Barış Acar
http://acarbaris.blogspot.com/
Bugün, sanat fuarlarının, birbirinden ilgi çekici başlıklar altında gerçekleştirilen türlü festivallerin, bienallerin, plastik sanatların ilgi alanına giren tüm etkinliklerin izleyicide yarattığı ortak bir payda var. Bu payda, “Burada ne oluyor?” sorusuyla özetlenebilir. Okullarda sanat yapıtı olarak bize gösterilenlerden çok farklı, malzemesine ve tekniğine akıl sır erdiremediğimiz, sanatçının yaşantısının orasından burasından derlenmiş nesnelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş sergiler bunlar. Elbette bunun gerekçeleri var. Çağdaş sanatçı geleneksel yolla kendini ifade etmez, bu yüzden genel geçer olana yaslanan izleyicisiyle ortak bir dil kurmaz. Her daim peşi sıra “Neden?” sorusunu sürükler.
Çağdaş Sanat ve Kriz Çağdaş sanat krizin sanatıdır. Modern zamanların yarattığı “ekonomik dünya” onun hem zehri hem panzehiridir. Bu süreçte kırsal yaşantıda örneğini görmediğimiz bir olgu devreye girmiştir. Endüstri Devriminden bu yana sanatçı, toplumsal yaşantının tamamını ifade etmeye başlayan “ekonomik yaşantı”nın tahakkümünü teneffüs eder. Bütün derdi onun yarattığı bunalımdan kurtulmaktır. “İnsan olmanın anlamını” aramak adına ekonomiden arta kalan boşlukları araştırır. Besinini orada bulur. Bir entelektüel olarak benliğine zarar veren olguyu keşfetmiştir. Bu yüzden, sınıfsal olarak tutarsızdır. Bu yüzden, bohemdir. Bu yüzden, uygunsuzdur. Baudelaire’in şiirinde dediği gibi “en çok olmadığı yerde mutludur”.
20. yüzyılın avangard (öncü) sanatçıları doğrudan bunalımdan beslenirler. Büyük Bunalım yıllarının öncesindeki karamsar ortam ve sonrasındaki karmaşa, Zürih merkezli Dadacı hareketin kalkış noktasıdır. Avangard ruh buradan bütün kıta Avrupasına ve giderek dünyaya yayılır. Arkaplanında üretim fazlasını toplumsal refahla birleştireceğini vadeden Taylorizm’in seri üretim bandı ve Keynesyen politikaların insanı soyutlama yeteneğinden ayıran makineleşme süreci vardır.
1960’lı yılların avangardları yine bir krizden beslenir. Performans sanatçıları, Fluxus, Sitüasyonistler, Dünya savaşlarından çıkmış ve neoliberal politikalara doğru ilerlemekte olan toplumsal yapıdaki çatlakları işaret eden gençlik hareketleriyle özdeşleşir. Fotojurnalizmin alametifarikası olmuş, İspanya İç Savaşı’nda faşist cuntaya karşı savaşırken vurulan Cumhuriyetçi askerin fotoğrafının üstüne iliştirilen “Why?” (Neden) sorusuyla çağdaş sanatçının peşinden sürüklediği soru birbiriyle bu yüzden çakışır.
Ateşin Düştüğü Yer Kendini kültürel iletişim ve tartışma platformu olarak tanımlayan Depo, 10 Mart-20 Nisan 2011 tarihleri arasında “Ateşin Düştüğü Yer” adıyla geniş katılımlı bir sergi düzenliyor. Sergi, daha önce galerilere yapılan saldırıyla gündeme gelmiş olan Tophane bölgesinin orta yerinde, Tütün Deposu’nda gerçekleşiyor. İnsan Hakları Vakfı’nın 20. yılı dolayısıyla planlanan etkinliğin bence iki farklı önemi var.
