Kültür-Sanat

'Cinayetin kraliçesi kaplanlarını ehlîleştiriyor'

Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımıcısı Yasemin Çongar'ın, "Cinayetin kraliçesi kaplanlarını ehlîleştiriyor" başlığıyla yayımlanan (10 Aral&

10 Aralık 2011 02:00


T24 -
Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımıcısı Yasemin Çongar'ın, "Cinayetin kraliçesi kaplanlarını ehlîleştiriyor" başlığıyla yayımlanan (10 Aralık 201) yazısı şöyle:

Onun cinayetlerindeki esrar maktûlle değil, mekânla başlar. Bir evren kurar önce. Bir mahalle, bir manastır, bir okul, bir kulüp, bir yurt, bir malikâne. Sınırlarını en baştan çizip, beşeriyet denizinin ortasına özenle yerleştirdiği, görünür ilişkilerini ince ince anlatıp gizli kurallarını ise sadece sezdirerek ruhunu verdiği bu adacıktan –bazen de kelimenin gerçek anlamıyla bir adadan– ne mene bir katil çıkabileceğini düşünürken yakalarız kendimizi.

Henüz ortada ceset bile yoktur ama cinayetin sosyolojisinin gündelik düzenin en sıradan ayrıntılarında kodlandığını kavrarız okurken. Her cinayet en az iki kişiliktir zira. Öldüren şiddet nihayetinde tek bir insanın aklından bile doğsa, her aklı bir ilişki döller.


Mucit gibi değil, kâşif gibi yazmak

Phyllis Dorothy James, nâm-ı diğer “Holland Park Baronesi” ya da dünyanın tanıdığı imzasıyla P. D. James, yetmiş yedi yaşına bastığı gün –demek ki bundan on dört yıl önce— başlayıp yetmiş sekizine bastığı güne dek tuttuğu günlüğe dayandırdığı ve 2001’de “bir otobiyografi fragmanı” alt başlığıyla yayımlanan Time to Be in Earnest (Samimi Olma Zamanı) adlı hâtıratına benim çok sevdiğim bir girizgâh yapmıştı: “Yayımlanma amacıyla tutulan bir günlük –bir romancının tutup da yayımlamak istemediği kaç günlük vardır ki zaten– yazma biçimlerinin en bencilidir.”

James kitabın girişinde bir yazarın her gün ne düşündüğünün, ne yaptığının, ne yiyip ne içtiğinin kendisi gibi başkaları için de ilginç olabileceği kabulündeki bencilliği böyle peşinen sahiplendikten sonra, teşhirdeki samimiyetin sınırlarını da itiraf eder: “Hafızamın, nefsi müdafaa amaçlı sansürünü uyguladığı konular da var. Ne yapacağı belli olmayan tehlikeli hayvanlar gibi bilinçaltımın çukurunda kıvrılmış yatıyorlar.

Bu bana merhametli bir mesafe gibi görünüyor; bir psikiyatristin divanına uzanıp bu hayvanların homurtularla uyandığını işitmeye hiç niyetim yok. Ama nihayetinde ben bir yazarım. Biz şanslı insanların bu tür çarelere nadiren ihtiyacı olur. Bir psikiyatrist –Anthony Storr muydu – ‘Yaratıcılık, iç çelişkilerin başarıyla çözümlenmesidir’ diye yazabiliyorsa eğer, o zaman popüler tür edebiyatının bir tedarikçisi olarak ben ve o büyük dâhi Jane Austen, uyuyan kaplanlarımızı ehlîleştirmek için aynı çareyi bulmuşuz demektir.”

Bu “bencil” ve “ancak bir yere kadar samimi olabilen” sesin sahiciliğini seviyorum ben. James’in çılgın bir mucitten çok, sabırlı bir kâşifin zekâsıyla, olağanüstü durumlar icat etmekten ziyade olağan durumları yeniden keşfederek yazdığı cinayet romanlarını piyasaya çıkar çıkmaz okuma isteğimin yıllardır değişmemesinin nedeni de aynı sahici ses sanırım.


Esrarın yazarı, ilişkilerin yazarı…

Her cinayet “bir ilişki” olduğuna göre, bir cinayet yazarının mahareti de, ilişkileri nasıl anlattığıyla ölçülecektir ister istemez. Öncelikle katille maktûl arasındaki ilişkiyi, daha genel olarak ise katili katil yaparken, maktûlü de kurban eden ilişkiler bütününü iyi anlatan bir yazar, “polisiye” deyip geçilemeyecek ya da P. D. James’in kendini Austen’la kıyaslarken “popüler tür edebiyatı” diye tevazuyla kabullendiği genre yazarlığının dar sınırlarında kategorize edilip unutulamayacak kadar kalıcı bir iş yapmaktadır aslında; hakikaten edebiyat yapmaktadır.

1920 Oxford doğumlu James’in, doksan birinci yaşını taçlandıran romanını okuyorum şimdi. Romanın özel bir sürprizi var; James, edebî açıdan çok riskli olabilecek bir oyun oynuyor. Bu oyun üzerine düşünürken, yıllar önce Georgetown Üniversitesi’nde “Polisiye Edebiyat” adlı harikulâde bir dersini aldığım Abby Arthur Johnson’la aramızda geçen bir diyalogu hatırladım.

