25 Ekim 2015 13:31
Başbakan Ahmet Davutoğlu, 'Komşularla sıfır sorun' söylemi ile başlayan, ancak gelinen noktada hemen hemen bütün komşu ülkelerle problemli hale gelmesi nedeniyle eleştirilen AKP'nin dış poltikasına ilişkin olarak, "Elbette dış poltika konusunda muhasebe yapıyorum ama, peki bu yaşananların sorumlusu kim?" diye sordu. "AK Parti içinde yanlış yapanlar olabilir" diyen Davutoğlu, "Önemli olan, yanlış yapanların partinin ana omurgasını oluşturmaması ki böyle bir şey de zaten söz konusu değil" dedi.
"Üniversite yıllarında tarihi ve diyalektik materyalizmi gözden geçiriyordum" diyen Davutoğlu, "Sürekli tartışıyorduk. Bu yüzleşmeler ve tartışmalar sonunda ya çok sert bir ateist olacaktım ya da sağlam bir mümin... Vasat olma şansım yoktu" diye konuştu.
Davutoğlu, "Stratejik derinlikteki tezleriniz geçerliliğini koruyor mu?" sorusuna da, "Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki o teorik analizler hâlâ geçerli. Ben o çalışmayı bir diplomasi tecrübesi üzerinden değil bir akademisyen olarak yapmıştım" ifadesini kullandı.
Habertürk'ten Kübra Par'ın sorularını yanıtlayan (25 Ekim 2015) Davutoğlu'nun açıklamalarından bazı bölümler şöyle:
Sıradan bir vatandaş gibi yaşadığınız günleri özlüyor musunuz?
Bir taraftan en doğal halimizle ailemizin içindeyiz, diğer taraftan devlet görevini yerine getiriyoruz. Dengesini bulmak kolay olmuyor. Bazen İstanbul sokaklarında fark edilmeden dolaşmayı özlüyorum ama mümkün değil. Herkes korsan fotoğrafçı, ellerinde telefon, sürekli fotoğraf çekiyorlar. Eski doğallık kalmadı...
İstanbul ile ilişkiniz nasıl?
İstanbul’da sokak sokak hatıralarım vardır. Çocukluğumda babamın dükkânı Sultanhamam’daydı. Fatih’te Tokadi Türbesi’nin oradan Tahtakale’ye iner, babamın yanına kadar yürürdüm. Lisedeyken Divan Yolu’ndan Köprülü Kütüphanesi’ne giderdim. Sahaflarda kitaplara bakıp üniversitenin önünden Süleymaniye’ye, oradan da Vefa’ya inerdim. “Okul sıralarında mı yoksa İstanbul sokaklarında mı çok şey öğrendiniz?” diye soracak olursanız, kesinlikle İstanbul sokakları derim. 1960’lı yılların sosyolojisini İstanbul sokaklarında tanıdım. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş işportacılar vardı. Şehirleşmenin laboratuvarı Tahtakale’ydi. Konya, Karadeniz, Diyarbakır lehçelerini aynı yerde duyabiliyordum. Batılılaşma tecrübesini sokakta öğrenmek isteyenlere Karaköy’den İstiklal Caddesi’ne kadar yürümelerini tavsiye ederim.
Bir gün tebdil-i kıyafet gezebilecek olsanız İstanbul’da nereye giderdiniz?
Sahaflara giderdim. Gençken İstanbul’da sığındığım yerler vardı. İstanbul Lisesi’nde yatılı okurken çarşamba günleri öğleden sonra 1.5 saat dışarı çıkma izni verirlerdi. Gülhane Parkı’nın ucuna kadar gider, Boğaz’ı, Üsküdar’ı seyrederdim. Topkapı Sarayı’na bakarak tefekkür ederdim. 40 lira haftalığım vardı, artırdığım harçlıklarımla kitap alırdım. Karaköy’de Almanca kitaplara bakardım. Üniversite yıllarında da sığındığım iki yer vardı. Rumelihisarı’nın dibinde, Aşiyan Mezarlığı’nın üzerinde bir yer vardı. Oralarda oturur, saatlerce kitap okurdum. Diğer sığındığım yer ise Yahya Efendi Dergâhı’ydı.
Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” kitabını okudunuz mu?
Okudum. Orhan Pamuk’un İstanbul’u anlatımını hep takdir etmişimdir. Şehir ve Medeniyet kitabımda ben de benzer konulardan bahsediyorum. Necib Mahfuz’un Kahire’si, Dostoyevski’nin St. Petersburg’u, Charles Dickens’ın Londra’sı... Romancılarla şehir arasında da bir bağ var. Yahya Kemal de İstanbul’u şiirleriyle çok güzel yansıtmış biridir.