İlk olarak serginin önemi, Türkiye’nin 80 sonrası insan hakları panaroması niteliği taşımasından ileri geliyor. Özellikle 80’lerin ortasından itibaren gittikçe artan toplumsal eşitsizliğe karşı hareketlerin bastırılması, farklı kimlik ve kültürlerin reddi, gözaltında kayıplar gibi artık her toplumsal katmanın gerçekliğini bildiği ve kabul ettiği olgulara dikkat çekiyor sergilenen işler. Bu anlamda serginin düzenleyicileri özenli davranmışlar. Katılan sanatçılar ve yapıtlar sadece plastik sanatlar alanının tanınmış isimleriyle sınırlı kalmamış. 90’lı yıllarda muhalefetin yoğunlaştığı karikatür sanatçılarının çalışmaları, katalog yazıları için bir araya getirilmiş muhalif kimlikler vb. ile sergi gerçek anlamda geçtiğimiz dönemi gözlerimizde canlandıracak bir harita niteliğine bürünmüş.
Sanat tarihsel anlamda ise bir başka önemi var “Ateşin Düştüğü Yer”in.
Sergi, plastik sanatlar alanında avangard ruhun ne kadar canlı olduğunu, neler yapıp neler yapamadığını gösteren bir ölçü niteliğinde. Çağdaş sanatçıların, 90’lardan bu yana artan etkinliklerinde, politik bilinci ne kadar taşıdıkları ve ne oranda bunu işlerine yansıtmayı başardıklarını da değerlendirmeye açıyor. Gerek bugüne dek yapılmış işlerde gerek bu sergi için üretilen yapıtlarda çağdaş sanatçılar, kendilerini besleyen “kriz”i ne kadar tanıyor ve ona ne oranda karşı durabiliyor? Özal dönemiyle başlayan neo-liberal dalganın sonuçları ve henüz bir yenisinin sarsıntısından çıktığımız (!) finansal krizler ortamında sanatçının konumunu sorgulamamızı sağlıyor.
'İnsan'ı Tanımlamak Erdal Duman’ın yere saçılmış bonbon renklerinde küçük, sevimli bombaları, Ferhat Özgür’ün bir katı kaplayan kırılıp atılmış kalemleri, Halil Altındere’nin kayıp insanların fotoğraflarından yapılmış pulları, Çağrı Saray’ın üstünden defalarca geçilmiş general portresi, Suat Öğüt’ün Klasik Türk Müziği icraatçısı olan demokrasi korosu, bu işlerin çok çok küçük bir parçasını oluşturuyor. İki binaya yayılmış serginin her katında üzerinde uzun uzun durulması gereken pek çok yapıt var.
Sanatçılar ellerine geçirdikleri her türlü malzemeyle direnç noktaları yaratmışlar/ yaratıyorlar. Ancak serginin temasından bağımsız olarak işlere bir kez daha dönüp baktığımızda politikalarının ne olduğunu kestirebilmek güç. Avangard tasarımın ütopyacı yönü, alternatif dünya tasarımı (gerçeküsütücülerin dünyasını gözlerimizin önünde canlandıralım) bu işlerde göze çarpmıyor. Sanatın gittikçe kavramsallaşan dünyasında sanatçıların kullandıkları olanakların neye karşılık geldiği kestirilemiyor. Yapıtlar birbiri ardına uzanırken sözlerini duymak, hele de insan hakları gibi zor ve çatışmalı bir alanda, git gide zorlaşıyor.
Bir de olayın diğer yönü var. Peki, izleyicinin bütün bu işleri bir bir değerlendirmeye, ne olduklarını çözüp anlamlandırmaya, yetmedi, bunları bünyesine katarak dönüşmeye, yenilenmeye vakti/ enerjisi/ isteği var mı? Bu sorunun bizi sosyolojinin inceleme alanına giren karamsar bir tabloya götürüyor olduğu düşünülebilir. Yine de tarihsel anlamda hiçbir zaman böyle bir “an”ın gerçekten varolduğunu sanmıyorum. Zaten sanatçının yaptığı, o, olmayan zamanın, enerjinin, isteğin var kılınması çabası değil mi? Sanat ve felsefe için sık sık sorulan sorudur: “Sanat/ felsefe dünyayı değiştirebilir mi?” Hayli tepeden bakan bu sorunun yalıtkanlığına takılıp kalmadan, Depo’da sergilenen işlerin karşısına dikilmiş bakan özneye odaklanmak belki en doğrusu.
Çağdaş sanat insan hakları için ne yapabilir?
“İnsan hakları” ifadesindeki “insan”ı tanımlamak adlı muazzam işin dışında sanırım hiçbir şey.