18 Ocak 2022 10:37
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, ailesinin zoruyla kaldığı cemaat yurdunda gördüğü baskılar ve gelecek kaygısı nedeniyle tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara'nın yaşamına son vermesinin ardından başlayan tartışmalara ilişkin olarak, "Enes Kara'nın intiharı siyasi ve ideolojik önyargılarla istismar edilmiştir. Bu doğru değildir, insani değildir, vicdani hiç değildir. Yüreğimizin sızladığı bir intihar olayı üzerinden fırsatçılık yaparak inancımızı tahrip etmeye kadar dillerini uzatanlar bir defa samimiyet iflası yaşayan ilkesizlerdir. CHP’nin ve malum yoldaş medyasının sürekli gündemde tuttuğu Enes Kara intiharı kolektif bir saldırı ve tahakküm vasıtası haline getirilmiştir." görüşünü savundu. Bahçeli, "Bizim derdimiz ve sorun ettiğimiz konu tarikat ve cemaatlerden ziyade yüce dinimize yönelik suçlamalardaki sinsiliktir" dedi.
"Şahane Bir Şey Yaşamak" isimli yeni şarkısının inmişiz bir alâmate. Gidiyoruz kıyamete. Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e..." sözleri nedeniyle hedef gösterilen Sezen Aksu’ya seslenen Bahçeli, “Serçeysen serçeliğini bil, sakın kuzgunluğa heves etme" ifadesini kullandı.
Bahçeli partisinin grup toplantısında konuşuyor. Bahçeli'nin konuşmasından başlıklar şöyle:
Kazakistan açıklaması
Küresel ve bölgesel gelişmelerin yaygın ve yoğun olarak yaşandığı bir haftayı geride bıraktık. Bilhassa Rusya-Ukrayna arasında her ihtimale açık olan yüksek gerilim hattı, Rusya-ABD-NATO arasında peş peşe vasat bulan nafile diplomatik görüşme turları, Ege ve Doğu Akdeniz’e tutunan sertlik tonu yüksek kutuplaşmalar, güney sınırlarımız boyunca devam eden terörle mücadele süreçleri hepinizin bildiği gündem başlıklarından bazılarıdır. Bir süredir Kazakistan’ı hakimiyeti altına alan iç hesaplaşma ve kaotik tablo çok şükür tesirini neredeyse kaybetmiştir. Bu dost ve kardeş ülkede endişeyle takip ettiğimiz iç kalkışma, iç isyan, iç çatışma ortamı nihayetinde sükut etmiş, hayat yavaş yavaş normale dönmeye başlamıştır.
Bundan ziyadesiyle memnuniyet duyduğumuzu belirtmekte özellikle yarar görüyorum. Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü tarafından görevlendirilen askeri birliklerin de 15 Ocak’tan itibaren kademeli ve planlı şekilde Kazakistan’dan ayrıldıkları gözlemlenmektedir. Sıradan bir zam protestosunun çok kısa süre içinde biçim, şekil ve kalıp değiştirerek bir isyana, hatta bir darbe mekaniğine dönüş yaptığını hem müşahede, hem de mütalaa ettik. Masum ve barışçıl gösterilerin birdenbire eksen değiştirerek şiddet ve iç çatışma ortamını körüklemesi kuşkusuz LPG fiyatlarının bir gecede 60 Tenge’den 120 Tenge’ye çıkmasıyla takdim ve tarif edilemeyecektir. İç ve dış dinamikleri doğru analiz etmeden, süregelen bölgesel hesaplaşmaları, yaygınlaşan güç mücadelelerini isabetle okumadan Kazakistan’ın maruz kaldığı tehditleri anlamamız takdir edersiniz ki zordur.
Protestoların daha ikinci gününde Cumhurbaşkanı Tokayev’in, halkın sesini duyduğunu, hükümette özel bir komisyon görevlendirdiğini söylemesine rağmen tansiyon düşmemiş, bilakis kanamaya yol açacak şekilde artmıştır. Bilahare 4 Ocak 2022 tarihinde kontrollü ve kumandalı sokak gösterileri ülke geneline sıçramıştır. Sonuçta çok sayıda ölüm, yaralanma ve yağma vakası yaşanmıştır. Kazakistan’da etkili olan siyasal ve toplumsal krizin turnusol kağıdı işlevi gördüğü, bir başka haliyle bölgesel direnci test ettiği ortadadır.
Stratejik mahiyete sahip kamu binalarının ele geçirilmeye çalışılması, ajan provokatörlerin askeri ve kolluk görevlilerinin kamuflajına bürünerek algı oluşturmak istemeleri, sıradan eylemcileri canlı kalkan olarak kullanmaları çok tehlikeli bir oyunun sahnelendiğine açık karinedir.
