Gündem

"Cumhuriyet, işgale karşı çıkmayan, milletine ve ordusuna güvenmeyen yönetime kör ve sağır kalamayan akıl ve vicdan sahiplerinin seçimiydi"

"Cumhuriyet, ülkenin içinde bulunduğu durumdan ders çıkarmasını bilenler için 'aklın' işaret ettiği yoldu"

29 Ekim 2018 13:50

Asiye Koray Bendon*

Cumhuriyet Bayramı, milli bir mücadeleyi sonuna kadar hak ederek kazanmış bir milletin kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkına sahip olmasının bayramıdır. Bu tabii ki çok ama çok önemlidir. Ama bu bayramın bir yanı daha vardır; egemenliğin kayıtsız şartsız halkın olduğu ve olacağının savaşını veren Türkiye’nin savunduğu dava, Atatürk’ün Nutuk’ta da ilan ettiği gibi aynı zamanda “bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davası”dır.  Bu şüphesiz kutlanması gereken bir gündür.  Kişilerin kendi özgürlük ve haysiyetleri adına kutlayabilecekleri en önemli bayramdır Cumhuriyet Bayramı.   Çünkü sizin kaderinizi birilerinin belirlemesi demek sizin her türlü hakkınızın, hukukunuzun “yok” farz edilmesi, onurunuzun ayaklar altına alınabilmesi demektir.  Nitekim alınmıştır da… Yani ülkenin her tarafı çeşit çeşit milletler tarafından işgal edildiğinde her türlü zulüm yapılmış, insanların haysiyetiyle oynanmıştır.

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”

Bir hükümet biçimi olarak Cumhuriyet,  yani “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demek,  bir cumhur yani halk idaresidir. Ülkeyi, cumhurun yani halkın seçtiği kimselerin (bu aynı zamanda halktan biri de en yüksek makamlara gelebilir demektin) kurduğu Meclis’in kendi içinden çıkardığı hükümet yönetir demektir. Yani halk vekilleri kanalıyla birilerine ülkeyi yönetme sorumluluğunu verir.  Sorumluluğu vermeniz demek ya da birilerinin o “sorumluluğu üstlenmesi, üstlenmeye aday olması” demek “denetlenmeyi ve hesap vermeyi” de beraberinde getirir.  Bu unsurlar, Cumhuriyet’in asla göz ardı edilmemesi gereken yönleridir ki sırf bu bile Cumhuriyete sahip çıkılmasını gerektirir.  Bu bir yandan modern anlamda da insan ve vatandaşlık haklarının tesisidir.

Cumhuriyet yönetimi,  20. yüzyıla girerken,  ülkenin içinde bulunduğu durumdan ders çıkarmasını bilenler için  “aklın” işaret ettiği bir yoldu. İçinde bulunulan durum neydi? Çok genel anlatırsak. Bir kere korkunç bir borç batağındasınız. Bilim ve teknolojide geri kalmışsınız. İşgal edilmişsiniz. Osmanlı, 60 yılda 42 kere borçlanan, aldığı borçları idare edememiş, akıllıca kullanamamış, borcu borçla ödemeye başlamış bir ülke olup çıkmış. Bakın, çok önemli bir husus atlanıyor. 1875 yılında Osmanlı Devleti iflas etmiştir. O tarihte dış borçları 200 milyon sterlindir. Aynı tarihteki yıllık bütçe 22 milyon sterlin, ödenmesi gereken yıllık borç 12 milyon sterlindir.  1881 yılında Muharrem Kararnamesi ile borç ödemelerine bir takvim ve şekil getiriliyor. Düyun-u Umumiye İdaresi oluşturuluyor, gelirlerinize el konuluyor. Bir ülkenin gelirlerine el konulması ne demek!  Ama ortada hesap veren kimse yok. Ülkeyi yönetenleri hiçbir şeyden sorumlu tutamıyorsunuz.  Müthiş bir yozlaşmayı getiriyor tabii böyle bir durum. Hal böyleyken böylesi bir yönetimin devamını hangi akıl ve vicdan sahibi kimse isteyebilir ki zaten.