İstanbul’da sevdiğiniz lokantalar var mı?
Üniversite yıllarından beri bir şeyi kutlayacaksak Hacı Abdullah’a gideriz. Lise yıllarında Aksaray’daki Bizim Köfte’ye giderdik.
Size en çok yöneltilen eleştiri dış politika konusunda... “Sıfır sorun politikasıyla yola çıktınız ama şu an komşularımızın neredeyse hepsiyle ilişkilerimiz kötü” deniyor. Bir iç muhasebe yapıyor musunuz?
Elbette muhasebe yapıyorum ama, peki bu yaşananların sorumlusu kim? Size 4 örnek vereyim. Bir, Suriye-İsrail barışı bizim arabuluculuğumuzda gerçekleşmiş olsaydı acaba bugün Ortadoğu nasıl olurdu? İki, İran Nükleer Antlaşması Türkiye aracılığıyla 2015’te değil de 2010’da olsaydı nasıl bir dünya görürdük? Üç, Türkiye’nin teklif ettiği Türkiye-Ürdün-Lübnan-Suriye dörtlü ortak pazarı, ki çok ileri bir aşamaya gelinmişti, Arap Baharı’nda Suriye rejiminin yaptığı hatalar sebebiyle durmamış olsaydı nasıl bir sonuç doğardı? Dört, Mısır’da askeri darbe gerçekleşmeseydi de Mısır’daki demokratik devrim Ortadoğu bölgesine dağılmış olsaydı nasıl bir sonuç doğardı? Bütün bu sorduğum soruların cevaplarında Türkiye’nin sorumluluğu yok. Bakın, biz bir düzen kurmaya çalıştık ama bazıları Türkiye’nin öncülüğünde doğacak bir bölgesel düzenin yarattığı rahatsızlık sebebiyle tüm çalışmalarımızı sabote etti. Gelinen noktada bölge, diktatörlerle teröristlerin mücadele alanına dönüştü.
Stratejik derinlikteki tezleriniz geçerliliğini koruyor mu?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki o teorik analizler hâlâ geçerli. Ben o çalışmayı bir diplomasi tecrübesi üzerinden değil bir akademisyen olarak yapmıştım. Şimdi yazacak olsam omurgasında değişiklik yapmam, ama kaslarında ve sinirlerinde değişiklikler yaparım. Aslında son gelişmeler bile söylenilenin aksine savunduğum tezlerin geçerliliğini ortaya koyuyor.
Geçen hafta Fatih’teki ilkokulunuzu ziyaret ettiniz. O günleri nasıl hatırlıyorsunuz?
4 yaşımdan 11 yaşıma kadar Fatih’te büyüdüm. Evde muhabbet hiç eksik olmadı. Babam annemi kaybettikten sonra Konya’da tekrar evlendi. Birlikte buraya geldik. Beni büyüten annem çok merhametliydi, gerçek annemi aratmadı. O zamanlar Fatih’teki evlerin çoğu tarihi ahşap evlerdi. Mahalle kültürünün, komşuluk ilişkilerinin yaşandığı çok güzel günlerdi.
İstanbul Erkek Lisesi’ndeki günler nasıldı? O dönem kurduğunuz arkadaşlıklar hayatınızı nasıl etkiledi?
Lise yıllarım zihin dünyama da karakterime de büyük etki etti. Düşünün Konya’dan gelmişsiniz, tipik Yörük Türkmen bir çevrenin ferdi olarak, İstanbul’da Fatih gibi bir yerde, yani muhafazakâr İstanbul kültürünü yansıtan bir ortamda büyümüşsünüz. Bir anda sınıfa giriyorsunuz ve karşınıza beyaz saçlı, mavi gözlü bir Alman hoca çıkıyor... Hâlâ da kendisini hatırlarım. Lise hayatım boyunca Batı-Doğu ayrımını bütün zihin dünyamı etkileyecek şekilde derinden yaşadım.
Arkadaşlarınız hep modern ailelerin çocukları mıydı?
Modern, kalburüstü ailelerin çocukları da vardı, Anadolu’nun değişik yerlerinden gelmiş parasız yatılı sınavını kazanarak kalan çocuklar da. Benim gibi geleneksel çevrelerden gelenler daha azınlıktaydı. Modern Batılı eğitim veren bir okulda okudum. Bir tarafta daha sistematik, kurumsallaşmış okul ortamı, diğer tarafta aileden gelen bir kültür...
