir solgun bakış, “Ne çok değişmiş” diyor. Susuyor. Güneş keskin…  

Az ötede torunlarını beklerken uyuyup kalmış ninesini öperek; “Anneannemin ruhu güzelleşmiş” diyor Asmin.

Çocukları böyle şiirleyen, ninelerin ruhlarını güzelleştiren Dicle Nehri ve çevresinin sırtında yükselen Kırklar Dağı’nın tepesinde yarım yamalak üç koca bina, hain hain sırıtıyor. Barış elbet, Diyarbakır’ı da değiştirecek. Kentsel dönüşümün gölgesinde Suriçi, Fatihpaşa Mahallesi’nde, sırtlarındaki pembe duvarda Justin Bieber yazısı, üç kız çocuğundan dinlediklerim de bunu söylüyor.

Gazozları alıp daldığımız arka sokaklarda kimi evler yıkılmış, kimileri yıkılmayı bekliyor. “İnsan doğduğu yerde mutludur. Toki’ye git derlerse hayatta gitmem, orada herkes kendi evinde kalıyormuş.” diyor Mercan. Sonra, üniversitede fizik okumuş imam dedesinin söylediklerini naklediyor Zeynep; “Binalar yükseldikçe kıyamet yaklaşırmış. Tek bir Müslüman kalmazmış. Yani gerçekten inanan kalmazmış, rol yapacaklarmış. ” Bu boğuntunun arasında nasıl nefes alınacağına dair Emin Külekçi’nin filmi ‘Nefes Olmayınca’yı anlatıyorum çocuklara. Gerze halkının topraklarına kondurulacak termik santrale karşı verilen mücadeleyi. Yatağan’da olup bitenleri. Suriçi’nde surların eteklerinde çocukluğun serinliği, Çetin Baskın ve Metin Akdemir’in “Küpeli” havuzunu anlattıkları filmlerini anlatıyorum. Bu sırada binlerce çeşit bitkinin yeşerdiği, çizgili sırtlan gibi türü tükenen hayvanların dağı Cudi’nin eteklerinde yüzü aşkın şantiye çalışıyor, sebebini bilen yok. Gerillanın çekildiği dağlarda, bir termik santral hazırlığı…

 

Turist gelir adalet gelmezse olmaz

Ulu Camii’nin yanından kıvrılıp girdiğim çarşıda çaya davet eden her esnaf barış sürecinden umutlu. 36 yaşında, bir zamanlar siyah puşi bile satamayıp şimdi sarı, kırmızı, yeşil renkli kına gecesi setlerinden küçük gerilla kıyafetlerine dükkanında pek çok ‘yasak’ sergileyen Mehmet’in dediği gibi ‘Zaten Doğu, Güneydoğu’da umutsuz bir insan yoktur. Herkes bir umutla yaşar.” Barış sürecinden beri sihirli değnek değmiş gibi turist sayısının arttığını anlatıyor esnaf. Ve nedense kurulmuş gibi “İki tarafta da şehit yok” diyorlar, “Müslüman Müslüman’ı öldürürse şehitlik olmaz.” Bir amcasının oğlu Bakırköy’de Cumhuriyet Savcısı, diğeri 36 yıl müebbetle cezalandırılmış gerilla olan Mehmet; “Geçen sene eşimle oyumuzu AKP’ye verelim diye karar verdik ama sandığa gidince elimiz gitmedi. BDP varken başka bir partiye gitmez” diyor. “Peki bu sene?” sorumun cevabı; “Bu sene de değişmez.” Çarşıda dikkat çekecek bir ortak söylem de AKP’ye sempati duyanlardan Yurtseverler’e “Bu kez de işler değişmezse, kandırılırsa Kürtler, ortalığın hiç olmadığı kadar karışacaktır. ‘

Çarşıdan çıktığımda, halı satıcısı Fesih’in söylediği çınlıyor kulaklarımda; “Turist gelir adalet gelmezse olmaz.” Çok şükür ki festivale seçilen Zeynel Koç ve Cenk Örtülü’nün  ‘İşkenceyi Gördük’ filminden, FilmMor’un ‘Kadın Dengbej’lerine, Mirza Aydın’ın  ‘Askersiz Bölge Vicdan’ından Erhan Çam’ın ‘Kent Sürgünleri’ne, Anıl Çizmecioğlu’nun ‘Eğitim Zayiatı’ndan Pîran Baydemîr’in ‘Fecîra’sına adalet arayışının ateşi sönmüyor, kolay kolay söndürülemiyor bu topraklarda. Ali Taner Baran’ın ‘Gökkuşağının Altında Doğdum/Hebun” filminde ailesi tarafından kalorifere zincirlense de seçtiği yolu savunan Diyarbakır Kürt LGBT hareketi aktivistinden, Ersin Çelik’in filmi “Gerçekleri Yazdım-Lice Defteri” filminde 83 yaşına kadar gördüklerini, hakikatleri defterine yazmış 83 yaşındaki Ahmet Tektaş’a, bu böyle.