James’in romanlarını anlatırken, sanırım onun bir cümlesinden yola çıkarak “Cinayet, maktûlün mahremiyetini bitirir” demişti Abby ve bunun üzerine, “güçlü bir cinayet romanında, okuru sarsan şeyin ne kadar vahşi olursa olsun ölümün ve şiddetin, yani cinayetin kendisi değil, bu cinayet sayesinde mahremiyet zırhının da kırılıvermesi, önce maktûlün, sonra yavaş yavaş muhtelif şüphelilerin, genellikle en sonda da katilin çırılçıplak kalması olduğunu” konuşmuştuk.

James’in yeni romanı Death Comes to Pemberley (Ölüm Pemberley’ye Geliyor) bu çıplaklığı, Jane Austen’ın nispeten “giyinik” dünyasına reva görüyor. Austen’ın bundan iki asır önce yaratırken aslında ruhlarını da epeyce soyduğu karakterleri devralan James, onların, dönemin İngilteresinin “evcil” ortamlarında Austen gibi bir karakter sarrafının elinde bile ancak bir dereceye kadar gevşeyen zırhlarını, bir cinayetin ateşinde pervasızca eritmeye girişmiş. Bu edebî oyun, Austen’ın muhafazakâr tutkunlarını ürkütme riski taşısa da, sonuçta, James’in kendini sadece esrarın değil, ilişkilerin de yazarı olarak bir kez daha kabul ettirmesine yarıyor.

Pemberley, mâlum, edebiyatın en meşhur kurmaca mekânlarından biri; Bay Darcy’yle evlenince Elizabeth Bennet’ın da yerleştiği dillere destan kır malikânesi. Evet, tabii, o Elizabeth’den ve o Darcy’den söz ediyorum. Romanı okuyanlarınız kadar, hikâyeyi —artık yaşınıza göre—Clare Higgins’li ya da Colin Firth’li BBC dizilerinden ya da 2005’teki Keira Knightley’li filmden hatırlayanlarınız, Sense and Sensibility’nin (TürkçeyeAkıl ve Tutku, Kül ve Ateş, Sağduyu ve Duyarlılık adlarıyla çevrildi; benim tercihim sonuncusu) Bennetları, Darcyleri, Bingleyleri, De Bourgh’ları, Wickhamları, Albay Fitzwilliam’la Bay Collins’i az biraz tanıdığınızı hissediyorsunuzdur sanırım. Tabii, eğer sıkı bir Austen okuruysanız, bu tanışıklık çok daha ilerlemiştir muhtemelen; Elizabeth Bennet ile Bay Darcy’nin aşkı üzerine teori üzerine teori kurup, sonra her birini tek tek çürütmüşlüğünüz bile olabilir.

İşte James, bütün bu “tanıdık” karakterleri, Austen’ın onlara veda etmesinden pek de uzun olmayan bir süre sonra Bennet-Darcy evliliğinin altıncı yılında yeniden biraraya getiriyor. Tarih 1803 ve Elizabeth artık iki çocuk annesi. Pride and Prejudice’in sonunda Bay Bingley’yle evlenen kardeşi Jane de çocuklarıyla birlikte yakın bir evde yaşıyor. Onlar ve Austen’dan yadigâr diğer bütün ahbaplarımız, yıllık balo için Pemberley’de buluşmaya hazırlandıkları bir sırada hiçbir Austen okurunun asla ummayacağı, her James okurunun ise en baştaki mekân ve çevre tasvirlerinin içinden geçerken sabırla beklemeyi öğrendiği şey gerçekleşiyor: Bir cinayet! O andan itibaren Austen, kendi aklının ürünü olan Pemberley’de sadece bir hayalet artık, arada birkaç vecizeyle kendini hatırlatsa da, çocuklarının kaderini çaresiz James’e emanet edip, sessizce izliyor olan biteni.


“Katil kim” sadece ana izlek

Death Comes to Pemberley’nin başında “yazarın notu” başlıklı bir bölüm var. James, “Onun sevgili Elizabeth’ini bir cinayet soruşturmasının travmasına maruz bıraktığım için Jane Austen’ın gölgesine özür borçluyum. Özellikle de, Bayan Austen’ın Mansfield Park’ın son bölümünde bu konudaki görüşlerini açıkça ortaya koyduğu düşünülürse…” deyip Austen’ın kendi edebiyatının “steril” hallerini gayet iyi tarif ettiği şu meşhur cümlelerine yer vermiş:

“Suçla ve esrarla başka kalemler ilgilensin. Ben büyük bir hata yapmamış olan herkesi asgarî bir huzura kavuşturmak ve diğerlerini de bir kenara bırakmak için duyduğum sabırsızlıkla böyle iğrenç konuları elimden geldiğince hızla terkediyorum.”

