Gündem

Derya Sazak: Gazetecileri işinden etmeye çalışanlar var

Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak, 'son aylarda durumdan vazife çıkarmaya çalışanlar olduğunu ve bir kısmının gazetecileri işinden gücünden etmeye çalıştığını' yazdı

29 Temmuz 2013 14:06

Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak, "Türkiye’de son aylarda yine ‘bulanık suda’ avlanmak isteyenler, ‘durumdan vazife çıkarmaya’ çalışanlar var: Bunların bir kısmı ‘Eylül’de bir şeyler olacak’ fısıltısını yayarken, bir kısmı da medyayı susturmaya, gazetecileri işinden gücünden etmeye çalışıyor" dedi. Sazak, yazısına "‘Eylül sendromu’nu peşinen reddediyoruz" diyerek devam etti.
Geçen hafta Gerçek Gündem'in Milliyet yazarlarından Can Dündar'ın "AKP'nin yazılarından rahatsızlığı nedeniyle süresiz izne çıkarıldığı" iddiasını Sazak, "normal iznini kullanıyor" diyerek yanıtlamıştı. CNNTürk'te Medya Mahalesi programı sonlandırıldıktan sonra Yurt gazetesinde yazmaya başlayan Ayşenur Arslan da dün köşesinde Başbakan Tayyip Erdoğan'ın başdanışmanı ve Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan'ın Gezi Parkı eylemleri ardından Ankara’da "Ne yapıyor bu Demirörenler? Bizi arkadan mı vurmak istiyorlar? Derhal gerekeni yapmazlarsa onları da sileriz. Tek tek herkesi, ne yaptığını biliyoruz. Can Dündar’dan başlayarak hepsi gidecek" dediğini öne sürdü. 
İşte Derya Sazak'ın Milliyet'te "Eylül sendromu" başlığıyla yayımlanan (29 Temmuz 2013) yazısı: 
Mısır’da korkulan oldu. Darbeden bu yana Adeviye Meydanı’nda Mursi’ye destek veren kitlelerin üzerine ateş açıldı. ‘Kanlı Cumartesi’nin bilançosu ağırdı: En az 74 insan can verdi.
İslamın kutsal Ramazan ayı sadece Mısır’da değil, Tunus’tan, Pakistan’a, Suriye’ye geniş bir coğrafyada ‘kanlı’ geçiyor.
Devrimler, darbeler, iç çatışma ve isyanlar, suikastlar, katliamlar dalga dalga yayılıyor.
Bu coğrafyanın ortak bir yazgısı var:
Harcı, ‘otoriterlikle’ karılmış. Demokrasi kültürü yerleşmemiş. Arap milliyetçiliği üzerine inşa edilen particilik, ordu destekli yönetimlere diktatörlük yolunu açmış. İktidarlar etnik yapı kadar mezhepçilikten de beslenmiş. ‘Soğuk savaş’ın son bulmasıyla birlikte Ortadoğu’daki dengelerin de hızla değiştiğine tanık oluyoruz.
İran’da Şahı deviren ‘Humeyni Devrimi’nden otuz yıl sonra ‘Arap Baharı’yla Tunus, Libya, Mısır’da diktatörlükler son buldu.
Suriye ise kanlı bir ‘iç savaş’a sürüklendi.
Onca kan dökülmesine, milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına, yüz binden fazla sivilin ölmesine yol açan Esat, iktidarını sürdürebiliyor. Çünkü bu coğrafyada artık çok iyi bildiğimiz gibi dış müdahaleler, istenen sonucu doğurmuyor. ‘Zorla demokrasi olmuyor!’
Saddam’ın Irak’ı iki kez ABD ağırlıklı Batı koalisyonun müdahalesine, işgaline uğramasına karşın ‘Saddam sonrası’ beklenen huzura, istikrara ulaşabilmiş değil. Kaddafi’nin Libyası için de benzer sonuca gidebiliriz.
Mısır’da Müslüman Kardeşler’in Mursi’yi işbaşına getirerek, denediği ‘demokrasi’ tecrübesi ise ordu darbesiyle son buldu.
Normal olan ‘seçilmiş’ yönetime, sorunlar ne denli ağır olsa da, tahammül edebilmek, kararı seçimde Mısır halkına bırakmaktı. 
Ordu bunu yapmadı.
Mursi’yi devirdi.
Ancak ‘darbe’nin Mısır’da çok daha sorunlu ve kanlı bir dönemi başlattığı da görülmekte.
Milyonlarca insanın toplandığı meydanları tankla, askerle polisle, milis gücüyle zaptedebilmek olası mı? İşte ‘cuma’ protestolarına müdahalenin sonucu, kanlı bir katliam oldu.
Yazık oldu Mısır halkına.
Ülke yönetilemez hale geldi.
İnsanlar yoksul, işsiz, umutsuz!
Darbeciler tarafından eziliyor, Mursi’yi geri getirme uğruna can veriyorlar.
‘Arap baharı’nın üzerine kan çiçekleri açıyor.
Tahrir, özgürlük meydanı artık darbecileri alkışlıyor.
Adeviye’de insanlar katledilirken, havai fişeklerle kutlama yapılıyor!
 

