08 Ocak 2018 13:44
Olağanüstü hâl (OHAL) kapsamında çıkarılan 695 ve 696 sayılı kanun hükmünde kararnamelere (KHK) tepki gösteren ve OHAL'in kaldırılması gerektiğini savunarak 21 Aralık’ta “OHAL’siz Türkiye” kampanyasını başlatan Demokrasi İçin Birlik'de Koordinasyon Kurulu Üyesi, araştırmacı yazar Kadir Akın, MHP'nin seküler kesimini bünyesi altına alması CHP tabanını etkilediğini belirterek, "Dolayısıyla İyi Parti ile aynı alana hitap ediyor olmasının gerilimi görülüyor CHP’de. Bütün bunları bilerek asgari müştereklerde hayır cephesinin büyütülmesi gerekiyor. Ayrılık noktalarına değil, birleşme noktalarına vurgu yapmak bunun temel şartlarından biri" diye konuştu.
Evrensel'den Serpil İlgün'ün sorularını yanıtlayan Kadir Akın'ın açıklamaları şöyle:
24 Aralık’ta çıkarılan 695 ve 696 sayılı KHK’lar ve OHAL tartışmasına şu hususla başlayalım: AKP’nin Meclis’te çoğunluğu var, dolayısıyla istediği yasayı MHP’nin de desteği ile çok rahat geçirebilir. Durum böyleyken neden KHK’lar tercih ediliyor?
Meclisi tercih etmemesinin temel nedeni, önümüzdeki süreçte adım adım gerçekleştirdiği rejim değişikliğinin varacağı nokta. Çünkü Mecliste görüşülmeye başlanan uyum yasalarıyla birlikte parlamentonun daha da işlevsizleştirileceğini, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin alınması durumunda da tek adam rejiminin resmen de hayata geçeceğini düşünürsek, zaten ileride varmak istediği noktayı bugünden realize ediyor Erdoğan.
KHK, OHAL ilanı nedeniyle anayasal bir düzenleme. Ancak Anayasanın 121. maddesine göre KHK’ler, “Olağanüstü hal süresince ve olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarabilir!” Fakat buna da uyulmuyor. Son KHK de Gemlik’in taşınması gibi düzenlemelerin de yer aldığını anımsatarak bu vesileyle soralım; Gemlik’in taşınmasının KHK ile ne ilgisi var?
Bunun dışında daha temel birkaç konu var. Mesela taşerona kadro meselesi çok rahatlıkla Mecliste çıkarılabilecekken bu konu da KHK ile tek kişinin hemen her şeyi belirleyen yöntemiyle düzenlenmek isteniyor. Yazılanlara bakılırsa, uyum yasalarına eklenecek bir düzenlemeyle OHAL ve KHK’lerin sürekliliği sağlanacak. Böylelikle OHAL’in yarı öbür gün kaldırılması durumunda ortaya çıkacak komplikasyonları da engellemek istiyorlar.
Anayasa’ya göre KHK’lerin Resmi Gazetede yayınlandığı gün Mecliste görüşülmesi gerekiyor ancak İktidar bunu da yapmıyor. Nitekim, bugüne kadar yayınlanan 30 KHK’nin sadece 5’inde bu gerçekleşmiş. OHAL’in güvenlik, ülkenin bekası gerekçesiyle normalleştirilmesi çabaları gibi, bu da mı olağanlaştırılıyor, ne dersiniz?
Evet. Devletin güvenliği hemen her siyasi gericiğin kullandığı bir kılıftır. Bununla ilgili her türlü tasarrufta bulunulabilir. Bugün Türkiye’de olan da budur.
“OHAL devlete karşı ilan edildi, halkın nazarında OHAL meşru” ifadeleri, son KHK’lere, dolayısıyla OHAL uygulamasına gelen eleştirilere yanıt veren Erdoğan ve AKP yöneticilerince bir kez daha vurgulandı. Meşruluk, halkın şikayeti yok, OHAL devlete karşı ilan edildi argümanlarına sizin değerlendirmeniz ne?
AKP’nin en iyi becerdiği işlerden biri de algılarla iyi oynamak. Su içer gibi yalanı çok rahat söylüyorlar. Aslında nüfusun büyük bölümünü son derece yakından ilgilendiren OHAL ve onun ortaya çıkardığı problemlerin kamuoyunda bir tepki, rahatsızlık yarattığını görmez değiller. Ama bu kutuplaşma içinde İktidar için Türkiye’nin yarısı zaten hesaba katılmadığından onlar için bu önemli değil.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Bundan sonra sadece terörle mücadeleye ilişkin KHK’ler çıkacağını” söyledi. Sınırlandırılıyor olması, toplumdaki rahatsızlığın artmasının görülmesinin bir sonucu mu, yoksa tepkileri soğurtma taktiği mi?