Kör ve sağır kalamayanlar

“Cumhuriyet idaresi” ülke her taraftan işgal edilirken, her türlü varlık ve değerlerine el konulurken bir reaksiyon göstermeyen, milletine ordusuna güvenmeyen bir yönetime karşı kör ve sağır kalamayan akıl ve vicdan sahiplerinin seçimiydi. 

Bu güven meselesini açmak gerekir. Atatürk yeni görevine başlamak için Samsun’a hareket etmeden önce Sultan Vahdettin’i ziyaret eder. Karşısında “Ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geldiğini tasavvurda tereddüde duçar oluyorum” diyerek aczini ve yetersizliğini ortaya koyan, ne yapılması gerektiği hakkında hiçbir fikri olmayan bir padişah bulur. Sadece kendi tahtını, sarayını, hanedanını (ailesini) düşünen bir adam. Sayesinde sarayında refah içinde bir hayat sürdüğü Türk milletine lâyık olduğu ilgiyi, himayeyi ve güveni göstermeyen aynı padişah, bu görüşmeden sadece 10 ay sonra bu defa da Rauf Bey’e “Bir millet var, koyun sürüsü” de demiştir. (Bunları F.F. Tülbentçi’nin Sel Yayınları’ndan Çıkan “Cumhuriyet Nasıl Kuruldu” başlıklı kitabından da okuyabilirsiniz.)

Akl-ı selim sahibi hiç kimsenin kabul edemeyeceği bir ifadedir bu. Ne var ki ne Vahdettin’i ne de sırf hanedandan oldukları için taht sahibi olan diğer padişahları, böyle düşünmekten ya da halka böyle muamele etmekten alıkoyacak herhangi bir güç yoktur. Onlar hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz ve denetlenemezdir.  Hal böyleyken milyonlarca insanın canı kanı pahasına kazanılmış milli bir mücadeleden sonra “yönetim”i yeniden “Saray”a bırakmak kelimenin en hafif anlamıyla “ahmaklık” olurdu.

Açıkçası, idarenin yeniden acz içindeki, yetersiz, ehliyetsiz bir hanedan üyesinin eline geçmeyeceğinin ya da onlardan birinin yine ülkeyi “rüşvet ve makamlar dağıtarak, sansür ve sürgün korkusuyla yönetme yoluna” gitmeyeceğinin bir garantisi yoktu.

Jurnalciler, sansür ve sürgün konularını herkes biliyor zaten diye düşünüyorum. Ama rüşvet ve makamlar dağıtma hususuna bir örnek vermek isterim ki giderek yozlaşmış Osmanlı saltanatında bunların binlerce örneği vardır. II. Abdülhamit, kendisine yakın tarikat şeyhlerinden Ebü-l Hüda mahlasını kullanan Sayyadi’nin (büyücü, falcı gibi sıfatlarla tanınan biridir bu adam)  oğlunu Şura-yı Devlet (bugünkü Danıştay) üyesi, kardeşlerinden birini Maliye Meclisi, diğerini Maarif Meclisi üyeliklerine atar. Sayyadi’nin yeğeni ve kız kardeşine (havadan) maaş bağlatır. Bu da yetmemiştir, bu şeyhin 15 yaşındaki torununu gümrük müfettişliğine terfi ettirir. (Aykut Kansu, 1918 Devrimi. 1995)

Payitaht yerine başkent terimi

Atatürk ve arkadaşları, milli mücadeleyi yürüttükleri bütün o acılı süreç boyunca hem stratejik olarak güvenli bir merkez olarak seçtikleri Ankara’nın “başkent” olacağını ilan etiklerinde, “payitaht” terimini de yürürlükten kaldırmışlardır. Nitekim Atatürk “payitaht teriminin yeni Türkiye devletinde anlamı ve yeri kalmadığını” (Nutuk ve Demeçler) söyler ki,  bununla esasen bir şeyi daha söylemiş oluyordur;  sırf hanedan üyesi diye taht sahibi olanların, o tahtı birbirlerine devrederek ülkeyi yönetebilecekleri bir sisteme de son verilmiştir.  

