07 Haziran 2013 21:04
Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Sosyolojik bir perspektiften toplumsal ve siyasal alandaki eşitsizliği analiz etmeye kalkıştığımızda hem sermaye birikimlerine, üretilen artı değere kimler tarafından el konulduğuna, mülkiyet ilişkilerine, devletin idari yapıları içindeki kadrolaşmalara, kamu kaynaklarının nasıl dağıtıldığına, hem de sembolik- kültürel-ideolojik alanlara bakarız: Hangi kimliklerin ve değerlerin muteber görüldüğüne, hangilerinin değersizleştirildiğine ve inkar edildiğine bakarız. Malum: Mekânları, coğrafyayı, yerleri, şehirleri ve kasabaları, sokakları, caddeleri isimlendirmek politik –ideolojik bir faaliyettir: Egemen kimliğin politik tercihlerini resmeder. Bu isimlendirme siyaseti kimi hafızaları, hatıraları görünmez kılarken, onları kaale almazken, kimilerini ihya eder, şımartır pohpohlar. Egemen kimlik ihya edilirken ötekilerin sesleri ve acıları bu anlamlandırma haritasından silinir. Dışlanan kimliklilerin bu isimlendirme siyasetine verdiği mücadele de bu yüzden ideolojik-politiktir.
Bu çerçeveden görüldüğünde planlanan çakma Çin malı Topçu kışlası da, ve onun içinde yapılması planlanan rezidanslar, AVM’ler ve temeli atılan malum Köprü de, esnaf zihniyetli yeni Osmanlıcı kimliği temsil ederken, aslında hem Taksim’in son 50 yıllık tarihini silmekte hem de kamuya, yani herkese ait olanı ve bu yüzden hiç kimseye ait olmayan kamusal mekanı da kolonize etmekte, bu mekanı birilerinin mülkü haline getirerek, geri kalan mülksüzleri dışlamaktadır. (Benzer bir şekilde Sabiha Gökçen havaalanı, Ergenekon caddesi, Alpdoğan mahallesi, Muğlalı Kışlası, saymakla bitmeyen bu temsiller de eski cumhuriyet- militarist kadroların ideolojik tercihlerini mekana kazıyordu).
Bu kamusal alanların istilasına, otoriter neo-liberal dayatmalara ve doğa tahribatına karşı farklı zamanlarda ve mekanlarda son on senedir çok farklı talepler için verilen mücadeleler gezi parkı direnişinde ifade buldu. Gezi parkı vesilesiyle açığa çıkan popular öfke ve birikmiş politik enerji bize çok farklı kesimlerin, sınıfların ve kimliklerin ortaklaşmasının hem ortak değerler, ortak inanç, kimi tarihi referanslar, milliyetçi efsaneler üzerinden hem de aynı alanda verilen eş zamanlı ortak somut mücadeleler ve direniş üzerinden de kurulabildiğini göstermiş oldu.
Bu hareket, başka bir tür evrenselci siyasetin sahnelendiği, her kesimden dışlanmış, talepleri ve ihtiyaçları kaale alınmamış kimliklerin farklılıklarını kalın çizgilerle işaretlemeden, kendilerini ötekiyle eşitleyerek ve kendi tekilliklerini koruyarak girişimci-otoriter şirket aklıyla iş gören ve Osmanlı fantezisiyle kuşanmış yeni rejime karşı yarattıkları ortak dil ve zeminde bir araya gelebileceklerini, ayni saflarda mücadele edebileceklerini gösterdi. Katılımcıların en az yarısını daha önce hiçbir gösteriye katılmamış, çoğunu hiçbir partiye yakınlık göstermemiş kentli genç nüfusun oluşturduğu bu mobilizayonda insanlar politikleşerek dayanışmayı öğrendiler, toplumsallaştılar, ortak risk almayı öğrendiler, birbirlerine jest yapmayı öğrendiler, inceldiler, yardımlaştılar, kendilerini değerli ve güçlü hissettiler. Otoriter şirket-devletin seçkin müşteriye ve piyasada teknik elemana, hanede reise ve yuvada anneye indirgemeye çalıştığı sokaktaki sıradan vatandaş çok farklı politik ve sosyal kabiliyetlerini keşfetti, bu özel alanlara (eve, AVM’ye ve işyerine) hapsolmayı reddederek ve sokağa çıkarak politik öznelliğini çok farklı dillerde icra edebildiğini gösterdi. Bu geçici, spontane ama tarihi biraya gelme ve popular müşterekleşme durumunun sahnelenmesi sorunsuz olmadı kuskusuz; BDP’li Kürtler neredeyse her gün ırkçı tacize maruz kaldılar, gerilimler oldu, küçük de olsa çatışmalar çıktı, ama katılımcılar polis gücü olmadan çok çabuk şekilde bu sorunları ve çatışkıları soğurmaya becerdiler. Nihayetinde AKP rejimi karşısında heterotopik kamusal alanı ve egemenliği paylaşan, çok kimlikli, özgürlükçü demokratik bir “halkın” inşa edilebileceğini sahnelediler.