Açık rejim, özgür medya

 
Bugün Mısır’da yaşananları dehşet ve acıyla izliyoruz.
Kapalı ve karanlık rejimler işte böyledir.
Aklı ve vicdanı olan herkes,’cuma’ protestolarında olacaklardan kaygı duyuyordu.
Darbeciler, ‘Adeviye Meydanı’na çıkmayın’, çağrısı yapıyorlardı.
Bunun anlamı, topluma korku salmak, ‘olacaklardan biz sorumlu değiliz’ mesajı vermekti.
Nitekim ‘korkulan oldu’, miting dağılırken,kara giysili polislerle birlikte paramiliter güçler de ateşe başladı. Muhtemeldir, çatılardaki ‘sniper’lar da işbaşındaydı.
Biz bu filmi 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda görmüştük.
Havanın kararmaya başladığı ve artık mitingin dağılmaya başladığı saatlerde kalabalığa açılan ateş sonucu 30’dan fazla insan hayatını kaybetti. Yüzlerce kişi yaralandı.
Az daha Gezi’de de aynı şey yaşanabilirdi.
Polisin Taksim’i trafiğe açıp, Gezi Parkı’na girme hazırlığı yaptığı gece, gaz fişekleri altında İçişleri Bakanı Muammer Güler’e telefonda Harbiye ile Divan Oteli arasına sıkışan insanların ezilebileceği, parktaki çadırların tutuşması halinde oradaki gençlerin topluca ölebileceğinden söz ederken, ‘1 Mayıs katliamı’nı örnek göstermiştim. Kitlesel eylemlere ne pahasına olursa olsun, orayı dağıtma, zaptetme duygusuyla müdahale edilirse kimsenin hesap etmediği bir kıyım atmosferine girmenin en fazla birkaç dakika alabileceğini söylemiştim.
Madimak’ta ateşe verilen otelde 37 aydın katledilmedi mi?
Allahtan, o gece sağduyu hakim oldu.
Polis, Gezi’ye girmekten vazgeçti.
CNN International’in Taksim’den ‘canlı yayın’a geçtiği gece Milliyet muhabirleri ve yazarlarıyla Gezi’deydik. Hem insani hem de mesleki görevimizi tam olarak yaptığımızı Mısır’da olanlardan sonra daha iyi anlıyoruz.
Ne yazık ki, Gezi’deki olayları bastırma adına sergilenen orantısız güç de beş gencimizin hayatını aldı.
Türkiye’de siyasetin tüm tarafları, partilerden, sivil topluma, gencinden yaşlısına ‘demokrasi’nin değerini bilmeli.
Taksim’den, Tahrir’e, Adeviye’ye yaşananları tekrar tekrar anlamalı, sorgulamalıyız.
Ne komplo, ne ordu?!
Tek yol demokrasi.
Açık rejim, şeffaf toplum.
Özgür medya!
Türkiye’de son aylarda yine ‘bulanık suda’ avlanmak isteyenler, ‘durumdan vazife çıkarmaya’ çalışanlar var: Bunların bir kısmı ‘Eylül’de bir şeyler olacak’ fısıltısını yayarken, bir kısmı da medyayı susturmaya, gazetecileri işinden gücünden etmeye çalışıyor.
‘Eylül sendromu’nu peşinen reddediyoruz.
Milliyet olarak, gazeteciliğin daima sivil, demokrat, hak, hukuk, adalet kavramlarına bağlı, özgürlükçü bir ortamda yapılacağına inanıyoruz. Kürt sorununun da aynı anlayışla çözüleceğine inancımız tamdır.
Türkiye, Suriye sınırındaki tuzaklardan kendisini koruyacak siyasi birikime sahiptir.
İyi haftalar, saygılar.
 

