Kültür-Sanat

Cephelerde hakikaten yeni bir şey yok

Cehennemden, arkasına bakmadan kaçar insan. Cehennemi cennette yaşayanların, sürgünü seçmesi ise zor olmalı.

16 Temmuz 2011 03:00

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Cephelerde hakikaten yeni bir şey yok" başlığıyla yayımlanan (16 Temmuz 2011) yazısı şöyle:


Cephelerde hakikaten yeni bir şey yok


Cehennemden, arkasına bakmadan kaçar insan. Cehennemi cennette yaşayanların, sürgünü seçmesi ise zor olmalı.

Cephelerde hakikaten yeni bir şey yok

Otuz küsur yıl önce zalimlerce değiştirilen bedenini hâlâ bir başkasına aitmişçesine çeke çeke sürükleyen yetmiş dört yaşında bir adamla konuşuyordum.
 Kaçabildiği ilk anda kaçmıştı buradan. Cehenneme çevirdikleri cennetini terk edip, beyaz bir kuzey ülkesinde sürgünü seçmişti. Arafı seçmişti yani, arafta yaşlanmayı. Şimdi, yıllar sonra, cennete dönerken, zamana en çok direnen şeyin, zulmün bedene ve ruha yerleşen izleri olduğunu görüyordu. Ücra bildiği varoşlarında alışveriş merkezleri yükselen, tepeden tırnağa değişmiş bir şehir karşılamıştı onu; eski adlarını artık birer şaka gibi taşıyan tanınmaz mahalleler, bir başka hayata özenen iğreti adlarla vaftiz olunmuş yeni mahalleler, yabancı yollar, geçitler, dolup taşmış tepeler, boyu uzamış binalar, boyu uzamış kızlar oğlanlar, çoğalırken tekilleşmiş bir gürültü, çoğalırken çoğullaşmış bir kalabalık, yeni dükkânlar, yeni deyimler, yeni saç renkleri, insanların gözlerinde yeni bir ışık. Hepsine tek tek baktı. Onlarda eskiyi arıyordu; sanırım neyin “hakikaten yeni” olduğunu anlamak için. Baktı, baktı. Zulmün hatırasını taşıyan izleri gördü. O izlerin arasından zulmün hâlâ bir ihtimal olduğunu haber veren işaretleri seçti. “Bu cennet” dedi, “bu cehennem” dedi; “ah, bu cehennem.” Barışın hâlâ bir “belki” olmasına kızıyordu; cennetin zebânilerine kızıyordu en çok.Kimin ne yapması gerektiğini anlattı uzun uzun; kendinden ziyadesiyle emin, başkalarına büsbütün güvensiz cümlelerle barışa bir özne, bir yüklem, bir tümleç biçti. Ayrılırken, birkaç ay sonra, o kuzey ülkesine geri döneceğini söyledi bana. Araf, eviydi artık.


Zulüm —ve nihayetinde savaş— sürgünü bir Kürttü o. “Bu adamlar, bu kadınlar, hele bu kadınlar, ah bu çığırtkan kadınlar, bunlar barışı asla kuramazlar” deyişine dudak büktüren iyimserliğimle, içimden sessizce itiraz ederek dinlemiştim anlattıklarını. Arafa dönecek olmasına hafiften şaşırarak dinlemiştim.


Bir gün sonra, çocukların “yanarak” öldüğü haberi geldi. Bazılarının sırtına üniforma geçirilmişti, bazılarının gerilla kıyafeti. Yine aynı yerden kırılmıştık. Bu cenneti, bu cehennemi terkedemeyecek olanlarımız, artık gidecek bir arafı kalmayanlarımız, zebanilerin hâlâ işbaşında olduğunu söyledik birbirimize; hiçbir şeyin “hakikaten yeni” olmadığını söylemedik.

 

 

Tolstoy’un ve Nightingale’in savaşı

 