Kazakistan’ın tek merkezden kurgulanmış terörist saldırılar neticesinde çözülmesi, hitamında çöküş aşamasına kadar zayıflayarak güç blokları arasında sıkışıp taviz üstüne taviz vermesi hedeflenmiştir. Bu aslında bildik ve tanıdık kanlı bir şablondur. Sistematik olarak birçok ülkede uygulanmış, son kurban olarak da Kazakistan seçilmiştir. 5 Ocak 2022 tarihinde, Kazakistan Güvenlik Konseyi’ne bizzat başkanlık yapmaya başlayan Cumhurbaşkanı Tokayev, ülkesinde baş gösteren olayların uzun bir hazırlık aşamasından geçtiğini, ülke dışından gelen teröristlerin şiddet olaylarına dâhil olduğunu açıklamıştır. Bunun yanında, Afganistan menşeli radikal selefi grupların, güneyden Urallara kadar oluşturdukları koridorlardan ülkeye girdikleri, dehşet verici saldırı ve suikastların tarafı oldukları iddia edilmiştir.
Siyasi ve ideolojik temelli jeopolitik rekabet, yönetilebilir istikrarsızlıklar çıkarmak üzerine devamlı yeni arayışlar içinde olan, arkası kesilmeyen hamleler yapan Post-Modern sömürgecilik Orta Asya’nın Balkanlaştırılması konusunda bütün hassasiyet ve zafiyetleri bir fırsat olarak değerlendirmektedir Kazakistan’da olayların önü alınmıştır, fakat Türkiye’de dahil olmak üzere, sivrilen, silkinen, serpilen, öne çıkan, dikkat çeken ülkeler için bu neviden tehditler her zaman muhtemeldir, bu nedenle hazırlıklı ve uyanık olmak tarihi bir mükellefiyettir. Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilere hakim olan tek kutuplu küresel siyaset dengesinin çok kutupluluk kulvarına geçiş yapması bundan sonraki mücadelelerin daha da sancılı geçeceğine işaret etmektedir.
Demokrasiyi işgal emellerinin anahtarı olarak kullanıp Orta Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Balkanlara varıncaya kadar toplum veya milletlerin hayat ve varlık haklarına musallat olan emperyalist çevrelerin, bundan sonra da boş durmayacağı kesindir. Soğuk Savaş döneminin tarihi bir simetrisi yaşanmaktadır. Görünen ile gerçekte olan arasındaki farklar gittikçe büyümektedir. Emperyalizmin çevreleme politikası hızla derinleşirken hedefte Türk-İslam coğrafyaları bulunmaktadır. Çok önemli addettiğim bir hususu da dikkatlerinize sunmak isterim. Kazakistan’daki istikrarsızlıklara karşı Türk Devletleri Teşkilatı sorumlu ve ahlaki bir duruşla tavrını göstermiştir. Ancak Türk Devletleri Teşkilatı’na üye ülkeler arasında bir askeri anlaşma olmadığından dolayı, ihtiyaç olan barış ve istikrar gücü tesis edilememiştir.
Temennim, bundan sonra ilk iş olarak, Türk Devletleri Teşkilatı üye ülkeleri arasında askeri işbirliği ve ittifak şartlarının egemenlik hak ve çıkarlarına karşılıklı saygı temelinde bina edilmesidir. Ayrımız yoktur, gayrımız yoktur, ortak hasmımız ise çoktur. Su uyusa da düşman asla uyumayacak, asla durmayacaktır. Hiç kimseye muhtaç değiliz, hiç kimseye el avuç açacak halimiz de yoktur. Bizim nazarımızda Ankara neyse; Bakü, Nur-Sultan, Bişkek, Taşkent, Aşkabat, Lefkoşe odur, tarih, kültür ve maneviyat ölçeğinde aralarında hiçbir bir fark yoktur. İstanbul tarih ve medeniyet müktesebatımızın göz bebeği, Türk-İslam coğrafyalarının buluşma, kaynaşma, müşterek adresidir. Sınırlarımız ayrı olabilir, coğrafyalarımız ayrı olabilir, ülkelerimiz de ayrı olabilir; ama kaynağımız aynıdır, kaderimiz aynıdır, kavgamız aynıdır, kavlimiz aynıdır, milletimiz aynıdır, adı da Türk milletidir.
20 Ocak 1990’da, Bakü’de haysiyet ve hürriyetlerine sahip çıkmak amacıyla irade ve istikbal ahlakının bayraktarlığını yapan soydaşlarımıza saldıran dönemin Sovyet Birliği askerleri, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 143 kardeşimizi şehit etmişler, yüzlerce kardeşimizi de yaralamışlardı. İki gün sonra 32’inci yıl dönümünü anacağımız Kara Ocak veya Kara Cumartesi katliamında şehit olan ve ayrıca Karabağ’da şehit verdiğimiz kardeşlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum.