'Akdoğan Ankara'da ortalığı inletti' 

 
Ayşenur Arslan'ın "Gazeteci Can Dündar'ı 'korumak'" başlığıyla Yurt gazetesinde yayımlanan (28 Temmuz 2013) yazısının ilgili bölümü şöyle:
Mahallemiz fokur fokur.. Herkes kulislerde fısıldananları konuşuyor. İşaretleri gözlüyor, yorumluyor. Kimileri de utanmadan, neredeyse açıktan açığa bahis oynuyor.
Nedeni ortada. Artık hemen her gün, bir fire veriyoruz.
Önce SHOW TV ve Akşam Gazetesi, sonra NTV.. Derken, Sabah / atv Grubu.. Mübarekler temizleye temizleye bitiremediler. Üstelik daha asıl istedikleri yere gelebilmiş değiller.
Demirören Grubu’nu kastediyorum. Yani, Milliyet ve Vatan’ı..
Vatan, Can Ataklı’yı atarak büyük bir hamle yaptı! Gerisi gelir mi? Kuşkunuz olmasın. Akıllara getirmek gibi olmasın diye isim vermiyorum, ancak bazı yazıları okurken yüreğim hopluyor. “Eyvah, şimdi bu da gider” diyorum.
Milliyet’te ise, kelimenin tam anlamıyla fırtına öncesi sessizlik var. Daha doğrusu, içeride fırtına kopuyor ama henüz dışarı, kamuoyuna yansımıyor.
 

İktidar yeni kurbanlar istiyor

 
Milliyet, kaç patron değiştirdi.. Kaç genel yayın yönetmeni eskitti.. Ama hep “Abdi İpekçi’nin Gazetesi” diye anıldı. Onun dönemine yetişemeyenler bile Abdi İpekçi’yi bildi. Çünkü o isim, “basın ahlakı ve özgürlüğü” anlamında kullanılırdı. Bir simgeydi. Hâlâ öyle!
Onun koltuğunda oturanlar, kâh ismin ve simgelediklerinin altında ezildi, kâh geleneği güçlendirerek devam ettirdi.
O koltuğun son sahibi, Derya Sazak. Ve şimdi kariyeri ve medya tarihi açısından kritik bir kavşakta. Çünkü Ankara, yani Başbakan Erdoğan, Milliyet’ten “kelle” istiyor. Tabiri mazur görün. Çünkü isteme amacı ve yöntemi ancak bu tabirle anlatılabilir.
 

Gezi öfkesi kör etti! 

 
Gezi eylemleri Türkiye ve en çok da Erdoğan için bir dönüm noktası oldu. Erdoğan’ın korkusu ve buna bağlı olarak öfkesi öyle büyük ki, o ve ekibi her şeyi yapabilir. Öyle bir noktaya geldiler ki, yıllardır kendisini destekleyen Demirören Grubu’nu “bile” gözden çıkartabilirler. Tabii istedikleri olmazsa!
Bugünlerde istedikleri, Can Dündar’ın kellesi. Can, bir süredir izinde. Süresi, yani dönüp dönmeyeceği belli değil.
Şimdi yazacaklarımı, O henüz izne çıkartılmadan biliyordum. Ama az önce de vurguladığım gibi, birilerinin aklına düşürmemek için yazmadım. İma etmekle yetindim.
Bildiğim şuydu. Gezi eylemlerinin en sıcak günlerinden sonra, Yalçın Akdoğan Ankara’da ortalığı inletmişti. Hem de isim vererek:
“Ne yapıyor bu Demirörenler? Bizi arkadan mı vurmak istiyorlar? Derhal gerekeni yapmazlarsa onları da sileriz. Tek tek herkesi, ne yaptığını biliyoruz. Can Dündar’dan başlayarak hepsi gidecek. Gezi için eylem yapan adamları yanında tutan, bizim karşımızda demektir.”
Cümleler tam böyle değildi belki. Ancak Yalçın Akdoğan’ın üslubunu ve yöntemini (damdan düşen biri olarak) biliyorum. Ayrıca Can Dündar’ın gitmesini istediğini de, hangi ifadelerle dile getirirse getirsin fark etmez, tüm medya biliyor.
 