Her savaş, sayısız çehredir aslında. O çehrelerden birine bakıyorum şimdi. Kavisli kaşlarında, birer kesenin içine gömülmüş gibi duran gözlerinde başka bir çağın ciddiyeti var. İncecik dudakları, mütevazı bir Giocanda tebessümünün ihtimalini bile reddedercesine, birbirine sımsıkı yapışmış iki çizgi. 1820’de doğdu bu kadın; adını doğduğu şehirden aldı: “Florence” yani Floransa. 1857’de, Longfellow’un mısralarına “lambalı kadın” olarak girmesinden sonra çekilmiş bu fotoğraf. Doksan yıl sürecek ömrünün üçte birini henüz tamamladığı günlerde, bazı ölülerin bedeninin diğerlerinden çok daha hızlı soğuyabildiğini öğrenmesinden sonra… Kırım’daki Britanya Deniz Üssü’nden İstanbul’a gelip, iki yıl Selimiye Kışlası’nda çalışınca öğrendi bunu. Tam dört bin yetmiş yedi asker kucağında öldü. Tifodan, tifüsten, koleradan, dizanteriden çoğu… Silah yarasından ölenler daha azdı. Savaş çünkü çatışmak demek değildi her zaman; ateşli bir hastalıktı aynı zamanda, bir salgındı. Pislikten ölüyordu insanlar. Florence Nightingale, Selimiye’de her gece, elinde bir gaz lambasıyla hasta koğuşlarını dolaşırken gördü bu gerçeği ama önce anlamadı. Hasta bakımında hijyenin rolünü kavrayıp, bir “sağlık devrimi” başlatması İngiltere’ye dönüşünden sonra oldu.


Gözlerimi yumuyorum ve başka bir çehre beliriyor; yirmi altı yaşında genç bir adamın çehresi, benim onu hafızamda sakladığım halini almamış henüz, bir kucak sakal olmamış, sadece bıyıkları var, saçları kısa, bakışları daha o zamandan keskin; parmaklarını birbirine geçirmiş halde, üniformasının sardığı düz karnının üzerinde tuttuğu elleri ise, kararlı görünmeye çalışan bir kararsızın ellerine benziyor. O ellerle yazdıklarını okuyorum:


“Savaşı güzel, düzenli, pırıltılı bir olgu olarak değil ama otantik haliyle, kan, ıstırap ve ölüm olarak göreceksiniz.”


Sivastopol Deniz Üssü’nde bir Rus topçu subayı o; iki yıl içinde 120 bin yurttaşının öleceği bu cephede durup Sivastopol Hikâyeleri’ni yazarken kâh kof milliyetçi bir öfkeyle titriyor kelimeleri kâh hakiki bir edebiyatçının kudretiyle gürlüyor. Lev Tolstoy, Savaş ve Barış’ın on yıl kadar sonra çimlenecek tohumlarını, orada Kırım’da zihnine gömdüğünü henüz bilmiyor sanırım.

 

 

Mihraba kimin örtüsü örtülecek

 

Tolstoy’un ve Nightingale’in savaşı olduğunu biliyordum bunun. Tarih kitaplarından ve filmlerden ziyade Tennyson’ın şiiri sayesinde, Hafif Süvari Alayı’nın Hücumu’nu da biliyordum; atları şuursuzca toplu intihara sürdüklerini hatırlıyordum. Ve tabii, Vatan yahut Silistre’ydi haddizatında; milliyetçiliğine laf ederken bile sıkıldığımız acemi bir ortaokul piyesiydi! Ama ben en azından soyadımla bağlı olduğum Kırım’la ilgili, daha doğrusu, dört asra yayılan Osmanlı-Rus Savaşlarının, adına “Kırım Savaşı” dediğimiz faslıyla ilgili başka pek bir şey bilmiyordum.


1959 doğumlu Britanyalı tarihçi Orlando Figes’in son kitabı cehaletime neşter vurdu. Beş yüz yetmiş beş sayfayı bulan Crimea: The Last Crusade’de (Kırım: Son Haçlı Seferi), Rus ve Sovyet tarihi uzmanı olarak tanınan Figes, birden çok diyarda cepheleri olan bu büyük savaşın hikâyesini hükümranlar ve askerler kadar halkların da iç sesini duymaya çalışarak anlatırken, tarihte dinin rolü üzerine de düşündürüyor insanı. Kitabın temel tezi bu zaten; Kırım Savaşı, “her şeyden ziyade bir dinler savaşı” olarak sanırım ilk kez Crimea’nın sayfalarında zuhur ediyor. Belki benim “din” içinden düşünme alışkanlığım pek olmadığından, belki de “Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası” diye başlayan ezber cümlelerin tortusuyla tıkandığından beyin damarlarım; ya da, kitabı bir ikindi vakti savaşın ateşinde kavrulan çocukların kederli öfkesi içinde okuduğum için belki, Figes’in bu tezini benimsediğimi söyleyemem. Bu tezin iyi bir “hikâye” kurduğunu söyleyebilirim ama. Ve kendi hesabıma bu hikâyeden çok şey öğrendim.