Irak’ta 10 Ekim 2021 tarihinde yapılan seçimlerin kesin sonuçları gecikmeyle ve tartışmalar neticesinde netlik kazanmıştır. Şu anda hükümet kurulmasıyla ilgili siyasi ve anayasal süreç işlemektedir. Irak halkının iradesiyle belirlenen parlamento ilk oturumunu 9 Ocak 2022 tarihinde geçekleştirmiş, seçimlerde en çok oyu almış siyasi ittifakın lideri başkan olarak seçilmiştir. 2003 yılından bu yana siyasi teamül haline gelen etnik ve mezhep temelli paylaşıma dayalı devlet düzeni maalesef gelgitlerle devam etmektedir. Irak’ın toplumsal birliği parçalı ve kırılgandır. Parlamento başkanının seçilmesini müteakip yeni cumhurbaşkanıyla birlikte, hükümeti kurmakla görevlendirilecek başbakan da belirlenmiş olacaktır. 10 Ekim seçimlerinde Irak parlamentosuna 7 Türkmen milletvekili seçilerek girmiştir. Bu sayı elbette makul ve yeterli görülemeyecektir. Türkmenler, Kürtler ve Araplar gibi, Irak’ın üç kurucu unsurundan birisidir ve bu statü Irak parlamentosu tarafından alınan bir kararla tasdik ve tescil edilmiştir. Yani, Türkmensiz bir Irak yaralıdır, yarımdır, yetimdir.
Hepsinden önemlisi Türksüz bir dünya mefluç bir dünyadır. Türkmenler asli kurucu unsur olmalarına rağmen, bununla mütenasip, bununla müzahir sosyal, siyasi, ekonomik ve diğer haklardan ileri düzeyde mahrumdur. Bu durum çelişkilidir, adaletsizdir, eşitsizliğin kör düğümüdür. Irak Türkmenleri siyasi cepheleşmelerden çok çekmiştir. Siyasi baskılardan, kin ve nefret taassubundan, terör ve şiddet eylemlerinden fazlasıyla etkilenmişlerdir. Türkmenler kimlik ve kültür özelliklerinden içinde yaşadıkları coğrafyaya kadar dini, idari, siyasi ve ekonomik gerilimlerin ortasında, diyebiliriz ki, çatışma havzasının tam göbeğinde yer almışlardır.
Irak’ın anlaşmazlıklarla ve ihtilaflarla pekişmiş demografik ve coğrafi alanlarında yaşayan Türkmenlerdir. Bu ülkenin kuzeybatısındaki Musul vilayetiyle Telafer ilçesinden başlayarak Bağdat’a paralel biçimde genişleyip güneybatı hattındaki Mendeli’ye kadar uzanan, yani bizim Türkmeneli diye adlandırdığımız bölgede, Türkmenler varlık ve birlik mücadelelerini sürdürmektedir.
Türkmen kardeşlerimizin yaşadığı yerler etnik ve mezhebi fay hatlarının geçiş güzergâhıdır. Nasıl bir garabetse, Irak coğrafyasında ihtilaflı bölgeler olarak lanse edilen yerleşim yerlerinin tamamında Türkmenler yaşamaktadır. Kerkük’ün bütünü, Musul’un Başika, Akra, Sincar ilçeleri; Selahattin’in Tuzhurmatu ilçesi, Diyala’nın Hanekin ilçesiyle Mendeli bucağı ihtilaflı bölgeler olarak tayin ve tespit edilmiştir.
Son yarım asırlık süreçte, tarihi Türkmen kentleri olan Kerkük, Tuzhurmatu, Hanekin, Mendeli, Altınköprü ve Kifri’nin demografik yapısıyla alçakça, ahlaksızca, haince oynanmıştır. Bunun adı bize göre Türk düşmanlığıdır. Failleri ve figüranları ise bellidir.
Türkmenlerin ve Türkmen kentlerinin imhasına hizmet etmek insanlık suçudur, barbarlıktır, niyet ve hedef sahipleri ise bunun bedelini en ağır şekilde ödemeye mahkumdur.
Peşmergenin Kerkük başta olmak üzere, Türkmenlerin yurtlarına, yuvalarına, onurlarına ve bağımsızlıklarına kast etme hazırlıkları felakettir, buna cüret edenler karşılarında Türklüğün çelikten iradesini bulacaklardır.
Kerkük Türk’tür, başka söze gerek yoktur. Türkmenler, Irak toplumunun saygın ve şerefli mensuplarıdır. Adil ve hakkaniyet esasına dayalı siyasi temsilleri en doğal haklarıdır. Bu kapsamda Irak’ta kurulacak yeni hükümette Türkmenlerin birden fazla bakanlık göreviyle yer almaları tarihi ve siyasi bir mecburiyettir.
Irak Türkmenleri yok sayılamaz, göz ardı edilemez, hak ve hukukları çiğnenemez. Bir yanda bunlar oluyor ve olması gerekiyorken, diğer yanda Türkmenler arasındaki yapay ayrımların hâlâ varlığını koruması hazin ve hüsran verici bir aymazlıktır. Mezhep kutuplaşmasının Türkmenler arasında tedavi edilmemiş bir hastalık olarak sürmesi kabul etmediğimiz bir yanlıştır. Bu yanlıştan dönmek tarihe, maneviyata ve millete ahde vefanın gereğidir. Türk’ün Şii’si olmaz, Türk’ün Sünni’si olmaz; Türk, Türk’tür; Türkmen, Türkmen’dir, başka bir tasnif ve tanıma asla ihtiyaç olamaz, olmamalıdır. Etrafımız bu kadar kuşatılmışken, tehlikeler bu kadar yakınlaşmışken, Türk düşmanlığı kıtaları dolaşırken, bir de mezhep çetelesi mi tutacağız? Birbirimize mezhep siperinden mi bakacağız? Böyle bakarsak bunu tarihe nasıl anlatırız? Bunu ecdada, bunu şehitlere, bunu millete nasıl izah ederiz?