İstanbul Erkek Lisesi’nde bu değerler birleşti...
Kesinlikle... Bir sentez vardı ortada. Doğu’nun irfan anlayışıyla Batı’nın sistematik zihniyeti birleşiyor ve siz bunu fark etmeden yaşıyorsunuz. Bu durum bir müddet sonra kimliğinizin bir parçası haline geliyor; aşkla disiplinin sentezi... Kendi köklü tarihimizle, “Batı bizden üstündür” anlayışı arasındaki dengeyi bulmak adına çok ciddi arayışlara girmiştim. Batı klasikleri ve Doğu klasiklerini aynı anda çok yoğun okurdum. Şu anki birikimimin temeli, o yıllardaki gerilimde oluştu. Lise yıllarında bir yanda Stalin’i, Hegel’i; diğer yanda aynı dönemde İmam-ı Azam’ın Fıkh-ı Ekber’ini de, Gazali’yi de okuduk. Lise çağlarında bu okuma serüveni arkadaşlarla birlikte de yapılırdı, bazen Beyazıt’ta bir kahvehanede oturur kitap okurduk...
Murat Ülker’le o dönemden arkadaşsınız değil mi?
Evet, ben yatılı okuyordum, Murat gündüzcüydü. Yatılı okumanın başka meydan okumaları vardı. Samimi ilişkiler yürütmek çok zordu. Lise birden itibaren fikri karşıtlıklar derinleşti. Çok samimi olduğumuz arkadaşlarımızdan bazıları sol çizgiye yöneldi.
Solcu arkadaşlarınızla hâlâ görüşüyor musunuz?
Evet. 15 gün önce aradılar. Hem hasret gidermek istediler hem de ülkemizdeki ortamla ilgili aktarmak istedikleri varmış, konuşmak istediler. Oturduk, birlikte yemek yedik. Orada 30 yıl öncesine gittik. Hepimiz sınıf arkadaşıydık o masanın çevresinde. Ne ben Başbakandım ne onlar doktor, işadamı ya da başka bir meslek. Birbirine ismen hitap eden insanların verdikleri güven duygusu başkadır. Sağcı ya da solcu bütün arkadaşlarıma tatlı bir hatıra olarak bakıyorum. Lisedeyken sağdan ve soldan arkadaşlarımız çatışmalarda hayatını kaybetmişti. Hepsi de bu ülkenin daha bağımsız, daha onurlu olması için mücadele etmişti. Düşünün daha lise yıllarında bile bu tür çatışmalar yaşanıyordu.
Sonra Boğaziçi yılları başladı...
Evet... Üniversiteye başladıktan bir hafta sonra “Biz seni tanıyoruz. Burada lisede yaptığın faaliyetleri yapamazsın” tehdidiyle karşılaştığım liberal bir ortam düşünün! Gençlik hareketi liderleri olarak biliniyorduk. Aslında annem o dönemdeki gelişmelerden kaygılanıp Almanya’da okumamı istiyordu. Oysa ben Boğaziçi’ne sadece okul okumak için değil, fikri bir hareket için gittim.
Neydi o fikri hareket? İslamcı kuşağın Boğaziçi’ndeki altyapısını kurmak mı istemiştiniz?
Evet, ama bu şimdi anlaşılan şekliyle bir İslamcılık değildi. Fatih Camii’nde, sokaklarda, sahaflarda hissettiğim şeydi. İstanbul’un özü İslam’dı. Bütün lise hayatım bu yüzleşmeyle geçti. Bir yandan Marksist literatürü diğer yandan diğer ideolojilerin eserlerini okuyorduk. Tarihi ve diyalektik materyalizmi gözden geçiriyordum. Sürekli tartışıyorduk. Bu yüzleşmeler ve tartışmalar sonunda ya çok sert bir ateist olacaktım ya da sağlam bir mümin... Vasat olma şansım yoktu. O gerilimi öylesine içeriden ve yoğun bir şekilde yaşamıştım ki bir gün “Biri bana Allah inancımdan daha kuvvetli bir şekilde varoluşumu anlamlandıracak bir şey söylesin, ona inanacağım” demiştim. Hayatımı değiştiren ve ruhuma yön veren husus Esma-ül Hüsna oldu. Allah’ın güzel isimleri üzerinden bir varoluş alanı oluşturup kendi varoluşumu anlamlandırıyordum. Boğaziçi o zamanlar sağlam entelektüellerin olduğu bir ortamdı. Öğrenciler arasında ideolojik ayrışmalar olmakla birlikte ortak bir kültür atmosferi vardı. Cemil Meriç, konuşmalar yapardı.