Figes, “Avrupa ve Ortadoğu tarihinde büyük bir dönüm noktası” olarak görüyor Kırım Savaşı’nı ve çatışmanın başlangıcını, 1846’da Kudüs’te yaşanan “Mihrab örtüsü” tartışmasına kadar götürüyor. Tüm Hıristiyanların kutsal saydığı ve meşreplerine göre, Hazreti İsa’nın gömüldüğünü ve/veya göğe yükseldiğini kabul ettikleri yer olan Kamame Kilisesi’nin bakımı, bugün olduğu gibi o gün de birçok farklı mezhep tarafından ortaklaşa yapılıyor; her mezhep küçücük kilisenin farklı bir bölümünü denetliyor; Katolikler bir yanını süpürürlerse, Rum Ortodoklar başka bir yanını süpüyorlar, vesaire. Ama 1846 Paskalyası’nda, Kamame Kilisesi’nde mihrabın üzerine hangi mezhebin örtüsünün örtüleceğine ilişkin tartışma, Katoliklerle Ortodoksları birbirine düşürüyor; yumruklar, şamdanlar, bıçaklar ve nihayet tüfekler derken, dört beş ayrı cemaati temsil eden kırk rahip, papaz ve keşiş cansız seriliyor yere. Ortodoksların hâmiliğine soyunan Rusya ile Katoliklerin o günkü “patron” devleti Fransa da, o tarihten sonra Kudüs’e, dolayısıyla da Kudüs’ün sahibi Osmanlı’ya dikiyorlar gözlerini. 1852’de Sultan Abdülmecid, Fransız baskısına boyun eğip, Beytüllahim şehrinde, İsa’nın doğduğu yer olduğuna inanılan Veladet Kilisesi’nin anahtarlarından birini Katolik rahiplere teslim edince, Rus Çarı I. Nikola’nın zaten taşmayı bekleyen sabrı taşıveriyor. Gerisi, Amiral Prens Mençikof’un İstanbul’a ilettiği ültimatomun geri çevrilmesiyle, Rus ordularının Haziran 1853’te, bugünkü Romanya, dönemin Osmanlı toprakları olan Eflak ve Boğdan’a girmesiyle başlayıp, merkez üssü Kırım olmak üzere, Karadeniz Havzası’nda, Balkanlar’dan Kafkaslar’a uzanan birçok cephede verilen bir savaş.

 

 

“İstanbul, Hindistan’ın anahtarıdır”

 

Figes, 450 binden fazlası Rus, 175 bini de Osmanlı olmak üzere, toplam 750 bin askerin cephede çeşitli nedenlerle can verdiği bu savaşın askerî hikâyesini de, postmodern bir tarihçinin güçlü hiciv duygusu ve asker mektuplarından gazete haberlerine uzanan tanıklıkların sahici ruhuyla anlatıyor. Ama ben asıl, onun Son Haçlı Seferi alt başlığıyla kafalarımızdaki “dinsel ittifak” klişesini önce okşayıp, sonra parçalamasını sevdim. Kırım Savaşı, sadece bir Osmanlı-Rus Savaşı değildi zira; Fransa ve Birleşik Krallık da, Osmanlı’ya destek olarak Çar I. Nikola’nın ordularına karşı savaştılar; hatta ittifaka, o sırada henüz bir devlet olmayan İtalya’nın ulusal harcında önemli rol oynayan Sardunya Krallığı da katıldı.Papalık’la hesabını çoktan kesip Anglikan Kilisesi’ni kurmuş olan Birleşik Krallık ile Katolik Fransa, Müslüman Osmanlı’nın yanında Ortodoks Rusya’ya karşı işbirliği yaptı velhasıl. Evet, belki bir “dinler” savaşıydı bu ama “Haç” ortadan kırılmıştı çoktan.


Benim Figes’in “Her şeyin başı dindi” tezine biraz mesafeli durmamda, bu “tuhaf” ittifak yapısı da etkili esasen. Osmanlı imamlarıyla Britanyalı rahiplerin, on bir buçuk ay süren Sivastopol Kuşatması için, farklı dillerde benzer dualar ettiği bir savaşın fay hatlarını Tanrı’ya giden farklı yollarımızın üzerinden geçirmekte zorlanıyorum. Kırım Savaşı sırasında, işbaşına geçmesine henüz yirmi yıl olan Britanya’nın unutulmaz başbakanı Disraeli’nin söylediği “İstanbul, Hindistan’ın anahtarıdır” sözü, savaş konusunda daha fazla şey anlatıyor sanki. Kraliçe Victoria da zaten, ahbabı saydığı Çar’a karşı savaş ilan etmekte tereddüt etse de, Rusya karşısında Osmanlı’nın güçten düşmesinin Britanya İmparatorluğu, özellikle de Hindistan için bir risk olacağını hesaplayarak “olur” veriyor sonunda. Paris ve Londra, borca batmış “Müslüman” İstanbul’dan çekinmiyorlar o sırada ama Osmanlı tebâası olan on milyon Ortodoks’un Rus himayesine girmesinden çekiniyorlar. Figes de, zaten, gayet etkili bir dille anlatıyor Batı’nın Rus fobisini; özellikle İngilizlerin, Osmanlı’ya “kâfir” değil, “tek tanrılı” gözüyle baktıklarını, Rusları ise “Hıristiyan” ailesinin bir parçası olmaktan ziyade “pagan” saydıklarını anlıyorsunuz.