Mezhepçilik fitnedir, Türk milletine, mazlum toplumlara çekilmiş silahtır. Bu silaha sarılanlar bizdenmiş gibi görünse de, asla biz değildir, bizim gibi olamayacaklardır. Türk’ü, Türkmen’i arayanlar mezhepte değil, kardeşlikle geçen muhteşem asırlarda, Türk kültür ve medeniyet hazinesinde, birlikte yaşanmış zafer ve hezimet günlerinde bulacaktır. Hamd olsun Müslüman Türk milletiyiz. Allah’ımız birdir, peygamberimiz birdir, dinimiz birdir, kıblemiz birdir, kitabımız birdir, imanımız birdir, başkaca bir sınıflandırmaya müsaademiz ve müsamahamız yoktur. Irak Türkmenleri düştükleri tuzaktan derhal kurtulmalıdır. Bölgesel ve küresel aktörlerin telkin ve kışkırtmalarına sonuna kadar kapalı durmalıdırlar. Mezhep bir seçimdir, Türklük ezeli bir kader hükmüdür. Türklüğümüzü geri plana itmek, mezhebi farklılıkları diyalog ve ilişki ağlarımızın merkezine yerleştirmek ilkelliktir, aynı zamanda vebaldir.
Biz Irak Türkmenlerinin hak ve hukukunu sonuna kadar savunmada kararlıyız. Ancak en az bizim kadar onlar da kendi varlık haklarını müdafaayla sorumludurlar. Objektif bir göz, duru bir vicdan eşliğinde diyorum ki, bir olursak hiçbir mütecaviz dayatma sonuç alamaz. Dağılırsak, ayrışırsak, ufalanırsak, marjinalleşirsek ayakta kalamayız, hayata tutunamayız, tarihin çöplüğüne savrulmaktan da kurtulamayız. Bunu bilelim, bunu görelim, bunu bir an olsun unutmayalım. Hiç kimse hatırından çıkarmasın ki, gün Türklük gurur ve şuurunda, İslam ahlak ve faziletinde hep birlikte buluşma günüdür. Ve o gün bugündür.
Geçtiğimiz hafta Salı günü, yükseköğrenimini Elazığ’da sürdüren Enes Kara isimli bir üniversite öğrencimizin yüksek bir binadan atlayarak intihar etmesi her yönüyle konuşulmuş, tartışılmış, hatta siyasi ve ideolojik önyargılarla istismar edilmiştir. Bahanesi ne olursa olsun, bir gencimizin girdiği ruhi bunalımdan çıkamayarak intihar etmesi bizleri derinden üzmüştür. Niyazım, Rabbim’in merhamet ve rahmetiyle muamele etmesidir. 20 yaşındaki Enes, arkadaşlarıyla birlikte kaldığı bir dairenin bulunduğu apartmanın yedinci katından kendisini boşluğa bırakmış, daha öncesinden yayımladığı videoda da ailesinin zoruyla bir cemaat yurdunda kaldığını ifade etmişti. Bu elim intiharın ruh sağlığı kısmıyla ilgili detaylı görüş paylaşacak değiliz.
Ne var ki, TBMM’ne geçen dönem sunduğumuz Ruh Sağlığı Kanun Teklifimizin de bir an önce görüşülüp kabulünü bekliyor, bunu ısrarla istiyoruz. Kadınlarımızı, çocuklarımızı, masum insanlarımızı hedef alan şiddet, cinayet, taciz ve tecavüz furyasıyla sonuna kadar mücadelenin yanındayız.
İstismarın her zeminde karşısındayız. Geleceğimizi riske atamayız, gençlerimizi sahipsiz bırakamayız, toplumsal barışımızı bozduramayız, suçsuz günahsız insanlarımızın israfına tahammül edemeyiz. Malum intihar vakası ne ilk ne de son olacaktır. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz asıl mevzu söz konusu intihar olayının özellikle menfur bir siyasi hesaplaşmaya konu edilerek, muhafazakâr ve mütedeyyin insanlarımıza karşı husumetle perçinlenmiş intikam aracına dönüştürülmesidir.
Bu doğru değildir, insani değildir, vicdani hiç değildir. Yüreğimizin sızladığı bir intihar olayı üzerinden fırsatçılık yaparak inancımızı tahrip etmeye kadar dillerini uzatanlar bir defa samimiyet iflası yaşayan ilkesizlerdir. CHP’nin ve malum yoldaş medyasının sürekli gündemde tuttuğu Enes Kara intiharı kolektif bir saldırı ve tahakküm vasıtası haline getirilmiştir.