Can Dündar gönderilecek mi?

 
Peki Can gider mi ya da zaten çoktan gitti mi? Bana sorarsanız durum şöyle: Abdi İpekçi’nin haleflerinden Derya Sazak, yapması gerekeni yapıyor. Can Dündar’ı “vermemek” için çaba harcıyor. Hatta, duyduğum kadarıyla “O giderse ben de giderim” diyor.
“Resti görülür mü” diye sorarsanız, pek ihtimal vermem.
Onca yılın Hasan Cemal’i... Ferit Şahenk için habercilik volümünü iyice aşağılara çeken NTV CEO’su Cem Aydın.. Ya da gidişi pek fark edilmedi ama TRT Türk’ü yarattığı halde bir türlü “bizden” diyemedikleri Ümit Sezgin.. Onları bile harcamadılar mı!
Erdoğan ve çekirdek ekibi için, harcarken, ismin büyüklüğü, geçmişi, bir zamanlar verdiği desteğin hiçbir önemi yok. Hiçbir isim onlara göre “feda edilemez” değil.
Yani.. Derya Sazak da kolaylıkla feda edilir. Bu konuda düşündüklerini bile sanmıyorum. Onlar açısından mesele şu kadar basit: Derya Sazak ya Can’ı harcar.. Ya da onunla birlikte harcanır..
Olursa şaşırır mısınız? Sanmıyorum. Erdoğan, iktidarını koruyabilmek için her şeyi ama her şeyi göze aldı.
Baksanıza, Gezi eylemlerinde, sahibi oldukları Divan Oteli’ne insanların sığınmasına müsaade etti diye Koç Grubu’na neler yaptılar. TÜPRAŞ’a gönderilen maliye müfettişleri, Koçlara borsada yaklaşık 4 buçuk milyar dolara mal oldu.
Üstelik bunun gözdağından öteye gitmediği, açık. Ne o para Koçları yıkar.. Ne de bu kadar bir darbe Erdoğan’ın öfkesini dindirir.. Ama tüm iş dünyası bir kez daha hizaya girer!
 

Medya patronu mu sanayici mi! 

 
Yrd. Doç. Michael Kuyucu’nun çok önemli bir araştırma kitabı var: Türkiye’de Medya Ekonomisi. Medya patronlarını, serüvenlerini ve medya dışındaki işlerini anlatıyor. Açıp bakıyorsunuz. Sayfa 673. Demirören Grubu’nun medya dışı yatırımları:
Milangaz, Likidgaz, Mutfakgaz, Güneşgaz ile gaz grubu.
Demirören Tüp A.Ş. Azerbaycan Ağır Sanayii, Parsat Piston A.Ş. ve M.Oil ile sanayi grubu.
Ata Koleji ile Eğitim Grubu.
Ve Beyoğlu’nun AKP’lileştirilmesi hamlesinin simgesi Demirören AVM ile inşaat grubu.
Ne dersiniz? Demirörenler Başbakan’a kafa tutabilir mi? Derya Sazak, Abdi İpekçi’nin koltuğunda oturmaya devam edebilir mi? Gazeteci Can Dündar’ı kurtarabilir miyiz?
Hiçbirine “evet” diyemem. Ha, “devran döner mi” diye sorarsanız. O, başka! Yanıtı hepimiz biliyoruz!
 

İlgili Haberler