Hayko Bağdat
Siyaset siyaset sıktı biraz.
Bu köşede bazen sizlere ilginç Ada hikâyeleri, değişik simalar anlattığım olurdu ne güzel.
Bugün de öyle yapacağım izninizle.
Sonra yine siyaset, kavga, nümayiş meselesine döneriz, acelesi yok.
Hani tüm dinlerin birarada yaşadığı, tüm ibadethanelerin aynı coğrafyada var olduğu, herkesin inancını özgürce yaşadığı mükemmel bir tarihçemiz var ya!
O yalan işte, bugün en az Hıristiyan’ın yaşadığı İslam ülkesiyiz biz. Üstelik yüz yıl önce nüfusun beşte ikisi Hıristiyan iken.
Fakat bizim Kınalıada her şeye rağmen bu özelliklere sahip ender mekânlardan birisi olsa gerek.
Çocukluk hikâyelerimiz ülkenin tüm siyasi iklimine rağmen farklı kesimlerden gelenlerin oluşturduğu yeni bir “biz” kavramı icat ederek başladı.
Biz iyi çocuklardık.
Kimseler ilişemezdi duygumuza, sevgimize.
Hiçbir gelenek, hiçbir önyargı teslim alamazdı inşa ettiğimiz küçük dünyalarımızdaki büyük sözlerimizi.
Ermeni’yi de, Rum’u da, Türk’ü de, Kürt’ü de, Laz’ı da yedirmezdik kimselere.
Öyle Başbakan’ın meydanlarda atıp tuttuğu gibi de değil, gerçekten yedirmezdik, döverdik “biz”e kötülük olsun diye el uzatanları.
Vicdanlarımızdan gemici halatlarıyla bağlanmıştık birbirimize.
Bülent vardı arkadaşımız.
Deli dolu, çılgın kaptan Bülent.
Yirmili yaşlarının başındaydı daha, beyninde tümör var dediklerinde.
Çok para lazım oldu ameliyatı için.
Seferber olduk.
Teknesini kullandığı Ermeni işadamı çok zengindi, çıkardı verdi ne lazımsa. Esnaf da koydu ortaya cebinde olanın hepsini.
Bizler de bizim okul derneklerinde, adına bağış biletleri falan sattık, ama bizimki devede kulak.
Ameliyat oldu, iyi gibiydi Bülent, sonra ecel ısrarcı çıktı, aldı onu bizlerden.
Naaşı camide kaldı gece.
Sabaha kadar ikişerli nöbet tuttuk Türkiye’de bir emsali daha bulunmayan, o garip minareye sahip ibadethanenin kapısında, sırayla.
“Cuma namazını müteakip cenazesi kaldırılacaktır” anonsunu geçti belediye hoparlörü.
Ertesi gün, ezanın okunmasına daha bir saat kala kapıdaydık; ben, Nışan ve Hagop.
Hacı Amca vardı belediye işçisi, gördü bizi ve “Çocuklar camiye girecekseniz abdest alaydınız” deyiverdi.
Ömer Amca’nın berberinde, biraz da yardım alarak hallettik o işi, çok zor değilmiş zaten.
Camide en arkaya geçip safa durduk.
Fakat ezan sesiyle birlikte öyle bir kalabalık bastırdı ki bir anda önden arkaya, sağdan sola tam ortasında kaldık cemaatin.
Tembeller, biraz erken gelseler ölecekler sanki.
İmam Cuma’yı kıldırmaya başladı.
Herkes secdeye yatınca diz üstüne çöküp, herkes ayağa kalkınca ayağa kalkarak göze batmamaya çalıştık Nışan’la ben.
Konuşmadan anlaşmıştık, senkronize olmalıydık yoksa millete ayıp olacak.
Bizim Hagop fena eyyamcı çıktı, herkesten daha şekilli kılıyor namazı zevzek.
En son diz çökmüş hâlde atlattık bu işi diye sevinirken, bütün cami kafasını çevirip bize bakmasın mı?
Biz de çevirdik kafamızı aynı tarafa hemen.
Bu sefer de o taraftakiler bize bakıyor yahu.
Tutturamadık ayarı, selam veriyormuşsunuz namazın sonunda meğer.
O acılı hâliyle gülümsedi cemaat çabamıza, hâlimize, ifademize.
Çıktık Cuma’dan.
Şimdi, cenaze namazı için safları sıklaştıralım dediler avluda.
E, içeride ne yaptıydık o zaman?
Bizim cenazelerde sadece o duruma özel ayin düzenlenir ve kilisenin içindedir tören.
Söyleseydiniz ya arkadaş Cuma namazı başka, cenaze namazı başka diye önceden.
Gerçi ne mahsuru var, bize fazladan iki sevap yazılmış, Bülent’in ruhuna biraz daha dua gitmiştir, en kabadayısı, ya ne olacak?
Camiden tepedeki mezarlığa taşırken Bülent’in naaşını camlardan gözyaşlarıyla okunan Rumca, Ermenice, Arapça duaların arasına karışmış olsun sesimiz.
Adını andık, toprağı bol olsun kardeşimizin...