Belirttiğim gibi, uyum yasalarıyla birlikte OHAL’i artık sıradanlaştıracaklarını düşünürsek, bu bir oyalama ya da kimi tepkilerin nötralize edilmesi olabilir.
Sivillere cezasızlık getiren KHK düzenlemesinin iç savaşı kışkırttığı tartışılırken, Meral Akşener’in Konya ve Tokat’ta silahlı eğitim kampları olduğu iddiası ve HÖH örgütlenmesine ilişkin yeni haberler geldi. Yine, Ötüken Birliği Partisi adlı bir ırkçı parti siyasi partiler arasına eklendi. Sivillerin cezadan muaf tutulması ile kamplar, HÖH gibi paramiliter oluşumların eş zamanlı gündeme gelmesini nasıl okursunuz?
Türkiye’deki son iki-üç yılına baktığımızda Almanya’nın 1933-34’lü yıllarına ya da Mussoloni İtalya’sına ya da Portekiz’de Salazar’ın iktidara geliş dönemine benzeyen o kadar çok olayla yüz yüze geldik ki. Tabi her şey tarihte yaşanmış klasik faşizm yöntemleriyle gerçekleşmek zorunda değil. Ama bu kadar benzerlik bu tehlikenin ne kadar büyük bir tehlike olduğunu bize gösteriyor. Aslında devlet aklında, devletin korunması adına sivillere güvence verilmesi, paramiliter yapıların oluşturulması yeni bir şey değil. Osmanlı döneminde ve sonrasında kurulan cumhuriyet tarihi boyunca benzerlerini görüyoruz. Üstelik bu olaylarda şaşırtmaca da görüyoruz. 6-7 Eylül olaylarından sonra içinde Aziz Nesin’in de olduğu sosyalistleri yargıladılar. Yine 1 Mayıs 77 de bir kontrgerilla hareketiydi ve o davada da sendika başkanları, sosyalist örgütlerin temsilcileri yargılandı. Dolayısıyla bugünkü sivillerin cezadan muaf tutulması düzenlemesini hafife alamayız. Bu çok açıktan 15 Temmuz’da harp okulunda okuyan ya da komutanın direktifleri doğrultusunda hareket eden kimi erlerin linç edilmesi, boğazlarının kesilmesi davalarında yer alan insanları aklayan, önümüzdeki süreçlerde de bu işleri yapacak olanlara güvence veren bir düzenleme.
Bu oluşumlar, seçimlerin kazanılmasının her yolla güvence altına alınmasını da içerir mi?
İçerir. Onun daha da ötesine gider. Siyaset bilimci Prof. Ayşen Candaş, geçtiğimiz hafta yazdığı bir makalesinde yaşadığımız tablo için, “12 Eylül’e değil, 1930’lara, 40’lara değil, Tanzimat öncesine gidiyoruz” uyarısı vardı. Bunu dikkate almak lazım.
Geçtiğimiz hafta konuştuğumuz konu içinde değerlendirilebilecek başka gelişmeler de oldu. Örneğin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, polise uyuşturucu satıcılarının bacaklarını kırma talimatı verdi. İbrahim Kalın, bunun hukuk içinde bir talimat olduğunu savundu. “Terörle mücadele” için de benzer ifadeler kullanan bir İçişleri Bakanı’nın kolluk güçlerini yasaları, hukuku çiğnemeye davet etmesinin anlamıyla ilgili ne söylersiniz?
Bu aslında fiilen hayatta olanın tercüme edilmiş hali. İçişleri Bakanının bugün hiçbir uygar ülkede asla ve asla kabul edilmeyecek bu ifadeleri neticesinde, sadece emniyet mensupları değil, cezasızlık güvencesi verilen siviller de devleti korumak adına harekete geçmeyi, karşısındakinin ayağını bacağını kırmayı rahatlıkla düşünebilirler. Sivillere ceza muafiyetindeki tarih belirsizliğinin giderilmesi yönündeki taleplerin reddedilmesi de bunu daha da kolaylaştırıyor. Altını yeniden çizelim, AKP iktidarı planladıkları ne varsa onun arkasında sıkı biçimde durmayı ve asla geri adım atmamayı düşünüyor. Çünkü bunu bir taviz, bir zayıflık olarak görüyorlar. Bir kararlılık, bir irade ortaya koymak onlar için önemli.
