Gündem

'Darbe suçunu, tecavüz suçu gibi görmedikçe...'

"Medyanın darbecilik algısındaki devasa sakatlığı fâş ettiğini düşündüğüm bu soruya kendimce bir cevap vereceğim, fakat önce hikâyeyi özetlemek, tarafların iddialarını aktarmak istiyorum..."

28 Şubat 2012 12:03

 

 
Alper Görmüş
(Taraf, 28 Şubat 2012)
 
Bence Ertuğrul Özkök’le Emin Çölaşan arasındaki 28 Şubat atışmasında Özkök’ün “dedi”sinden de, Çölaşan’ın “demedim”inden de önemli nokta şu: Bu ikili, Çevik Bir’le o muhabbetlerinin ardından nasıl oldu da yıllar boyunca birlikte çalışmaya devam ettiler?
 
Medyanın darbecilik algısındaki devasa sakatlığı fâş ettiğini düşündüğüm bu soruya kendimce bir cevap vereceğim, fakat önce hikâyeyi özetlemek, tarafların iddialarını aktarmak istiyorum...
 
Tartışmayı, Mehmet Ali Birand’ın sunduğu 28 Şubat belgeselindeki sözleriyle Ertuğrul Özkök başlattı.
 
Radikal’den aktarıyorum:
 
“Hürriyet gazetesi yönetici ve yazarları olarak 28 Şubat döneminde Genelkurmay 2. Başkanı olan Orgeneral Çevik Bir ile yaptıkları bir görüşmeyi anlatan Ertuğrul Özkök; Tufan Türenç ve Emin Çölaşan’la birlikte Çevik Bir’i ziyarete gittiklerini, Emin Çölaşan’ın Orgeneral Bir’e, ‘Siz onu bırakın darbe yapacak mısınız? Yapmayacak mısınız?’ dediğini anlattı. Ertuğrul Özkök, Çevik Bir’in de Çölaşan’a, ‘Ne diyorsunuz Emin Bey siz!’ cevabını verdiğini söyledi.”
 
Hikâyenin bu Ertuğrul Özkök versiyonunu okuduğumda, tabii ki “olmaz öyle şey, Emin Çölaşan böyle bir soru sormuş olamaz” demedim; okuduklarıma inandım.
 
Ardından Emin Çölaşan, Sözcü gazetesinde kaleme aldığı “Nasıl da yalan söylüyor” başlıklı yazıyla Özkök’e cevap verdi. Onun versiyonu farklıydı:
 
“Söylediklerinin ilk bölümü doğrudur. Evet, Çevik Bir’i Genelkurmay’da topluca ziyaret ettik. Ekipte o, ben, Tufan Türenç, Sedat Ergin ve rahmetli Gülçin Telci vardı.
 
O günlerin kargaşa ve karmaşa ortamında kendisine sorduğum soru şudur:
 
‘Paşam, alınan bu 28 Şubat kararlarına direniş olursa, gerektiğinde silah kullanır mısınız?’ O da ‘Gerekirse kullanırız’ dedi.
 
“Darbe sözcüğü asla geçmedi. Dolayısıyla Çevik Bir bana ‘Siz ne diyorsunuz Emin Bey’ gibi şaşkınlık ifade eden bir cümle kullanmadı. Bir gün önce gazeteciler için Genelkurmay’da brifing verilmişti. Bu anlattıklarımı doğrulayan haber, Hürriyet’in 12 Haziran 1997 Perşembe günkü manşetinde açıkça var. Manşet şöyle: ‘Gerekirse silah bile kullanırız.’”
 
İki soru da aynı makamdan...
 
Bana sorarsanız, “Siz onu bırakın darbe yapacak mısınız, yapmayacak mısınız” sorusu gibi, “Paşam, alınan bu 28 Şubat kararlarına direniş olursa, gerektiğinde silah kullanır mısınız” sorusu da aynı makamdandır; “Ah, keşke” makamından...
 
Fakat yine de iki soru arasında fark vardır: Birinci versiyon doğruysa, sorunun sahibinin kaçarı yoktur, ikinci versiyon doğruysa kaçarı vardır. Nitekim Emin Çölaşan “öyle demedim, böyle dedim”, “darbe lafı geçmedi” falan gibi savunmalarla “darbeperver gazeteci” pozisyonundan yırtmaya çalışıyor.
 
Gelelim hikâyenin Ertuğrul Özkök bölümüne... Bu bölümde işaret etmek istediğim iki nokta var (her ikisinde de Özkök’ün beyanının doğru olduğundan hareket edeceğim). Birinci noktayı Yeni Şafak’tan Salih Tuna (25 şubat) çok güzel anlatmıştı, dolayısıyla işin o yanını onun sözleriyle aktarıyorum:
 
“İnsana sormazlar mı: Madem ‘28 Şubat’ın en kudretli paşası’ darbe sözünü telaffuz etti diye Çölaşan’ı terslemiş, neden bunu ‘Gerekirse silah kullanırız’ şeklinde Hürriyet’in manşetine çektin? Manyak mısın, işbirlikçi mi? Çevik Bir’i demokrat göstermekle neyden yırtacağını sanıyorsun? Dün olduğu gibi bugün de bir görevi ihmal etmiyorsun, da, şimdiki görevin ne?”
 
