Özlem Albayrak
(Yenişafaka, 28 Eylül 2012)
Daha çok ağlayacaksınız!
Doğan medyasındaki Balyoz ağıtları, feryatları, ahlanmaları dinmek bilmiyor. Öylesine şirazesinden çıkmış bir ruh hali ki, ortalama bir yazıdan/konuşmadan beklenmesi gereken tutarlılık, mantık örgüsü, rasyonalite yahut gerçeklik hissinden eser yok.
Yazılara baktığınızda, söz konusu suçun darbe planlamak değil, bir dilim baklava çalmak olduğunu zannedebilirsiniz. Kaldı ki, o çocukları bile böyle bir gözü karalıkla savunan çıkmamıştı.
İnsan ister istemez Simmell'i hatırlıyor: 'İnsanı pek de farkında olmadıkları irrasyonel güçler yönetir. Daha çok duygularına göre eylemde bulunan insanlar, bu eylemlerini sonradan rasyonelleştirme yolunu seçerler'. Hayır, bunlarda o ikinci bölüm de yok. Yani, eylediklerini/söylediklerini rasyonalize etme kaygısı filan da hissetmiyor, en azından öyle bir 'görüntü verme'ye ihtiyaç duymuyorlar.
Kimisi, 'Orduyu içeri tıktınız, şimdi PKK'yla kim savaşacak' diye hakikaten gülünesi bir savunmacılığa giriyor, bir diğeri 'seminere katılmayanlar neden ceza aldı' şeklindeki cümlelerle komik oluyor; öteki mahkum yakınlarının gözyaşlarının 'midesine oturduğunu' söyleyerek ortak merhamete oynuyor.
Ekrandan esip gürleyen bazıları, 'Nasıl Tayyip Erdoğan'ı bir şiir nedeniyle mahkum eden mahkeme konjonktürel karar aldıysa, Balyoz mahkemesi de konjonktürel karar almıştır' diyebiliyor.
Şiir okumakla darbe planı yapmayı eşitleyebilen bu zihniyete; 'Madem Tayyip Erdoğan'ın konjonktürel bir kararla hapse gönderildiğini düşünüyordunuz, O cezaevine giderken neden itiraz etmek yerine ellerinizi ovuşturup bıyıkaltı güldünüz' sorusu sorulabilir, ama anlarlar mı, sanmam...
Utanmazca sergilenen bu oyun, Oda TV davasında da, Ergenekon'da da oynandı.. Aynı isimler, aynı değersizleştirme taktiklerini uyguladılar. 28 Şubat'ta, 27 Nisan Muhtırası'nda asker önünde hazırola geçenler de, bugün Balyoz nedeniyle ağlaşanlardı.
Bu insanlar, şartlar uygun olduğunda darbe yapılması gerektiğine inanan ve üstelik de kendilerine aydın, entelektüel diyebilen tipler. Şu anda Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanlığı'nı yapıyor olmasını en büyük darbe gerekçesi sayıyorlar. Cumhuriyet Mitingleri de bu nedenle düzenlendi, kapatma davası da bu nedenle açıldı.
Kendilerini, bu milletin üstünde, bir tür efendi, patronaj filan olarak görüyor ve bizim de öyle görmemizi -eskiden dayatırlardı- bekliyorlar. Bunların toplumun geri kalanıyla olan ilişkisi öteden bu yana eşitsizdir. Bu eşitsizliğin, şimdiye dek olduğu gibi bundan sonra da, kendileri lehine refah, iktidar ve statü farklılığına dayanması gerektiğine inanıyorlar.
Bu ülkeyi, bu ülkede olan bitenleri kendilerinin sevk ve idare edeceğine, kararları kendilerinin alacağına, toplumu aydınlatma gibi bir hakları olduğuna yönelik şeffaf, verili bir kural olduğunu zannediyor ve bu kural üzerinden kendilerine meşruiyet temin ediyorlar. Tam da Türkan Saylan'ın sözünde somutlaştırdığı gibi: 'Bu ülkede bizim istemediğimiz hiçbir şey olamaz'...
Olduğunda deliriyorlar.
Oysa 1930'larda yaşamıyoruz artık; Pareto'nun sözünü ettiği seçkinlerin yer değiştirmesi teorisi bile artık çok eskide kaldı. Siyasi seçkinler ve medya seçkinleri artık düşüşte... Dünyayı, hem kendi ülkesini bilen hem de dünyaya uyum sağlayabilen başka tür seçkinler yönetiyor artık. Bu eski Demirperde ülkelerinde de böyle, Güney Asya'da, Güney Amerika'da da...
Bazı komutanlar ekrana çıkıp konuştuğunda fikirlerini nasıl demode buluyorsak, CHP'lilerin bazı çıkışları bizleri nasıl güldürüyorsa, güya gazeteci olan bu arkadaşların da fikirleri o derece demode ve bu fikirlerle, AK Parti olmasa da hızla ilerleyen dünyanın gerisine düşmeleri mukadderdi.
Bu düşüş, geri dönülemez biçimde daha da sürecek AK Parti olsun ya da olmasın...
Ağlamak boşuna yani.
Geçmişler olsun...