Görece yalıtılmış yaşam alışkanlıklarına ve müstakil kimliklerin içine doğmuş olan aktivitelerin önemli bir kısmının bu ortak mücadele zemininde dönüştüğüne, katılımcıların kendi kimliklerini, kategorilerini ve zihniyet kalıplarını gözden geçirerek yeni bir toplumsal-kamusal etik inşa edebildiklerine tanık olmaktayız. Bu da bu karşılaşma mekanında bir tür kendilerini yeni baştan kurmaları, ve dünyayı görüş ve algılayış biçimlerini gözden geçirmeleri ve yeniden toplumsallaşmaları ve siyasallaşmaları anlamına geliyor: Mücadele kimlikleri, toplumsal kategorileri ortadan yarıyor, ötekine kapıyı aralıyor. Öteki kimlikler ile temasa geçen, onlarla deneyim paylaşan bu kimlikler aynı zamanda kendi kimliklerinin eksikliklerini, sınırlarını ve dar görüşlülüklerini keşfettiler ve bu ortak heterotopik mekanda ötekiyle uzlaşmak zorunda olmayan, ötekinin radikal farklılığını tanıyan müşterek bir kamusallığın mümkün olduğunu icra ettiler. Anti kapitalist Müslüman figüründen, LGBT kimliğine kadar çeşitlilik arz eden bu kentli heterojen siyasi öznellikler üretilmek istenen pasif müşteri-dindar vatandaş ve toplum modelini reddederek verdikleri mücadele üzerinden farklı bir evrenselliğin ve toplumsal ve siyasal etiğin, farklı bir hakikatin mümkün olabildiğini keşfettiler. Dahası, bu mücadeleye katılanlar kendi güçleri ve meşruiyetleri karşısında devlet denen şeyin hızla nasıl buruştuğuna ve maketleştiğine, resmi söylemlerin ancak penguen belgeseli kadar hakikat efekti üretebildiğine şahit oldular.
İktidarın rejim karşıtlığı üzerinden kurduğu mağduriyet, merhamet ve millete hizmet dili ile süslediği muhafazakar neo-liberal popülizmin toplumsal zemini hızla çözülüyor, zira insanlar AK partinin milleti ve mağduriyeti değil gerçekte rejimi, baskıyı ve şiddeti temsil ettiği gerçeğini kendi gözleriyle gördüler. Hükümetin ve ekranların yumuşak dilinin, Gezi direnişini örgütleyen Taksim dayanışmasını ve Gezi Parkı direnişçilerini yanlış bilgilendirilmiş “masum doğa dostları” ve bu mücadeleye destek veren geniş, çok çeşitli kategorileri bu “çevreci duyarlılığı istismar eden marjinal-illegal-ideolojik gruplar” olarak işaretleyerek kendiliğinden oluşmuş isyancıları ortasından yarma manevrası ne kadar iş görür henüz bilmiyoruz. Bunu yaparak çok farklı motiflerle mücadeleye müdahil olmuş kitleleri zan altında bırakmaya çalıştıklarına, ayaklanmayı depolitize ve demobilize etmeye çalıştıklarına şaşırmadık. Onlara göre doğa dostları siyasi ideolojik emelleri olmayan saftirik ve masum iyi aile çocukları, geriye kalan diğerleri ise art niyetli ideolojik öcülerdir. Onlara göre doğa tahribatının kapitalizmle, neo-liberalizmle, kalkınma ile, savaşla, güvenlikçi mülkiyet politikaları ile ilişkisi yoktur.
Daha da önemlisi, Gezi Parkı direnişi Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ihya edilmiş, şımartılmış sınıfların ve ulusalcı kimliklerin devletle olan mahrem ilişkilerini sorgulamasına yol açtı: Bu devlet bu polis meğerse bizim değilmiş dediler. Devletle olan yakınlıklarının nasıl kırılgan, yara alabilir bir fantezi olduğunu gördüler. Kendisini memleketin asıl sahibi olarak gören orta sınıf Türk kimliği devlet fantezisine hem ideolojik anlamda hem de hissiyat olarak bir mertebe uzaklaştı ve sivil alanda diğer mağdur ötekilerle aynı seviyeye çekildiler: Burada, Taksim’in göbeğinde, bize bu şiddeti reva gördülerse, yüzümüze gaz sıkıp gözümüzü çıkardılarsa, ve bütün bunlar olurken medya yemek tarifi programı ve penguen belgeseli yayınladıysa acaba gözden ırakta olan Kürtlere bu aynı devletin güvenlik güçleri ne tür zulümler, ne tür acılar yaşatmıştır sorusunu sordular.