James, Austen’ın bu tercihini hatırlattıktan sonra, her şeyden ziyade evliliğin iktisadına adadığı o “steril” romanlarıyla, kadın-erkek ilişkilerinin bitmek bilmez medceziri kadar, on sekizinci asrın sonuyla on dokuzuncun asrın başında İngiltere’deki toplum-birey çatışması hakkında da çok şey anlatan yazarın önünde reverans yapmayı da ihmal etmemiş: “Hiç kuşku yok ki benim bu özrüme, şayet böyle iğrenç konularla ilgilenmeyi arzulasaydı, bu hikâyeyi kendisinin yazacak ve bu işi daha iyi yapacak olduğunu söyleyerek cevap verirdi.”

Hayatının büyük bölümünü Napolyon Savaşları sırasında yaşayan Austen mâlum, iki kardeşinin de Kraliyet Donanması mensubu olarak savaşmasına rağmen, romanlarında bundan hiç söz etmez; onu okuyanlar 1789’da Bastille’in basıldığını, 1793’te Fransa’nın İngiltere’ye savaş açtığını, 1799’da Napolyon’un kendini imparator ilan ettiğini, 1805’te Amiral Nelson’ın Trafalgar Muharebesi’nde İspanyollarla Fransızları yendiğini, 1815’te Wellington’ın Napolyon’u Waterloo’da bozguna uğrattığını bilmezler.

James, Death Comes to Pemberley’de, Austen’ın yalıtılmış âlemine cinayeti sokmakla kalmıyor, yabanî dünyadaki bütün bu ölümleri de sabit bir dekor gibi yerleştiriyor metne. Bay Darcy mesela, “Fransa’yla nicedir beklenen savaşın çoktan ilan edildiği ve ülkenin güneyinde, Bonaparte’ın işgalinin an meselesi olduğunun düşünüldüğü bir sırada” balo düzenlemenin akılcı olup olmadığını sorguluyor ve romanın sonlarına doğru Albay Fitzwilliam, cinayetin gölgelediği ev ortamından kendini çekip çıkaracağını haber verirken, hiç de Austenvâri olmayan bir şekilde, “Yakında çok daha önemli işlerim olacak. Bonaparte hem karada hem denizde tam bir yenilgi almadıkça Avrupa özgürlüğüne kavuşamayacaktır ve ben de o büyük muharebede savaşma ayrıcalığına sahip olacağım” deyiveriyor.

Ama James’in Pemberley’de oynadığı oyunu benim çok sevmemin nedeni, Austen’ın dünyasını “Katil kim” sorusuyla belki bir nebze daha esrarlı, “Savaş var” cümlesinde temsilini bulan gözlem ve diyaloglarla da çok daha dışa dönük kılması değildi. Ben Death Comes to Pemberley’yi okurken çok eğlendim. Austen’ın ilk ve “en hafif” romanı olarak bilinen Pride and Prejudice’ın tanıdık karakterleri ile genelde pek “temiz” olan ilişkileri James’in ellerinde gölgelenip, gerginleştikçe daha eğlenceli bir hal aldılar sanki.

Lydia Bennet’ın hiç değişmeyen histerik ve aklı havada hallerinden, zeki ve başına buyruk ablası Elizabeth’in Darcy’yle evliliğinin aşk kadar parayla da ilgili olduğuna dönük geç kalmış itiraflarına kadar her vesileyle Austen’ın kadınlarının nasıl büyüdüklerini izlemek hoşuma gitti. Ve belki de en çok, Pride and Prejudice’da yaşları kaç olursa olsun hepsi her zaman biraz tıfıl kalan erkeklerin, James’in kaleminde olgunlaştıklarını, olgunlaştıkça kendi içlerindeki kudret ve zaaflarla başa çıkmanın türlü yollarını denediklerini, onlar bunu kâh becerip kâh beceremezken, kadınlarla aralarındaki ilişkinin de usulca kabuk değiştirdiğini görmeyi sevdim.

Austen’ın Darcy’sine âşık —ya da fazla alışık— olanlar, James’in yaşlanmış, örselenmiş ve doğrusu biraz da küçülmüş Darcy’sini yadırgayabilirler belki, ama bu Darcy’nin eski Darcy’den çok daha çıplak, dolayısıyla çok daha canlı göründüğü ve Elizabeth’in bu Darcy’yle eskisiyle olduğundan çok daha ilginç bir ilişki kurduğu da muhakkak. Hâsılı James, Pemberley’de— genre’a saygı gereği, katil gibi maktûlünün adını da sizden saklı tutacağım—cinayeti büyük bir ustalıkla tasarlarken, o cinayeti mümkün kılan ilişkileri de aynı ustalıkla yeniden kurmuş.

“Katil kim” sorusu, bütün iyi cinayet romanlarında olduğu gibi burada da, yazarın ve okurun takip ettiği ana izlek ama asla ana mevzu değil. Mevzu, her şeyden ziyade bilinçaltımızın çukurunda kıvrılmış yatan, o ne yapacağı bilinmez tehlikeli hayvanları ilgilendiriyor. Death Comes to Pemberley’yi okurken, doksan bir yaşında hâlâ kaplanlarını yazarak ehlîleştirebilen P. D. James’in yaratıcı kudreti önünde eğilmemek imkânsız.