 

Annelerin, babaların, dedelerin, ninelerin hikayesi

Diyarbakır’da insanların can sıkıntısı melodileri bile bir ayrı. Mesela Dağkapı, Hasanpaşa Hanı’nda, ateşte ağır ağır pişmiş kahvesi eşliğinde nargile fokurdatan genç adamın tutturduğu ritim; “Jin Jiyan Azadi” (Kadın, Yaşam, Özgürlük)

Aynı kahvede, KCK davasından yeni tahliye edilmiş genç bir arkadaşım, “Ortadoğu’nun her yerinde gökyüzünü özgürce seyredecek damlar bulmak dileğiyle.”  bir kitap hediye ediyor bana: “Mahbod Seraji / Tahran’ın Damları”. Cezaevinde 120 sayfa yazdığı romanına el koyulduğunu anlatıyor sonra. Bu acıyı, ancak yazan anlar. Acısının üzerine yeni bir roman yazacağını söylüyor, annesinin hikayesini.  Bir başka arkadaşım büyük bir aşiretin üç kolundan biri babasının hikayesini film yapabileceğini anlatıyor. Bir diğeri İzmirli annesinin her türlü işkenceye rağmen devam ettiği direnişini belgesel yapmak istediğini söylüyor. Misafir olduğum bir evde dağa gidip dönememiş oğlunun ismini taşıyan torununu bu isimle çağıramadığını anlatıyor bir anne. Mizgin Arslan’ın “Ben Uçtum Sen Kaldın” filminde mezarını dahi nerede olduğunu bilmedikleri oğullarının duvardaki resmine bir poşet geçirmiş babası, bakamıyor.  Ercan Orhan’ın ‘Asê’ filminde Nusaybin’de çatışmada öldürülen oğlunun mezarını arıyor Asê. Mezarları yıkmışlar. Ölümü bile çalıyorlar… Aynı gün Diyarbakır İHD toplu mezarlara dair düzenlediği toplantıda açıklıyor; “2011 yılında hazırlanan Toplu Mezar Raporu’nda Türkiye genelinde 253 mezarda 3248 kişiye ait cenazelerin olduğu tespit edilmiştir.”

Ermeniler, Süryaniler, Kürtler… Çok ölü var bu topraklarda sahipsiz bırakılmış.  Bu sebeple de işte,  Paris’te öldürülen Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Şaylemez ve bütün kadınlara ithaf edilen festival bu kadar önemli. Diyarbakır’da Aram Tigran ve Cegerxwîn Kültür Merkezi’nde verilen Kürtçe sinema eğitimini ve her yıl 100 öğrencinin mezun olduğunu da düşünürsek, daha binlerce film var çekilecek, nice hakikatler söylenecek.

 

Bunlar hangi dağa çıkıyorlar?

Dönüş yolunda uçakta, sohbet ettiğim dükkanlardan birinde “Festivale geldim. Biraz da kendi filmimi çekeyim diye dolaşıyorum” dediğimde, “Doğu’nun filmi bellidir, siz Batı’yı çekin. Biz burada 30 sene savaş çekmişiz ve savaşı kimse istemez.” sözünü düşünüyorum Fesih’in. Barış sebebiyle tur tur Doğu’ya akan Batı’nın filmini düşünüyorum. Doğu’dan dönenlerin çoğunun diline pelesenk “Misafirperver insanlar” tespitini. Nelere rağmen bunca misafirperver olduklarını görmeye gelince peki, neden kapanıyor gözler? Nasıl hassaslaşıyor vatandaş?  Öyle görünüyor ki, doğu biliyor dostlar, batı anlamaya baksın. Baksın ki, uçakta yanımda oturan, Diyarbakır’a  bir kadın toplantısı için gelmiş hanımdan duyduğum gibi cümleler azalsın. Ne diyordu kendisi; “Diyarbakır’a gittim dağ arıyorum, göremedim. Bunlar hangi dağa çıkıyorlar?”