Kimin inanıp inanmadığı, kimin nereye gönül verip vermediği bizim ilgi ve merak sahamız içinde değildir. Herkesin, yasalar kapsamında ve maşeri vicdan sınırları içinde hür ve müstakil hareket etmeye, inanç hürriyetini sonuna kadar yaşamaya hakkı vardır. Tarikat ve cemaatler, devletle rekabete meyletmedikten, devleti ele geçirme hatasına düşmedikten sonra, sosyolojik bir realite olarak hayatın olağan akışı içinde var olmaya devam edeceklerdir.
Bizim derdimiz ve sorun ettiğimiz konu tarikat ve cemaatlerden ziyade yüce dinimize yönelik suçlamalardaki sinsiliktir.Biz hiç kimsenin avukatı değiliz. Ama mesele dinimiz olunca gözümüzü daldan budaktan, sözümüzü de ondan bundan asla esirgemeyiz. İster özel yurt olsun, isterse de devlet yurdu olsun, bu tip üzücü intihar hadiselerine geçmişte defalarca şahit olunmuştur. Elbette hiçbir öğrencimizin aç ve açıkta kalmasına göz yumamayız. Devletin en temel görevlerinden birisi de öğrenci yurtları inşa ederek evlatlarımızın barınma ihtiyaçlarını köklü çözümlerle buluşturmaktır. Kaldı ki son yıllarda bu alandaki sevindirici ve ümit verici gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Yine de marjinal kesimlerin, öğrenci kisvesine bürünmüş bölücü ve yıkıcı odakların yurt sorunu üzerinden istismar kampanyası yürüttükleri bilinen bir gerçektir.
Merhum Enes Kara’nın böyle bir sorununun olmadığı, devlet yurdunda kalmak için herhangi bir müracaatının da bulunmadığı yapılan açıklamalarla sabittir. Geride kalan bir hafta boyunca asıl nedeni karanlıkta kalan bir intihar olayı üzerinden inançlarımıza saldıranlar, sanki ilk kez bir intihar yaşanmış gibi manevi değerlerimizi karalama yarışına girenler art niyetlidir, marazi maksatlarıyla yakalarını ele vermişlerdir.
Hiçbir intihar tasvip edilemez, hoş görülemez. Allah’ın verdiği canı, Allah’tan başka hiç kimse alamaz.İntihar karmaşık ruhi ve psikolojik bir iflasın sonucudur. Biz sonuçlar hakkında değil de, sebepler üzerinden konuşulmasını daha makul buluyoruz. Bu konu ise evvelemirde ilim insanlarımızın üzerinde düşünmeleri gerek bir meseledir. Gerçeklerin örtbas edildiği, algıların ön plana geçtiği bugünkü insanlık döneminde, karşı karşıya olduğumuz olayları doğru bir duruşla, tutarlı bir mantık örgüsüyle tefrik etmek durumundayız. İnsan, kendi tarihinin ve toplumunun ürünü olduğu kadar kendi çağının da ürünüdür, aynı zamanda mimarıdır. Maddi-manevi miras, teknoloji, dünya görüşü, düşünüş biçimi, talepler ve eğilimler insanın hem dünyaya hem de topluma bakışını her cepheden etkilemektedir.
Bildiğiniz üzere temiz bir imanın, parlak bir düşüncenin önündeki en büyük engel cehaletin güçlü ve aktif olmasıdır. Mesela yazdığı ucube bir şarkının sözleri arasında, Hz. Adem ile Hz.Havva’ya cahil diyen sorumsuz ve şuursuz bir sanatçının alamet olarak bindiği sefalet ve rezalet hali dünyevi kıyameti olan cehalet çukurunun açık seçik bir numunesidir. Bu sanatçıya diyorum ki, serçeysen serçeliğini bil, sakın kuzgunluğa heves etme.
Bu tiplerin kafaları arızalı, kalpleri taşlı ve dikenlidir. Aklın, ahlakın, bilimin ve inancımızın öncüleri olarak gördüğümüz birçok milli ve manevi şahsiyet cehaletin linçine uğramıştır. Bununla birlikte yüce dinimiz pek çok bühtana, pek çok yalan ve saptırmaya maruz kalmıştır.
Enes Kara’nın intiharını cahilce, bağlamından kasten kopararak, belirli hedefler kapsamında sorgulayan, yargılayan ardında da toptancı yaklaşımla inanan insanlarımızı linç etmeye kalkanlar birlik, dirlik, kardeşlik ve dayanışma ruhumuzu hazmedemeyen uşaklaşmış mihraklardır.
Merhum Nurettin Topçu Hocamız diyordu ki; “Müslüman Türk’ün mektebi, maarif, metafizik ve ahlak prensiplerini Kuran’dan alarak Anadolu insanının ruh yapısına serpen ve orada besleyen, insanlığın üç bin yıllık kültür ağacının aramızdaki yemişlerini toplayacak evrensel bir ruh ve ahlak cihazı olacak.” Merhum düşünürümüz Ziya Gökalp’e göre İslam, görkemli ve üstün bir medeniyet inşa etmek kudretine sahiptir. Geçmişte bunun örnekleri görüldüğü gibi bunun tekrarı da mukadderdir. Ancak bunun için İslam’ı ana kaynaklarından doğru bir şekilde bulup çıkaracak içtihat kurumları gerekmektedir. Ziya Gökalp, Müslümanların geri kalmasının nedenlerini medreselerde verilen eğitime bağlamıştı. Dün medreseler vardı, günümüz şartlarında ise bahse konu eğitim merkezleri İlahiyat Fakülteleri’dir.