İktidar bloğu arasında Soylu’nun açıklamalarının savunulmasında ya da sivillere cezasızlık konusunda İktidar içinde kimi ayrı düşmeler, (sonra sessizliğe bürünseler de) tarih konmasına hak verenler, o kararlılık ve ne olursa olsun arkasında durma konusunda sıkıntılar olduğunu gösterir mi?
Aslında önemli ölçüde ayaklarını bastıkları toprak kayıyor. Orada bir rahatsızlığın olduğu kesin. Bu görülüyor. Abdullah Gül’ün çıkışında da görülüyor, istifa etmeye zorladığı belediye başkanlarının ayak diremesinde de görülüyor. Ama kendi alanının daralmasıyla birlikte bu muhalefet ve demokrasi güçlerine bir şiddet olarak yansıyacaktır.
OHAL’in kaldırılması DİB’in hep temel gündemleri arasındaydı, yakın zamanda da “uzatma” başlıklı bir çalışma yürütmüştünüz. Geçtiğimiz günlerde başlattığınız “OHAL’siz Türkiye” kampanyasını, DİSK, KESK TMMOB’un, Hak ve Adalet Paltformu’nun da yürüttüğü OHAL çalışmalarıyla birleştirme, böylece OHAL’in kaldırılması talebinin güçlendirilmesi söz konusu olur mu?
Bu önümüzdeki süreçte istenen ve beklenen bir şey. Öyle sanıyorum ki hemen herkes önümüzdeki süreçte bu parçalı halin yarattığı komplikasyonun farkında ve bunu gidermeye dönük bir ortaklık yaratma konusunda yeni bir zemin yaratma arayışı içinde olacak. Bu konuda DİB bir imkan sunuyor. Yani şu ana kadar kapsadığı güçlerle yetinen ya da kendisini bununla sınırlayan bir oluşum değil. Farklı çevrelerle yan yana gelmek ve ortak talepler etrafında demokrasi hareketini büyütmek kendi kuruluşunun gereği. Ben bunun önümüzdeki günlerde gerçekleşeceğini düşünüyorum.
DİB bunu aşağıda, yerellerde kurmanın önemine de dikkat çekiyor. Bunun için önümüzdeki günlerde nasıl çalışmalar yapacaksınız?
Yurttaş girişimi, bir aradayız yan yanayız, DİB, Hak ve Adalet, Barış Bloğu… tüm bu kümelerin birbiriyle ilişkisi zaten var, şunu görüyorum ki tüm bu kümelerin içinde bu parçalı halimizle bu tehlike karşısında güçlü bir barikat olamayız duygusu egemen olmaya başladı. Ben bu duygunun büyümesine güveniyorum.
Barış ve demokrasi isteyen muhalefetin ortak beklentisi ve talebi, demokrasi cephesinin yaratılması. DİB’in de temel uğraşısı bu yönde. Ancak bu ortaya çıkarılmış değil. Neden?
Demokrasi cephesinin yaratılmamasının temel nedenlerinden biri, tehlike konusunda farklı tanımlamalar ve algıların olmasıydı. Özellikle sola ilişkin söyleyelim, bunun ideolojik bir yanı vardı, çünkü devletin biçiminin değişiyor olması sizin ittifak güçlerinizi de, hitap alanınızın kimleri kapsayacağını da etkileyecektir. Çünkü devletin faşist bir karaktere doğru ilerlediğini söylüyorsanız, faşizme karşı, bundan etkilenecek ve rahatsızlık duyabilecek en geniş kesimle bir ilişki kuruyorsunuz, yeni bir ilişkilenme biçimi geliştiriyorsunuz demektir. Buna sermayenin bir kesimi de dahildir. Dolayısıyla bu konuda solun “devlet zaten faşistti” yaklaşımı bir tutuculuk yarattı uzun bir süre. Birinci yan bu. İkincisi, burada iki büyük güç var. En geniş kesimden söz ediyorsak bunu CHP’siz ele alamayız. Sosyal demokrasinin faşizm tehlikesine karşı bir ittifak gücü olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Yine tabii ki HDP bu işin temel öznelerinden bir tanesidir. Fakat burada ince ve iyi taktikler geliştirmek gerekiyor. Örneğin Kürdistanileşmiş bir HDP’nin CHP ile yan yana gelmesi ve CHP’yi sola çekmesi pek olanaklı görünmüyor. Dolayısıyla burada başta HDP olmak üzere bütün sol ve sosyalistlerin, demokratların bu tabloyu görerek buna uygun taktikler geliştirilmesi, kendi bulundukları noktadan birkaç adım geriye çekilerek ortak, basit bir program etrafında en geniş kesimin yan yana gelmesini sağlaması gerekir diye düşünüyorum. Hayır cephesi bunun nasıl olabileceğini gösterdi, çerçeve odur. Ama tabii bununla da yetinemeyiz, onu daha da büyütmemiz gerekiyor. Büyütmemiz gereken yer AKP’nin de tabanıdır. Bunun için “Tek adam diktatörlüğü istemiyoruz”, “parlamenter demokrasinin ilga edilmesini istemiyoruz”, “KHK’larla yönetilmek istemiyoruz”, “OHAL’in sonlandırılmasını ve toplumsal muhalefete, hak arayanlara dönük her türlü baskının ortadan kaldırılmasını istiyoruz” şeklindeki temel talepler o yüzde 50’yi büyütmek bakımından yeterlidir.
