23 Ekim 2014 13:42
Derviş Zaim'in Adana Altın Koza'da senaryo ödülü kazandığı son filmi “Balık”, Başka Sinema kapsamında gösterime girdi. Başrolünde Sanem Çelik ve Bülent İnal'ın rol aldığı filmle ilgili Zaim, “Sanem Çelik, uzun seneler kaldığı Amerika'dan ayağının tozuyla geldi ve Bursa'da bir köyde yaşayan kadının giysisine büründü. Onun gibi birisi için riskti” dedi. "Sonsuz özgürlük yoktur" diyen Derviş Zaim, "Devlet bize şunu garanti etsin 'Ben senin özgürlüğünü kısıtlıyorum ama özgür olman gereken alanlardaki özgürlüğünü de garantiye alıyorum.' Bu denge kurulduğu zaman refah, mutluluk, düzen, huzur yerine gelir" ifadelerini kullandı.
Radikal gazetesinden Erkan Aktuğ'un "Sanem Çelik büyük risk aldı" başlığıyla yayımlanan (23 Ekim 2014) söyleşisi şöyle:
Önce insan ve doğa ilişkisini ele alan ‘Balık’ın hikayesini kurgularken nelerden esinlendiniz?
Bu bir arkadaşımın bana anlattığı kendi oğluyla ilgili bir hikaye esin kaynaklarım arasında. Hatta o hikayeyi dinleyince ‘Balık’la ilgili o ana kadar yazdıklarımı yeniden gözden geçirdim. Arkadaşım seyahate çıkıyor, yolda çocuğunun balığı ölüyor. O balığın aynısını bulabilmek için çevredeki kasabaları -Karadeniz’de yapılan bir yolculukmuş bu- dolaşıyor. Balığı buluyor, aynı boyda buluyor hatta. Sanki o balıkmış gibi yerine koyuyor. Çocukcağız da balığın aynısı olduğunu zannedip devam ediyor. Bunu dinlediğimde buna benzer bir yolculuk hikayesine doğru senaryo çizgisini geliştirmem iyi olur dedim kendi kendime. Tabi başka esin kaynaklarım da var. İnsanın kendi ayağına kurşun sıkması hikayesine dönüşmesi gerekiyordu. Çünkü doğa ve insan ilişkisinde elbette küçük adamın suçluluğu meselesi önemlidir. Elbette insanoğlunun suçu sadece küçük adamın aç gözlülüğüne indirgenemez. Bunun kapitalizmle ilgili tarafı elbette vardır. Ama bunun yanı sıra bir de sokaktaki adamın bu meseleye tavrının ne olduğuna dair bazı sorular sormanın iyi olacağını düşünüyorum. Çünkü eğer sokaktaki adamın ruhuna ve kalbine ilişkin sorular sormayı beceremezseniz işin önemli bir boyutunu es geçersiniz. Çünkü şu anda içinde yaşadığınız sorun ya da durum ne ise onu değiştirecek olan yine sokaktaki o küçük adam...
Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde doğa meselesi hep geri plana alınır, gelişmişe doğanın da önüne geçer...
Allah’tan şöyle şeyler de bizde oldu. Mesela altın çıkarılması ve çevreye zarar verilmesi durumunda köylü başka hiçbir kurumun, partinin, oluşumun iteklemesine gerek kalmadan kendisi bir sivil toplum gibi hareket etmeyi becerebildi. Bu Türkiye’deki en otantik protesto hareketleri arasında yer aldı. Dolayısıyla ülkemiz bu konuda sıfır değil. Ama yapılması gereken epey şey var. Çünkü şu anda bunlar yapılmazsa, ileride böyle bir bilinç ortaya çıkması için çok geç olacak. Biz Batı Avrupa’yla kıyaslandığında 10 sene önce meyve ve sebzeyi daha makul sağlık ölçüleriyle yiyebiliyorduk. Şimdi o şansımız gittikçe daha da azalıyor. Bundan muhtemelen 10 sene sonra bu ya da buna benzer meseleler doğa ve insan ilişkisine dair meseleler bizim memleketimizde daha da bir sorun yumağı haline gelecek. İşte çok geç olmadan bu bilinci gıdıklayabilmek için küçük bir damladır ‘Balık’ filmi. Bundan dolayı mutluyum.
“İnsanların doğayla olan ilişkisi sadece rasyonel olarak değil duyguyla da ele alınmalı” diyorsunuz röportajınızda. Bunu birazcık açar mısınız?