Gökalp’e göre, aileden başlayarak aşama aşama genişleyen, etap etap güçlenen milli ve manevi terbiyenin genel amacı fertleri sosyal hayata hazırlamaktı. Büyük mütefekkirlerimiz, din eğitiminin hayattan kopuk, tek düze ve kuru bir anlatımla yapılmasının sonuç vermeyeceği hususunda neredeyse ittifak halindeydiler. Bugünkü şartlarda, her fırsatı ganimete çevirme gayesi taşıyan sözde aydınların, sorumsuz siyasetçilerin, satılmış kalemlerin, bazı din bezirganlarının maneviyatımıza kurdukları tuzaklar, attıkları iftiralar, yaptıkları kötülükler ne yarına ne de yanlarına bırakılmayacaktır. CHP’nin maneviyat kundakçılığından mütevellit kabarık sicilini temizlemeye hiç kimsenin nefesi de yetmeyecektir.
Bir CHP’linin çıkıp, Kemal Kılıçdaroğlu için “Bizim genel başkanımız Peygamber soyundan gelir. Ama kimseye anlatmaz. Bununla çıkmaz kamuoyuna” sözleri manevi dolandırıcılığın, siyasi kalpazanlığın yeni bir türüdür. Bu sözler siyasi cehalet olmasının yanında sakat bir kifayetsizlik, skandal bir küstahlıktır.
Şayet Kılıçdaroğlu Efendimizin soyundan geliyorsa, onun ahlakıyla ahlaklanması, imrenilecek hayatını örnek alması, ihlasıyla bezenmesi, imanıyla bütünleşmesi beklenen ve olması gereken bir insanlık halidir. Ancak böylesi bir mütekâmil ve hayranlık uyandıracak manevi yüksekliğin kırıntısı dahi kendisinde yoktur. Bilindiği gibi, çelişkide bocalayanlar yanlışı savunacak her gerekçeyi bulma hususunda marifetlidirler.
Siyasi ikbal ve ihtiraslarının ambargosu altında ezilip büzülen, Türkiye karşıtlarının uydusu haline gelen, milli ve manevi değerlerimizin tahribine hizmet eden siyasi bir anlayışın Efendimizin soyundan geldiğini iddia etmek münafıkça bir uydurmadır. Ve A’dan Z’ye sahtekârlıktır. Kılıçdaroğlu, geçen hafta ziyaret ettiği Zonguldak’ta sosyal kimlikler üzerinden konuştuklarını söylemişti. Aslında kimlik siyasetinin dibini boylayan bu şahıs, dini kimlikler üzerinden de siyaset yapmadıklarını açıklamıştı. Kısacası yine yaş tahtaya basmış, yine çuvallamış, patent haklarına sahip olduğu yalan makinesini bir kez daha çalıştırmıştı.
Ayrıca Zonguldak’ta mevcut kömür rezervini anlatmak isterken milyar ton diyeceğine milyon ton, Uzun Mehmet yerine Uzun Hasan demiş, dili damağına dolaşmış, komik durumlara düşmekten kurtulamamıştı. Çünkü kalbi başka, dili başka; fikri başka, zikri başkadır. Üzüldüğümüz husus, böyle bir zihniyetin, gerçekleşmeyecek bir rüya olsa da, Türkiye’yi yönetme amacı taşımasıdır. CHP zihniyeti terörist Demirtaş’ın yanında, Sorosçu Osman Kavala’nın izindedir.
Dün bu Sorosçu’nun duruşmasına CHP’li milletvekillerinin yanı sıra bazı dış misyon temsilcilerinin de katılması tam bir garabet ve suçüstü halidir. Anlayamadığımız nokta, CHP’lilerle birlikte yabancı ülke diplomatlarının mahkemede ne aradıklarıdır. Türk yargısı bağımsız ve tarafsızdır. Hiçbir ülke Türk adaletine yön veremeyecek, istikamet çizemeyecek, etki edemeyecektir. Aksi davranış hukuk ve egemenlik haklarımıza saygısızlıktır, saldırganlıktır.
Osman Kavala Türkiye’yi sevmemesine rağmen, özellikle bu CHP’li yöneticilerin Kavala ilgisi neye yorulmalı, nasıl yorumlanmalıdır? Yoksa Kemal Kılıçdaroğlu’nun kafasında Cumhurbaşkanları adayları arasında Sorosçu Osman Kavala da mı bulunmaktadır? Ne oldu, Kavala’nın tutukluluğu devam edince karalar mı bağladınız? Mateme mi gömüldünüz? Besmele duymuş şeytana mı döndünüz?