CHP’ye vurgu yaptınız ancak aldığı kimi milliyetçi pozisyonlar, söylemle eylem arasındaki makas ve HDP’yle yan yana görünmeme çabası CHP’nin demokrasi cephesinin temel güçlerinden biri olma konusundaki iddiasının sorgulanmasına yol açıyor.
CHP bunu yapamaz. Şundan yapamaz, CHP bir devlet partisi, devletçi bir parti. Ancak bir tarafından baktığınızda da halkçı bir partidir, sosyal demokrat ögeleri görürsünüz. Yine bir taraftan milliyetçiliğini görürsünüz ama bir taraftan da faşist diktatörlük konusunda CHP’nin buna evet demeyecek geniş bir tabanı olduğunu görürsünüz. Esasen bu tabanla ilişki kurabilmek gerekiyor. Burada da sol ve sosyalistlerin CHP ile kurulan ilişkide örneğin adalet yürüyüşünde temel bir hata yaptıklarını düşünüyorum. Çünkü CHP ile bu partilerin ilişki kurması, CHP’nin sol ve sosyalist kesimi bir “tür cepte görme” anlayışının doğmasına neden oluyor. CHP dışındaki sol ve sosyalist örgütlerin CHP dışında bir güç merkezi yaratmaları ve o merkez vasıtasıyla CHP ile ilişki kurmaları gerekiyor.
CHP gerek yürüyüş boyunca, gerekse Maltepe mitinginde okunan deklarasyonda demokrasi cephesini birleştirme, muhalefeti yükseltme, daha sol bir hat izleme konusunda iddialı sözler etmişti. Ancak bu gerçekleşmedi ve bunun gerçekleşmemesi CHP tabanı içinde de rahatsızlık, umutsuzluk yarattı.
Evet. Adalet Yürüyüşünden sonra yapılan Adalet Kurultayı aynı zemin üzerinde sürmedi örneğin. Çanakkale’nin seçilmesi, HDP’nin baştan ekarte ediliyor olması ve kimi sol sosyalist çevrelerine de kurultayda kendilerini ifade etme kapılarının kapatılması adalet yürüyüşü sırasındaki o geniş hitabı hızla geriye çekti. Diğer yandan tüm bu baskı, yasaklara karşın toplumda, işçi emekçiler arasında bir direnme gücü ve enerjisinin olduğunu da görüyoruz. Toplumun içinde mayalanan bir direnme duygusunun da olduğu kesin. Bunun açığa çıkartılması gerekiyor.
Direnme duygusunun açığa çıkartılmasında DİB’in nasıl bir rolü var?
DİB bunun açığa çıkartılmasında önemli ama yeterli değil. Bunun çok daha geniş bir kesim tarafından birbiriyle senkronize ve bir gücün açığa çıkarılması gerekiyor. Bunu yaratmada HDP’ye önemli görevler düştüğü kanısındayım. Böyle bir cephenin yaratılmasında HDP’nin batıya dönük bir profil vermesi, ciddi bir faktör olabilir. Örneğin Selahattin Demirtaş aday olmadığını açıkladı ancak başkanlığı sürdürmesinin buna olumlu katkı yaratacağını düşünenlerdenim.