Dolayısıyla “Cumhuriyet idaresine”, karşı çıkıp saltanatı savunmak, esasen, ülkeyi ve milletin kaderini yeniden,  bu tür “sorumsuz, denetlenemeyen, ben yaptım oldu” diyen “kerameti kendinden menkul” bir takım adamlara teslim etmeyi savunmaktan başka bir şey değildir. Yani, Atatürk aslında  çağdaş dünyada yeri olmayacak bir idare şekline geri dönülemeyeceğini görmüş bir liderdi.  

Türkçe dışında 5 (ya da 6) dil bilen ve 15 yaşından itibaren okumaya çok meraklı bir çocuk olan Atatürk, tarihi çok iyi okuyan nadir liderlerden biridir. Tarihi iyi okumak derken,  yorumlamak, dersler almak, geleceğe ilişkin yol ve yöntemler belirlemek anlamında söylüyorum bunu.  O “liyakat” ve “ehliyet” ile görevlendirmeler yapılmadığı,  adil bir seçimle görev değişimi olmadığı takdirde giderek yozlaşan yönetimlerin, kendilerini eninde sonunda tarihin “lanetli” sayfalarında bulacaklarını bilecek kadar entelektüel biriydi. “Ben yalnız liyakat aşıkıyım” diye bir sözü vardır. (Prof. Y. Ziya Özer)

Burada yeni nesil için “liyakat sisteminin” de ne olduğunu kısaca söylemek isterim.  Bir iş için görevlendirilecek kişilerin,  keyfi olarak ve akraba, kişisel dostluk vb. ile değil, aynı parti ya da dernekten olması, aynı siyasi görüşü paylaşmasına göre değil, cinsiyetine, yaşına ya da soyluluk durumu gibi ölçütlere göre değil, görevin gerektir­diği yeterlilik, nitelik ve yeteneklerine göre, aynı  şartları taşıyan herkesin katılımına açık olarak yapılan bir seçim yöntemiyle belirlendiği bir sistemdir.

Atatürk bilgiyi “dolgu” malzemesi olarak kullanan biri olmadığı içindir ki, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığı günden itibaren her türlü milli mücadelenin “halk”la birlikte kazanılması ve halka mal edilmesinin savaşını verir.  Ama her şeyden önce milletine ve ordusuna güvenir. Bu noktada Afet İnan’ın aktardığı bir olayı nakletmek isterim.

Milli Mücadele’nin en kritik zamanlarıdır. Düşman gayet üstün kuvvetlerle memleket içlerinde ilerlerken,  ülke içinde milli kuvvetler ikiye ayrılmıştır. Biri Kuvva-yı Milliye diğeri de Saray’ın ve padişahın damadı olan sadrazamın (başbakan)  ölüm emri çıkarttıkları Atatürk ve arkadaşlarının liderliğini yaptıkları Kuvva-yı Milliye’ye karşı kurdurduğu, düşmanla işbirliği yapan Kuvva-yı İnzibatiye.  Hem düşman güçleri hem de padişahın üzerlerine gönderdiği bu işbirlikçilerle mücadele etmek zorunda kalan Kuvva-yı Milliye bazı yerlerde çekilmeye mecbur kalır.  Temmuz 1920’de bu çekilmeler panik halini almış bir durumdadır. Eskişehir’de toplanılmaya başlanır. Atatürk de Ankara’dan Eskişehir’e gelir; yolda gördüğü askere “Nereye!” diye sorar.   Bilen yoktur.  Yaverine sordurur.  Biri ona halet-i ruhiyelerini şöyle anlatır: “Üstün düşman güçleri karşısında çekilmeye mecbur kalmış, bozguna uğramış askerlerdik. Kuvva-yı Milliye idik. Halimizden, kumandanlarımızdan utanıyorduk. Başlarımız öne eğilmiş, istasyon civarında toplanmıştık.”

Mustafa Kemal gür bir sesle hitap eder onlara: “Sizler kahramansınız. Aslanlar gibi dövüştünüz. Çok üstün düşman kuvvetlerine karşı elbette çekilmeyeceksiniz. Çünkü yeni kuvvetler vereceğim. Toplu olacağız ve düşmanı yeneceğiz. Buna benim imanım vardır.”