Geçen haftaki grup konuşmasının bir yerinde, “Bu Bahçeli’ye kapak olsun” diyen Kılıçdaroğlu’na önemle ve öncelikle hatırlatırım ki, biz şişe veya tencere değiliz ki kapak bizi bulsun, kapak bizimle buluşsun. Sen kendine bak, aynanın karşısına geçip aldığın ve başına geçirdiğin gazoz kapaklarını teker teker saymalısın. Sana yakışan ve yakışacak olan da aynısıyla bu olacaktır.
Sayın Kılıçdaroğlu, sokak lambası gibi olma ki, kime yandığın, kime ışık saldığın belli olsun. Doğrusunu isterseniz, bu yılki piyangonun Kılıçdaroğlu’na çıkmadığına, talih kuşunun başına konmadığına çok şaşırdım, halbuki bütün numaralar ondaydı, bütün oyunlar onunlaydı. Biz bunu biliyoruz, millet de biliyor, gerekli demokratik faturayı kesmek için de uygun zamanı bekliyor.
CHP Genel Başkanı, “üç aya kadar birinci parti olabiliriz” kehanetinde bulunmuş. Bu görüşü neye dayanarak, hangi siyasi ve sosyolojik gelişmeleri yorumlayarak, nasıl bir fal açarak telaffuz ettiği meçhuldür, muammadır.
Zillet ittifakı dağınıktır, uyumsuzdur, tenakuzdadır, çürük ipte cambazlığa özenmektedir. Bu ittifakın henüz cumhurbaşkanı adayı bile yoktur.
Siyasi ve ekonomik hedeflerinden bahseden, dahası kendi aralarında bilen ve paylaşmaya cesaret edecek tek bir kişi yoktur. Serok Ahmet belirsizlikten istifade ederek aklınca inisiyatif üstlenmiş, yaklaşık 10 gündür CHP’sinden İP’ine kadar ev toplantılarından akşam yemekli buluşmalara kadar ziyaretleri sıklaştırmış, deyim yerindeyse mekik dokumuştur. Serok bildiğimiz Serok'tur, hep aynı hikâye, hep aynı hezeyandır.
Anlaşıldığı kadarıyla Serok ittifakta kendisine yer açabilmek, kendini kabullendirebilmek amacıyla yeni bir ittifak tasarımı için devreye girmiş, kolları sıvamıştır. Zillet ittifakının yakıtı bitmiş, şanzımanı dağılmış arabası yolda kalmıştır. Serok'un önerdiği yeni ittifak modeli ise denize düşene yılana sarılmasını tavsiye eden bir kurnazlıktan, rant ve ikbal hesabından başka bir şey değildir.
Zillet ittifakı millete güven vermekten çok uzaktır. Ne söylediği, neyi savunduğu, politikalarının maksat ve muhtevası belirgin değildir. HDP’nin masa altında, diğer altı partinin masa etrafında konuşlanmasıyla hazırlandığı anlaşılan Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem çalışmasından henüz hiç kimsenin bilgisi de yoktur. İktidar ve sistem değişikliğini arkaya arkaya seçim ve referandum sarmalıyla temin etme vaadinden başka somut ve ikna edici hiçbir şey ortada görülmemektedir. Zillet ittifakı Türkiye’nin önündeki 10 yılını gasp etmeyi, milletimizin umutlarını ve hayallerini kırmayı, bunun yanında tarihin akış istikametini tersine çevirmeyi siyaset zannedecek kadar gerçeklerle bağ ve bağlantısını koparmıştır.
Bütün bu gelişmelerin ışığında diyebiliriz ki, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem hazırlığının nasıl ve ne zaman açıklanacağı, bunun içinde kimlerin yer alacağı, sunumunun nasıl yapılacağı, muhatap parti başkanlarının oturma düzenin nasıl sağlanacağı baştan ayağa tartışmalı ve sancılı bir sorun demeti halinde karşımızdadır.
Hakikaten CHP, İP ve diğer yedek lastikler zillettedir, ziyandadır, hüsranın pençesindedir. CHP Genel Başkanı’nın kendilerini tarif etmek için söylediği; “Biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz” beyanı, aleni bir itirafname olduğu kadar aşırı kirlenmenin de tasdik ve teyididir. Cumhur İttifakı, özü itibariyle bir ahlak ve adanmışlık ittifakıdır. Cumhur İttifakı, istikbalin gücü, istiklalin güvencesi olan bir ittifaktır. Dünümüz bellidir, bugünümüz bilinmektedir, gelecekte ulaşmak istediğimiz hedefler ayrıntılarıyla milletimizin bilgisindedir. Türkiye zillete düşmeyecek, zillete yenilmeyecek, varlığını ve birliğini cumhurun kutlu iradesiyle sağlam esaslara bağlayacaktır. Çıkmaz sokak, suyu çekilmiş dere yatağı, çatlamış toprak, kökü çürümüş ağaç, ürünsüz tarla, dibi tutmuş tencere, pusulası bozuk tekne, bayraksız direk, yarınsız insan neyse zillet ittifakı odur.