Erdoğan ve AKP cephesinin, hatta Bahçeli’nin Abdullah Gül’un sivillere cezasızlık düzenlemesindeki muğlaklık konusundaki küçük eleştirisine verdikleri öfkeli, itibarsızlaştırıcı sözlerin sizdeki okuması nasıl? Konuyu KHK’lerden uzaklaştırıp, bir tür gündem değiştirme mi, yoksa Erdoğan’ın muhalefetin kimden gelirse gelsin bağışlamayacağının yeni bir ilanı mı?
Siyasal iktidarın attığı her adımın mutlaka bir hesabı kitabı var. Geriye dönüp 15 Temmuz’dan beri devam eden siyasal sürece baktığımızda OHAL’in ilanı, çıkan KHK’lar, onun ötesinde toplumsal muhalefete dönük baskılar, milletvekillerinin, gazetecilerin, akademisyenlerin tutuklanması… tüm bunların belli bir plan dahilinde hayata geçirildiği kanısındayım. OHAL’in, milletvekilliği, yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin siyasal iktidar tarafından garantiye alınabilecek döneme ve zamana kadar uzatılacağı kanaatindeyim. Bu çerçevede de muhtemel siyasal rakiplerini geriletecek, itibarsızlaştıracak her türlü hamleyi de beklemek lazım tabii ki.
Burada şu saptamanın altını çizmekte fayda var; devlet biçim değiştirerek faşist bir karaktere doğru ilerliyor. Bu, siyasi iktidarın partisinin de farklı bir karaktere bürüneceği anlamına gelir. Ve geldi de. İl başkanlarının, arkasından aralarında İstanbul Ankara, Bursa gibi önemli ve aslında küçümsenmeyecek figürler olan büyük şehir belediye başkanlarının istifaya zorlanmaları parti içine de verilmiş bir mesajdı. Partide liderlerinin iki dudağından çıkacak söze bakan, reis dışında hiç kimsenin hareket alanı olamayacak bir tarzda yukarıdan aşağıya yeniden dizayn ediliyor. Dolayısıyla bu, yola birlikte çıktığı, uzunca bir süre birlikte de yönettiği Abdullah Gül’e kadar uzanabilir.
Dolayısıyla kendi partisini de içeren çok yönlü bir dizayn operasyonundan, her taraftan kıskaca alma operasyonundan söz ediyoruz...
Tabii, muhalefeti tümüyle sindirmek ve önümüzdeki süreçte geleceği garantiye almak için bu adımları atmak zorunda. Bu yola uzun bir süre önce girdi ve bu yolda artık duramaz. Bu CHP’ye de dönecekti zaten. HDP’li belediye başkanlarının alınmaları, milletvekillerinin tutuklanmasıyla bu kapı aralanmıştı. CHP’nin olur verdiği bu durumun kendisine dönmesini yadırgamamak gerekiyor. Önümüzdeki süreçte buna yenilerinin ekleneceği havuz medyası açıklıkla söylüyor.
CHP, sonuncusu Beşiktaş’ta yaşanan belediyelerine yönelik operasyonun siyasi bir operasyon olduğunu söylüyor. Ancak diğer yandan buna uygun bir muhalefet sergilememekle, seyirci kalmakla eleştiriliyor, katılır mısınız?
CHP aslında tepki veriyor ama kendisine de yönelen bu saldırılar karşısında tekil tekil cevap vermek yerine topyekun bir cevap hattının yaratılması gerekiyor. Aslında adalet yürüyüşü ve Maltepe mitingiyle bu hattın kapısının aralandığını söyleyebiliriz. Bütün toplumsal muhalefet bu hareketliliğin içinde yer aldı. Fakat daha sonra girilen bir adım ileri, iki adım geri pozisyonu sürüyor, inanılmaz bir zikzak var CHP genel merkezinde. Belli ki parti içindeki dengeler önemli bir etki işlev görüyor. Ama eğer devletin biçiminin faşistleşmesinden ve faşizm tehlikesinden söz ediyorsak bu tehlikenin göbeğinde CHP de duruyor.
CHP de faşistleşmeden söz ediyor ancak sergilenen muhalefet bu söylemin altını doldurmaktan uzak bulunuyor. Bir yandan SP, İyi Parti yakınlaşmaları içine giriliyor, diğer yanda AKP tabanından oy devşirmeyi uman, orayı etkilemeye oynayan bir siyaset izleniyor. Böyle bir siyasetle kendisine yönelen saldırıları ve rejimin dönüştürülmesi nasıl engellenebilir?