Bu noktanın üzerine bir cümle de ben koyayım: Ertuğrul Özkök’ün beyanını doğru kabul ettiğimizde, gerçekten de insanın aklına garip sıfatları getirecek bir durum ortaya çıkıyor. Ayrıca, Salih Tuna’nın dediği gibi, tam da 28 Şubat’la ilgili soruşturma açıldığı şu günlerde, bu sözler marifetiyle bir “demokrat Çevik Bir” imajı yaratma çabası da sırıtmıyor değil.
 
O soruda bir şey yokmuş!
 
Geldik ikinci noktaya (unutmayın, Ertuğrul Özkök’ün beyanını doğru kabul ediyoruz).
 
Tablo şöyle: Medyanın ülkedeki “Batılı” yüzü olmakla, çağdaş ve modern olmakla övünen en büyük gazetesinin genel yayın yönetmeni, yanına gazetenin yazı işleri müdürünü ve en etkili yazarını alarak ülkenin en etkili generalini ziyarete gidiyorlar... Etkili yazar, görüşmenin bir yerinde ordudan darbe beklediğini ve bunu arzuladığını, soru kılığında generalin tepesinden boca eder. Fakat general “demokrat” çıkmıştır, kendisine böyle bir soru sorduğu için yazarı ayıplar.
 
Sonra bu görüşme genel yayın yönetmeni marifetiyle ‘‘Gerekirse silah kullanırız’’ cümlesiyle manşete taşınır ve görüşmeden üç yıl kadar sonra genel yayın yönetmeni geriye dönüp bu görüşmeyi yazdığında, “etkili yazar”dan lafını esirgemeyen hınzır bir çocukmuş gibi söz eder (Hürriyet, 2 Ekim 1999):
 
Onu bırakın, bugün dahi, sorusunu darbeyi arzu ettiğini hissettirir bir tarzda sorduğunu açıkça söylediği “etkili yazar”ın o sorusunda aslında bir problem olmadığını savunabiliyor (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 25 şubat):
 
“Bence ne soruda, ne de cevapta büyütecek bir şey vardı. O gün hepimiz gazeteci olarak merak ettiklerimizi sorduk. Gazeteci sormuş, asker de hayretle karşılamış, yok böyle bir şey demişti.”
 

Darbe suçu, tecavüz suçu...

 
Bence bu sözde “objektif” gazeteci tavrı, darbeyi bir “suç”, kendisi dâhil bütün bir toplumun hak ve hukukuna yöneltilmiş açık bir tecavüz olarak algılamayan birinin hissiyatını yansıtıyor.
 
Üzerinde hiçbir ahlaki tartışma yapılamayacağı için, “darbe suçu”nu anlatırken sık sık “tecavüz” metaforuna başvurduğumu bazı okurlar hatırlayacaktır... Bu metaforu örneğimize uygulayalım...
 
Genel yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü ve etkili yazar, memleketin ekonomik meselelerini konuşmak üzere çok güçlü bir işadamından randevu alsınlar... Etkili yazar, konuşmanın bir yerinde, aldığı güçlü duyumlara dayanarak, tecavüzcülüğüyle ünlü işadamına yeni bir tecavüz planlayıp planlamadığını sorsun; hem de gayet pişkin ve yüreklendirici bir tavırla... Mesela şöyle: “Siz onu bırakın, sırada yeni bir tecavüz var mı yok mu?”
 
Hadi o sordu... Genel yayın yönetmeninin böyle bir ahlak düşkünlüğü karşısında “etkili yazar”a hınzır çocuk muamelesi yapması olacak bir şey midir? O genel yayın yönetmeninin o yazarla daha uzun yıllar boyunca birlikte çalışması olacak bir şey midir?
 
Hakiki örneğimize dönersek...
 
Bu hikâyede ben, eğer doğruysa Çevik Bir’in Emin Çölaşan’a verdiği tepkinin değil, Ertuğrul Özkök’ün Emin Çölaşan’a vermediği tepkinin önemli olduğu kanaatindeyim.
 
Düşünün: Türkiye’nin en büyük ve en etkili gazetesinin genel yayın yönetmeni, bir yazarının bir generale darbe çağrısı yaptığına şahit oluyor ve o yazar o gazetede “memlekete darbe lazım” imalı yazılar yazmaya devam ediyor.
 
Böyle bir şey ancak, genel yayın yönetmeninin darbeyi mesela bir tecavüz suçu gibi görmediği, hatta suç olarak bile görmediği zihniyet koşullarında mümkün olabilir.
 
Algı böyle değilse, darbe karşıtlığı sadece laftan ibarettir ve böyle bir gazeteci sık sık kendini darbecilerle ruh ve gönül birliği içinde bulacaktır.
 
Zafer Mutlu 12 Eylül’den sonra “Bir daha darbe olursa gazeteciliği bırakırım” demişti ama 28 Şubat darbesinin en önemli medya aktörlerinden biri olarak rol oynadı.
 
Sebebi açık: Çünkü darbeciliği hiçbir zaman, en ağır cezalara müstahak bir suç olarak görmemişti.