Atatürk bir tek bu sözlerle yetinmez, birkaç da askeri talim yaptırır, takdir dolu sözler söyler.  Yani ne hakaret etmiştir, ne kibir ve hırsla bağırıp çağırmıştır. Buradaki insaniyet ve zerafete de bakar mısınız?

Bu anı, onun halkına ve ordusuna olan güvenini ve saygısını göstermeye yeter sanırım.

Cumhuriyete kimler muhalefet etmişti? 

Devletin yeni yönetim şeklinin Cumhuriyet olmasına muhalefet eden birkaç grup vardı. Bunların ilki son padişah Vahdettin ile onun hiçbir şekilde ehil olmadığı halde 5 kere sadrazam yaptığı cahilliği ve görgüsüzlüğü ile ün yapmış damadı Ferit Paşa ve güruhunun apar topar kaçmasından sonra ortada kalan çıkar gruplarıydı. Bunlar yıllardır Saray ve çevresinden her türlü beslenen, ülkenin kaynaklarını sömüren,  sadece kendi çıkarlarını düşünenlerdi ki bunlar tabi ki saltanatın geri gelmesini istiyorlardı. Atatürk’ün baştan beri savunduğu milli mücadeleye karşı çıkan, yer yer Saray, yer yer de işgalci güçlerle işbirliği yapan bir kesimin hem çıkar muslukları kesildiği hem de korktukları için muhalefet etmeleri çok doğaldı. Dolayısıyla bunları tartışmaya gerek yok.

Bir de başta Atatürk olmak üzere milli mücadeleyi yöneten ve kazanan Ankara’daki hükümet ve Büyük Millet Meclisi’nin “oluru” ile halifeliğine izin verilen Abdülmecit Efendi’nin halifeliğini kullanarak, onu bir nevi devlet reisi olarak tanımak isteyen bir grup vardı. Bunların bir kısmı tabi ki bundan beslenecek olanlar ve bir kısmı da gerçekten yobaz ve cahil olan kimselerdi; bir sonraki adımın ülkede yeniden bir “aile saltanatının” kurulması olacağını, o aile bireylerinin ehil ya da değil  “hiçbir sorumluluk üstlenmeden, ölene kadar” “Saraylarda saltanat süreceklerini” akıl edemeyenlere cahil diyebiliriz diye düşünüyorum.  Ama akıl etse de bir taraftan Atatürk ya da Milli Mücadele ekibinden bazı kimselere kişisel husumetleri nedeniyle, öte yandan bu yeni durumdan beslenemeyeceklerini anladıkları için, bu “yakışıksız” durumu görmezden gelebilen kimseler de vardı ki bunlar arasında İstanbul’dan yayın yapan, bazısı İngiliz bazısı Amerikan mandası peşinde de koşan birkaç işbirlikçi gazete de bulunuyordu. 

Ekim 1923’te yani 20.yy’ın ortasına doğru yol alınırken, geniş halk kitlelerinin o denli yoksul ve cahil bırakıldığı, ülkenin işgal edilmesine ve parçalanmasına yol açan, ülke zenginlikleri ve değerlerinin yabancılara peşkeş çekildiği, borç batağı içinde debelenip duran, yozlaşmış bir yönetim sistemine “geri dönmek istemeyi” “insanlığa ihanet” addedilmesi gereken bir durum olarak görebiliriz.  

Son olarak bu noktada bir gruptan daha söz etmek lazım. Onlar da bir hükümet şekli olarak Cumhuriyetin nasıl bir yönetim olacağını kestiremeyen, o dönem için nispeten anlaşılabilir ya da hak verilebilir bulabileceğimiz kimselerdir.  Ancak bunlar arasında bir de “bakanların da tek tek Meclis tarafından oylanarak, seçilmesi” şeklinde ve iki dönem uygulanmış olan sisteme devam edilmesini isteyenler vardır ki -bunu Cumhuriyet yönetimine muhalefet olarak  görmeyebiliriz - bir tek bu görüşü tartışılabilir bulabiliriz. 


*Emekli gazeteci, araştırmacı yazar