Aslında işe nereden başlayacağımız konusunda referandum süreci ve ortaya çıkan yüzde 49 –ki, eğer bir manipülasyondan söz ediyorsak, bu çok rahat yüzde 50, hatta üzerinde olarak tanımlanabilir- işe nereden başlayacağımız konusunda bu bize bir çerçeve çiziyor aslında. Dolayısıyla hayır cephesinin önümüzdeki süreçte büyütülmesi, uygun taktik ve programlarla onun üzerine basarak ilerlemek gerekiyor.
Diğer yandan CHP’nin ya da sosyalistlerin, demokratların AKP’nin hinterlandında olan kesimlere de hitap etmesinde bir mahsur yok. Hatta oraya da hitap ederek önümüzdeki sürecin tehlikelerini onlara anlatmak görevimiz de olmalı.
Kuşkusuz. Ancak sorun, bu seslenişin “ben daha milliyim, ben daha yerliyim” gibi yer yer milliyetçi söylemlerle yapılması…
Ama CHP içinde bu var. CHP’nin zaman zaman ırkçı yaklaşımları olduğunu biliyoruz. Mesele bir de Kürt meselesi oldu mu bu bütün çıplaklığı kendini ortaya koyuyor. Son dönemdeki bu tür söylemlerin artmasını daha çok İyi Parti ile arasındaki rekabete bağlayabiliriz. Bu arada enterasandır, merkez sağa yaslanarak kurulan İyi Parti’nin kurucu ekibinin kimlerden oluştuğu bence açığa çıkmadı. MHP’nin seküler kesimini kimi illerde bünyesine aldığını görüyoruz. AKP tabanını etkiliyor mu, bunu bilmiyoruz. Ama CHP tabanını etkilediğini biliyoruz. Dolayısıyla İyi Parti ile aynı alana hitap ediyor olmasının gerilimi görülüyor CHP’de. Bütün bunları bilerek asgari müştereklerde hayır cephesinin büyütülmesi gerekiyor. Ayrılık noktalarına değil, birleşme noktalarına vurgu yapmak bunun temel şartlarından biri.
Geçtiğimiz hafta çözüm süreci de gündemdeydi. Bir Alman haber ajansına konuşan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “PKK silah bırakırsa barış sürecinin gündeme gelebileceği” yönündeki ifadeleri, tepkiler üzerine hemen düzeltildi ve Çavuşoğlu söylediklerinin çarpıtıldığını savundu. Aradan 24 saat geçmeden bu kez Hükümet sözcüsü Mahir Ünal, “silah bırakılırsa bu olabilir” derken; İbrahim Kalın konuyu “spekülasyon yaratma” olarak yorumladı. Bu zikzaklı hali, İdris Baluken’e verilen 16 yıllık hapis cezasıyla birlikte nasıl değerlendirirsiniz?
Öncelikle, girilen yolda Kürt sorununa dair herhangi bir demokratik adımın geleceğini beklememek gerekiyor. Çünkü milliyetçiliğin, ırkçılığın tavan yaptığı bu koşullarda üstelik de AKP’nin MHP ile ittifak geliştirdiği bir ortamda Kürt meselesine ilişkin en küçük bir iyileşme söz konusu olmaz. Tabi burada Ergenekon ittifakını da görmek gerekiyor. Yanı sıra, Kürt hareketinin yasal temsilcilerine dönük bu saldırgan tutumun önümüzdeki günlerde de devam edeceğini düşünüyorum.
İktidar, erken seçim tartışmalarını kapattı. Ancak bunun bir manevra olabileceği, erken seçim koşulların oluştuğu ilk fırsatta yapılacağı yorumları yapılıyor. Siz ne görüyorsunuz?
Siyasal iktidarın kazanamayacağı bir seçime evet diyeceğini düşünmüyorum. 7 Haziran seçimlerinden sonra aslında kaybettiği bir seçimi sonra nasıl kazandığını ya da aslında kaybettiği referandumu yüzde 51’le nasıl kendi hanesine yazdığını hatırlarsak önümüzdeki seçimlerin de benzer biçimde gelişeceğini görmek gerekiyor. Buradan tabiî ki sandığı, seçimleri bir kenara bırakalım sonucu çıkmaz. Seçimlere kadar demokratik muhalefetin, bir kitle hareketinin yaratılmasının önemi ortaya çıkar. Sandıklara sahip çıkılmasının, usulsüzlüklere karşı yasal ve meşru çerçevede hakkını savunabilecek duyarlı bir kitlenin ortaya çıkarılması ihtiyacı ortaya çıkar. Bunun referandumda ortaya çıktığını gördük. Güvence odur, oraya yaslanmak gerekiyor.
© Tüm hakları saklıdır.