Bu ittifak terör ve bölücülükle ortaktır. Bu ittifak Türk ve Türkiye düşmanlarıyla al takke ver külah içindedir. Bir HDP’li bölücü hikayemizin bittiğini söylemiş. Bizim hikâyemiz değil, milli hissiyatla karılmış hakikatimiz vardır, yazan ve yükseğe çıkaran da büyük Türk milletidir. Türk milleti, caniye ve cellada ruhsat vermeyecek kadar asildir, azizdir, neciptir. Büyük İslam filozofu İbni Haldun’a göre siyaset; “Dünyevi maslahatların celbi ve zararların defi hususunda akli düşüncenin gereğini yapmaktır.” Cumhur İttifakı’nın siyaseti de budur. Türk milletinin ufkunu HDP/PKK takviyeli zillet ittifakı perdeleyemeyecektir. Husumet bunlardadır, huşunet bunlardadır, hazımsızlık bunlardadır, bölücülük ve ayrımcılık bunların ana dinamiğidir.
Bir hususu daha dikkatlerinize sunmak ve görüşlerimi açıklıkla ifade etmek arzusundayım: Diyarbakır Kırklar Dağı’na, MHP İl Başkanlığımızın düşünce ve girişimiyle gerçekleşen “210 dönümlük Devlet Bahçeli Hatıra Ormanı”nın kurulmasıyla ilgili karara düşmanca tavır alanların ya kanında ya da mayasında telafi edilemeyecek bir bozukluk vardır. Biz orman yakmadık, doğaya, yeşile, cana ve mala kast etmedik, börtüye böceğe kıymadık. Ateşin çocukları olan şerefsizlere pirim vermedik. Dağlarda silahla gezmedik. Diyarbakır halkını canımız kadar sevdik, kardeşliğimize leke düşürmedik. Şahsımın adını tartışmaya açıp, olmadık itham ve isnatta bulunanlar unutmasınlar ki, Diyarbakır Türkiye’nin 81 vilayetinden birisidir ve aziz ecdadımızın bizlere emanetidir.
Diyarbakır Türk milletinin yadigarıdır, birlik ve kardeşlik yakutudur. Diyarbakır’a hangi hizmetlerimizin geçtiğini soranlara, muhabbetimiz yeter diyorum, hürmetimiz yeter diyorum, duruşumuz yeter diyorum, varlığımız ve açtığımız kucak herkese yeter iradesinde ve inancındayım. Bölücülük anaforuna kapılan alçakların Diyarbakır’da yaşayan muhterem vatandaşlarım adına konuşmaları haksızlıktır, hayasızlıktır.
6 Haziran 2011 tarihinde düzenlenen Diyarbakır Açık Hava Toplantı’mızda özetle şunları söylemiştim:
“Washington’dakiler sizi benden daha fazla sevemez. Brüksel’dekiler sizi benden daha çok anlayamaz. Erbil’deki peşmerge sizi benden daha çok sahiplenemez. Sorarım sizlere;Trakya’da söylenen şarkıyı Bismil’de duymadınız mı? Horon’un neşesini Çınar’da hissetmediniz mi? Yozgat’taki bağlamanın sesiyle Çüngüş’te dertlenmediniz mi? Ege zeybeğinin sesini Ergani’de işitmediniz mi? Hani’den, Hazro’dan, Kocaköy’den, Kulp’ten; İzmir’e, Manisa’ya, Çorum’a, Erzurum’a sevdalarınızı götürmediniz mi?”
Bu konuşmamın devamında şu düşüncelerimi de Diyarbakırlı kardeşlerimle paylaşmıştım:
“Umuyorlar ki birbirimizden kopalım. İstiyorlar ki kardeş kavgasının tarafı olalım. Diliyorlar ki birbirimize küselim ve çözülelim. Aramızı bozmaya çalışıyorlar. Birbirimize düşürmeye çabalıyorlar. Biz birlikteyken amaçlarına ulaşamadılar, ulaşamayacaklarını da biliyorlar. Şimdi de dağıtarak sonuç almayı istiyorlar. Ama asla başaramayacaklar. Bizi asla bölemeyecekler. Son sözümüzü 29 Ekim 1923’de söyledik. Kimse heveslenmesin. Bu tarihi yeminden geri atmayacağız. Türkiye’ye hep birlikte sahip çıkacağız ve Türk milletini Allah’ın izniyle sonsuza kadar var edeceğiz.” Bugünkü duruşumuzun kefili 11 yıl önceki düşüncelerimdir. Bin yıllık kardeşlik hukukuna sadakat ve sevdamız hiçbir şart altında bitmeyecek, eksilmeyecek, tükenmeyecektir.
Türk milleti birdir, beraberdir, ebediyen kardeştir.
Diyarbakır Merhum Ziya Gökalp’in yuvasıdır, Akkoyunlular’ın, Artuklu Beyliği’nin ana yurdudur. Bölücü teröristler Diyarbakır’ın da, Diyarbakırlıların da, vatanımın ve milletimin her insanının da ortak düşmanıdır. Bu vesileyle Diyarbakır’da yaşayan her kardeşimi kucaklıyorum."
© Tüm hakları saklıdır.