Sadece akıl dünyayı değiştirmeye yetmeyebiliyor. Akılla ruhun ve kalbin beraber hareket etmesi lazım. Onların o birlikteliğini eş güdümünü sağlamak lazım. Bu son derecede zordur. Bütün büyük felsefeler, insanın kurtuluşuna dair bir şeyler söyleme gereğini duyan felsefeler bundan bahsederler. Dolayısıyla sadece akılla altından kalkılabilecek, anlaşılabilecek somut öneride bulunulabilecek bir şey gibi gelmiyor bana. Ruhu ve kalbi de gündeme getirmek lazım. Ve ruh ve kalp söz konusu olduğuda işin içerisine sinema sanatı girebiliyor. Benim yapmaya çalıştığım şey sinema sanatını kullanarak insanın ruhunun, kalbinin ve aklının nasıl bir arada yürüyebileceğine dair küçük sorular sormaya çalışmak biçiminde ifade edilebilir.
‘Balık’ta sinematografiye çok yüklenilmiyor, göz boyayacak görüntüler yok ve görüntü giderek grileşiyor. Belli ki bu biçimsel olarak sizin tercihiniz. Bunun nedeni neydi?
Gittikçe renk yavaş yavaş, baştaki dengesini kaybedip solgunlaşıyor. Karakterin kendi içsel yolculuğuyla paralel olarak bunu gerçekleştirmek istedik. Bir atmosfer yaratmanın aracı olarak bunu kullanmak istedik. Sebebi bu. Yaz başlıyor film ama kışa doğru eviriliyor. Kış havasını verebilmek için, karakterin ruhundaki kışı verebilmek için bunu yapmak iyi olur diye düşünmüştük.
Bu gösterişten uzak hal filmi sanki biraz sakil duruyormuş gibi gösterebilir, ki siz bu riski göze aldınız...
Elbette ben de çok süslü, çok daha başka bir görüntü bu filme enjekte edebilirdim. Bunu tercih etmedim. Sinema sanatı bütün sanatlar gibi tercihlerin sanatıdır. Benim buradaki tercihim mümkün olduğu kadar yalın gerçeklik duygusuyla bağını fazla kaybetmemiş görüntülerin filme zerk edilmesi biçimindeydi. Bunu yapmamış olsaydım filmin yapısına, anlatısına zarar vermiş olacaktım. O nedenle en optimal görüntü yapısının bu olduğunu düşündüm.
Bülent İnal’ın canlandırdığı Kaya karakteri, çocuğunu tedavi ettirebilmek gibi masum bir gerekçeyle doğaya vermeden daha çok almak istiyor ve doğa da intikamını acı bir şekilde alıyor. Kaya, hatasını anlayıp kendini ihbar ediyor. Bir itirafı bu. Siz hep dersiniz “İtiraf bizim kültürde çok tercih edilen bir şey değildir” diye. Bununla ilgili neler söylersiniz?
Özünde çok kötü bir adam değil, gri bir adam. İyilik ve kötülüğü kendi ruhunda barındırıyor. Dolayısıyla Kaya karakteri farklı bir adama dönüşmek istiyor. Bu farklı adama dönüşme serüveni esnasında da biz onun kendi kendisiyle hesaplaşmasını görüyoruz. Kendi kendisiyle hesaplaşmasını görürken de bunu aşırı bir anlatımcı tarzda değil, yeterli olduğu kadar dozunda ayarında yapmak gibi niyetim vardı. Mesela polis karakoluna gidip itirafta bulunmak istiyorum dediği zaman hiçbir zaman ağzından net cümleler döküldüğünü görmüyoruz. Sadece sıkıntıyla bunu söylemek istiyor. Zaten onun ıkına sıkına söylemeye çalışması ve o sahnede göreli olarak uzun denebilecek sahnede “Ben karımı öldürdüm” cümlesini net biçimde söylememesinin nedeni de bu. Biz galiba Hristiyan kültüründeki gibi çok da fazla itiraf etmekten pek hoşlanmayız. Bu benim bilinçaltımda da böyle ortaya çıkmış bir vaka olabilir. Ben orada bir insanın yalpalamasını vermek istedim ama oraya bizim Hristiyan olmayan bir toplumdan gelmiş olmamız nedeniyle, itiraf kültürünün bizde gelişmemiş olması nedeniyle karakterin bu kadar duraksadığıyla ilgili bir yorum yerleştirmek birincil amaçlarım arasında değildir. Bu filme dair başkalarının yapacağı bir yorumdur.
Sanem Çelik’in oynadığı Filiz karakteri başka bir evrendeymiş gibi. Çözmekte zorlandım...
Kaybettikleri bilgiye sahip olan insandır Sanem Çelik’in canlandırdığı Filiz. Algıları, hisleri, iç görüsü daha geniştir diğer karakterlere göre. Başkalarıyla, doğayla ilişki kurmayı öteki karakterlere kıyasla daha fazla başarabilen bir karakter. Mesela leylekle olan ilişkisi, balıkla olan ilişkisi bu sevecen şeylerin arasında. Ancak talihsiz bir biçimde başına bir felaket geliyor. O felaketten sonra karakterinin en fazla gereksinim duyduğu şey, muallakta kalıyor, kayboluyor. İşte o şeyi nasıl bulacağımız sorusu benim için önemliydi. Şu anda en fazla ihtiyacımız olan bilgi ortadan kaybolsa, gitse biz ne yapacağız? Bu buz tutmuş gölün üzerinde ne yapabiliriz? Bunu yaşatmanın başka yolları var mıdır? İşte orada insanın kalbini ve aklını beraber dinlemesi gerekiyor.