Doktora tezinizi Şerif Mardin ile yazmışsınız...
Evet. Şerif Mardin Hoca’yla saatlerce baş başa sohbetlerimiz olurdu.
Tansu Çiller de hocanızmış...
Evet, Boğaziçi Üniversitesi’nde çift anadal yaparken Ekonomi Bölümü’nde Tansu Hanım’dan da ders aldım. Geçen gün bir tebrik için aradığında o günleri de konuştuk.
Bu seçim AK Parti için “Köprüden önce son çıkış” diyebilir miyiz? Stresli misiniz?
Hayır, böyle bir şey söz konusu değil. AK Parti daha önce pek çok sınavdan başarıyla geçti. 1 Kasım’dan da başarıyla çıkacağız.
Tek başına iktidar olamama endişeniz var mı?
Hayır, yok. Biz gereğini yaparız ama nihayetinde takdir milletin. 7 Haziran’da da söylediğim gibi elinizden geleni yaparsınız. Esas olan milli iradedir, ona da saygı gösterirsiniz.
AK Parti’nin geldiği noktadan memnun musunuz? AK Parti’yi son yıllarda kutuplaşmayla, otoriterleşme, medyaya baskıyla, yolsuzluklarla ilişkilendiren eleştirilere ne diyorsunuz?
Ortak akıl, tevazu, yolsuzlukla ve yoksullukla mücadele… Bu değerler bizim için gerçekten önemlidir. Farklı fikirlerin ifade edilmesi hususunda her zaman açık ve net tavrımı sürdürdüm. Ama şunu da göz ardı edemeyiz; AK Parti sadece ideolojik değerler üzerinden kurulmuş bir parti değil, aynı zamanda bir kitle partisidir. Kitle partilerinde her tür insan kendine yer bulabilir. Bu esnada halkın yanlış algılamasına sebep olan davranış biçimleri de gelişebilir. Güç sahibi olduğunuzda, normalde o hareketin içinde olmayacaklar da o hareketin içine girmeye çalışır. AK Parti içinde yanlış yapanlar olabilir. Önemli olan, yanlış yapanların partinin ana omurgasını oluşturmaması ki böyle bir şey de zaten söz konusu değil.
İktidara yakın medyadaki bazı köşe yazarlarının ya da kimi sosyal medya hesaplarının söylemlerinin sizi de rahatsız ettiği oluyor mu?
Yanlış olan şeyin yanlışlığı, söyleyen kişiye göre değişmez. Yanlış kim tarafından yapılırsa yapılsın yanlıştır. Bir dönem AK Parti’ye ağır eleştiriler yaptıktan sonra AK Parti’ye yakın bir tavır sergilemeye çalışan birisi, eğer gerçekten samimi bir değişim yaşıyorsa bu takdire şayandır. Ama üslupta, yöntemde yanlış yapanlar, tevazu, hoşgörü gibi değerlerden uzaklaşanlar varsa, onlar ister eskiden beri AK Parti’de olsun, ister yeni gelmiş olsun, yaptıkları yanlıştır. Yanlış olarak görülmesi gerekir… Ben kullanılan dilin, söylenen söz kadar değerli olduğunu düşünürüm. Bu konularda özgürlükçü ve müsamahaya dayalı anlayışın muhafaza edilmesi çok önemli…
Son dönemde parti içinde bazı gruplaşmalar yaşandığı söyleniyor. Partinizde gizli bir güç savaşı mı var?
Genel Başkan olduğumda kendime 3 hedef çizmiştim. Birincisi, ne olursa olsun, kim ne yaparsa yapsın, şahsi hesaplara aldırmadan partinin birliğini koruyacağım. İkincisi, 7 Haziran seçimlerinden sonra ülkenin yönetiminde bir boşluk oluşmasına izin vermeyeceğim. Üçüncüsü, sorunların çözülmesi ve yeni bir vizyon belirlenmesi için çabalayacağım. Şimdi dönüp baktığımda kendime çizdiğim bu çerçevenin içinde kaldığımızı düşünüyorum. AK Parti kendi içinde yenilenerek, tazelenerek, güçlenerek yola devam ediyor.
Peki, bu süreçte kırıldığınız oldu mu?
Eğer ülkeyi yönetme sorumluluğum olmasaydı o zaman belki şahsen kırılabilirdim, ama şu durumda şahsen kırılmaya hakkım olmadığını düşünüyorum.
Söyleşinin tamamı için tıklayın
© Tüm hakları saklıdır.