 

Islahat Fermanı’nın ruhunu hatırlarken


Rusya’nın, Kırım Savaşı’ndan Çar I. Nikola’nın intiharına yol açan büyük bir hezimetle mağlup ayrılmasının, buna karşın Osmanlı’nın “muzaffer” olmasının, bizim resmî tarihimizde pek karşılığını bulmadığı kesin. Figes, bu durumu, “Türkler için Kırım Savaşı zaferle sonuçlanmış olmasına rağmen, bu savaş, Osmanlı tarihinde utanç verici bir safha, imparatorluğun çöküş sürecinde, devletin borç batağına sürüklendiği ve dostluklarının sahte olduğu anlaşılan Batılı güçlere bağımlı hale geldiği bir dönüm noktası olarak algılanageldi” diye anlatıyor. Kırım Savaşı’nın Osmanlı’ya verdirdiği can ve servet kaybı düşünüldüğünde, bu algıyı makul görmek mümkün belki; ama ben, savaşın sonuçlarından biri olarak Padişah’a kabul ettirilen Islahat Fermanı’ndaki “dil, din, ırk eşitliğine dayalı Osmanlıcılık” hedefini, “Batı dayatması” diye bir kalemde silen resmî görüşün aksine, bu hedef eğer kâğıt üzerinde kalmamış olsaydı, kaderimizin –başta 1.5 milyon Ermeni olmak üzere, bir bütün olarak Osmanlı halklarının kaderinin— nasıl değişebileceği üzerine kafa yormanın yararına inanıyorum. Özellikle de Islahat Fermanı’ndan bir buçuk asır sonra hâlâ, bu fermanın ruhundaki “eşit vatandaşlık” ilkesini hayata geçiremediğimiz için kanadığımızı düşünürsek.

 

 

Hepsi bir sona hizmet eden ‘ilk’ler

 

Crimea, ülkelerin ne için savaştıkları kadar, nasıl savaştıkları üzerinde de duran bir kitap. Kırım Savaşı, bu açıdan birçok “ilk”i temsil ediyor. Tarihin fotoğraflanan ilk savaşı bu. Telgrafın kullanıldığı, dolayısıyla cepheden haberlerin merkeze ânı ânına ulaştığı ilk savaş aynı zamanda. Dolayısıyla da savaş muhabirliğinin başlangıç noktası; gazetecilerin gün be gün anlatabildikleri bir savaşta, efsaneler yaratmak da, şike yapmak da, hakiki ahmaklıkları ve vahşi bir zulmü sahte zaferlerle maskelemek de zorlaşıyor haliyle. Times’da yazan William Russell mesela, savaşın vakanüvisliğini yaparken, başta Lord Raglan olmak üzere, Britanyalı komutanların korkunç hatalarının hesabını soruyor. Rusya Sivastopol’dan, üç bin yaralı askerini geride bırakarak çıktığında, Russell, kurtlanmış yaraları, kesik başları, bacaklardan fırlamış kemikleri anlatırken, tam da Tolstoy’un söylediği gibi, savaşın otantik halini gösteriyor bize.



Askerlerin buharlı gemilerle taşınmasından, sahra hastanelerinde anesteziyle yapılan ameliyatlara kadar daha birçok “ilk” var Kırım Savaşı’nda. Ama Figes’in akademik heyecanına sinemasal bir lezzet de katarak çetelesini tuttuğu bu “ilk”leri okurken, savaşın emrinde her “ilk”in aslında bir “son”a hizmet ettiğini düşündüm ben. Gencecik insanların daha hızlı öldüğü, ölümlerinin daha hızlı duyulduğu savaşlar vermemizin, bugün bile cephelerde “hakikaten yeni” bir şey olduğu anlamına gelmediğini düşündüm.