Şimdi bundan sonra yapılması gereken en önemli şey, batıdaki özgürlük mücadelesinin doğuda verilen barış ve özgürlük mücadelesiyle ilişkisini kurmak, güçlendirmek ve bunu daha da görünür kılmaktır. AK parti hem açlık grevleriyle özgürlük, barış ve eşitlik talep eden Kürtlerin verdikleri mücadele karşısında, hem de batıda özgürlük haykıran Türklerin kent mücadelesi karşında geri adım atmak zorunda kaldı. Dolayısıyla hem “batı” cephesinde da hem de “doğu” cephesinde çok önemli siyasi mevziler kaybetti. Kürtler açlık grevlerinden Newroz bayramına kadar olan süreçte özgürlükçü ve barışçı siyasi kapasitelerini nasıl kat be kat artırdılarsa ve yeni siyasi ve sembolik mevziler kazandılarsa, aynı şekilde Taksim direnişi de yüksek seviyede bir kapasite artışı ve bu özgürlük arzusunun bir gösterisi oldu. Şimdi olması gereken Diyarbakır’daki barış, özgürlük ve eşitlik mücadelesini Gezi Parkı’ndaki özgürlük sesiyle birleştirmek ve ortak bir şölene dönüştürmek. Devlet ve iktidar boşluğunun her iki kesim için nasıl özgürleştirici olduğunu, insanların ayağını nasıl yerden kestiğini deneyimledik. Anlaşılan şey devletin bir şiddet ve tahakküm aracı ve hepimizin sırtında bir yük olduğudur. Bizi bu kadar sıkboğaz eden, nefessiz bırakan, kategorilere bölerek ve nifaklar sokarak ayrıştıran, geren şey bu anti-demokratik güvenlikçi ve piyasacı düzenmiş meğer. Bizi depresyona sokan, değersiz kılan, ümitsizliğe sokan şey devletin diliymiş, onun ahlakıymış, onun egemenlik hukukuymuş, devlet olmasaymış, her şey ve herkes güzel olurmuş. Devlet olmasaymış her yer ortak alan, her yer şenlikli bir karnaval, bir cennet mekanına dönüşebilirmiş, herkes birbiriyle dayanışabilir ve konuşabilirmiş. Bunu, bu özgürlüğü ve dayanışmayı, bir haftalık devlet yokluğu tattırmış oldu.
Yani, açlık grevleri süresince verilen toplumsal mücadele sonrası gülünçleşen devlet dili ile (kebap yiyorlar), Gezi Parkı direnişi sonrası artık çokça tiye alınan devletin “çapulcu” dili arasındaki ilişkiyi görmemiz gerek; Herkese ait olan gezi parkının istila edilmesi ile, Kürt coğrafyasının ve doğasının tahribatı ve istilası arasındaki ilişkiyi görmemiz ve bu ilişkiyi daha sağlam temeller üzerinden kurmamız gerek: Gezi parkı gibi Dersim’de ve daha birçok yerde, doğayı tahrip eden barajların ve HES inşaatlarının, herkese ait olan mekânları ve doğayı istila edip şirket-devletle ahbap olmuş özel şirketlere tahsis edilmesine karşı verilen mücadele olmalı bizi ortaklaştıran. Kürdistan’da hızla inşa edilen yeni karakollar ile üniversitelere sokulmak istenen polis gücü arasındaki bağlantıyı kurmak gerek; Alevileri sapkın gören, onların hafızalarını, acılarını tiye alan, ve LGBT bireyleri anomali olarak gören akıl aynı akıldır.
Ulusal ve global ölçekte değişik metropollerde kamusal alanların kolonizasyonuna, otoriterleşmeye, aşağılanmaya, seksizme, ırkçılığa karşı verdikleri özgürlük mücadelesiyle çok kimlikli egemen kimliğin mensupları, yani ulusalcı olmayan Türkler kendilerine global ölçekte insaniyet katında değerli bir yer, bir direniş prestiji kazandılar. Işte Türkleri Kürtlere ve diğer dışlanmış, direnen kimliklere yaklaştıran şey aşağılanmaya, değersizleştirilmeye karşı verdikleri bu, Ahmet Insel’in deyişiyle, haysiyet mücadelesi oldu. Türkleri, Kürtlerle, Alevileri Sünnilerle, heteroseksüelleri, geylerle eşitleyen şey verilen bu müşterek onur mücadelesidir. Şimdi artık aynı hizada ve aynı tonda birbirlerine konuşabilir, dillerini birbirlerine tercüme edebilirler.
© Tüm hakları saklıdır.