Oyuncuları nasıl belirlediniz? Sanem Çelik, yıllar sonra yeniden sizin filminizde oynadı...
Sanem ile ‘Filler ve Çimen’ filminde beraber çalıştığımızdan beri hukukumuz vardı. Bu film için aradığımda kendisi Amerika’daydı. Senaryoyu yolladım ve okudu. Çekmeye başlayacağımı söyledim. Sağ olsun hemen atladı geldi. Böyle bir yüce gönüllülük yaptı. Çok uzun seneler kaldığı Amerika’dan ayağının tozuyla geldi ve Bursa’da bir köyde yaşayan kadının giysisine büründü. Onun gibi birisi için riskti. Allah’tan bana güvendi. Ben onun yeteneğinin genişliğini biliyordum. Altından kalkmayı başardık. Bu bir ekip işidir. Başka oyuncuların da işte payı vardır. Bülent İnal’ın rolü önemliydi mesela. Onu dizilerde oynayan bir oyuncu gibi görüyorlardı. Şu anda onun da oyunculuk yeteneğini görmüş durumdalar. Dolayısıyla onun da böyle bir rolle, başrolle sinemaya devam ediyor olduğundan kendi adıma mutluyum. Bu sayede Bülent’in skalasını görmüş olacak insanlar.
Altın Portakal’da sansür bildirisine imza atan yönetmenlerden birisiniz. Eminim Altın Portakal Film Festivali’ni düzenleyen ekibi tanıyor ve onlara güveniyorsunuz. Fakat buna rağmen sizi sansür bildirisine imza atmaya iten neydi?
Sonsuz özgürlük yoktur. Benim elime kamera verdiklerinde, kalemimi alıp senaryomu yazdığımda istediğime istediğim kadar küfredebilir miyim? Edemem. Dolayısıyla özgürlüğün de sınırlarının olması gerekiyor. Peki, bu sınırlar nerede başlayacak nerede bitecek? Bu sınırları yasa belirliyor. Devlet bize şunu garanti etsin “Ben senin özgürlüğünü kısıtlıyorum ama özgür olman gereken alanlardaki özgürlüğünü de garantiye alıyorum.” Bu denge kurulduğu zaman refah, mutluluk, düzen, huzur yerine gelir. Bütün mesele bunun ne ölçüde sağlanıp sağlanmayacağı. Siz gazeteciler bunu benden daha iyi bilirsiniz. Türkiye’de bir yazı yazıyorsunuz ve bazı savcılar bunun hakaret olduğunu düşünüyorlar. Bazı savcılar ise bunun hakaret olmadığını düşünüyorlar.
Lafı neye getirmek istiyorum? Bir sinemacı da böyle bir durumla karşılaşıyor mu, karşılaşmıyor mu? Ben herhangi bir hakaret unsuru olmayan bir film yaptıktan sonra suçlu konuma düşebiliyor muyum? Düşebiliyorum. Peki böyle bir duruma karşı bir sonraki festival direktörlerinin tutumu ne olacak? Şu anda sektör olarak cevaplamamız gereken sorular bunlar. Yoksa bu soruları doygunluğa ulaştırıp kendimizce bir yanıt veremezsek sıcak kestaneler festival direktörlerinin elinde her sene dolaşmaya devam edecek. Şu andaki festival direktörlerimiz çok şükür iyi niyet, birikim ve çalışkanlık bakımından birçok insandan fersah fersah ilerideler. Ahlaklarına, iyi niyetlerine güvendiğimiz insanlar mı, evet öyle insanlar. Ancak burada buna benzer durumların insanları aşan bir tarafları var. Dolaysıyla bu kötü deneyimin bize bu ve buna benzer meseleleri tartışmak için bir vesile olmasını umut etmemiz gerekiyor. Belki şerden böyle bir hayır çıkar. Bundan sonra bu gri alanı biz nasıl belirleyeceğiz? Festival direktörleri böyle bir durum söz konusu olduğunda nasıl hareket edecekler? Ne olacak? Ön jüri ile ilgili gelişmelerde festival direktörleri nereye kadar evet, nereye kadar hayır diyebilir? Umarım bu talihsiz olay bunların netleşmesine yol açar.
Yeni filminizin çekimlerini de tamamladınız. Biraz da ondan bahsedebilir misiniz? Doğa üçlemesinin sonuncusu mu?
Doğayla olan ilişki gene var ama doğayla olan ilişki şöyle: İnsanın inşa ettiği şeyler üzerinden doğayla ilişkisi... Ama sürpriz bir hayvanım gene var tabi ki!
© Tüm hakları saklıdır.