Yeni Şafak'tan Kürşat Bumin köşesinde Prof. Türkan Saylan'ın evinin "Ergenekon" soruşturması kapsamında aranmasını değerlendirdi...
Önümüzdeki fotoğraf tek başına her şeyi anlatıyor. Evinde yapılan arama-kaldırma işleminden sonra evinin penceresinden aşağıda toplananları selamlıyor. Bedeni ve yüzü uzun zamandır gördüğü ağır tedavi yüzünden çok yıpranmış; ama ancak "sahici hekimler"de tanık olduğumuz bakışları hiç değişmemiş. Karşımızda, tek kelimeyle söyleyecek olursak, bir hümanist, bir aktivist var. Bu zor günlerinde evinin altının üstüne getirilmesi, evinden "çuvallar"la evrak taşınması bakışlarındaki bu ifadeyi silememiş.
Türkan Saylan'ın adının geçtiği ikinci yazım bu. İlkini buldum çıkardım. "Ceyhun Atuf'tan Türkan Saylan'a" başlığını taşıyormuş. Bir vesileyle iki "cumhuriyet hekimi"ni anlamak ve desteklemek yönünde bir yazıymış bu.
Ceyhun Atuf Kansu'nun Anadolu'nun doktor ayağı değmemiş köylerinde geçirdiği yıllarda kaleme aldığı "Kızamık Ağıdı" adlı şiirini hatırlamayanımız var mı aramızda?
Bu eski yazıya şu satırlarla başlamışım:
"Bazı mesleklerin "cumhuriyet"in has meslekleri arasında bulunduğuna ben de inanırım. Bu has meslekler içinde akla geleni -epeyce bir zamandır, yanlış olarak, bu meslekler arasında "askerliğin" baş köşeye oturturmasına rağmen- hekimlik ve öğretmenliktir. Hiçbir "cumhuriyet" halkını kucaklayabilmek için (sevgiyle "kucaklamak"tan söz ediyorum, kollarının arasına alarak "kemiklerini kırmaktan" değil!) bu iki mesleği baştacı etmeden karnesinin "hal ve gidiş" notunu yükseltemez. Dolayısıyla bu mesleği yürütenlerin -ilk öncelik olan halkın beden ve ruh sağlığı açısından- hiç ihmal edilmemeleri, haklarının verilmesi başta gelen önceliklerdendir. Bilmiyorum, "hekimliği" değil ama "öğretmenliği" cumhuriyetle bu derece yakın akraba kılmamın nedeni -belki de- öğretmen bir ana-babanın çocuğu olmamdan kaynaklanıyordur... "Öğretmenlik" söz konusu olduğunda bu mesleğe yönelik övgümün ülkenin eğitim-öğretim politikalarının arz ettiği manzarayla ilgisi yoktur. Yani mesela, dönüp baktığımda "Köy Enstitüleri" deneyiminin barındırdığı bin türlü mahzurun farkında olsam da, buralarda ter dökmüş öğretmenleri bu mahzurları göz önüne almayarak birer kahraman gibi görmeyi sürdürürüm. Hekim çocuğu olmasam da, bu mesleğin de benzer şekilde kahramanlık nişanını hak ettiğini düşünürüm."
Bu "giriş"i yapmışım çünkü, aramızdan çok erken ayrılan annemi, Yıldızeli-Pamukpınar Köy Enstitüsü'nün bir öğretmeni olarak, köylerden okula atının terkisinde çocuk taşırken gösteren o büyük fotoğrafa arada bir göz atarım.
"Eğitim-öğretim" üzerinde bir zamanlar epeyce bir şey karalamış birisi olarak "Köy Enstitüleri"nin "eğitim felsefesi"ni kendime yakın bulmam; ama bu çekincem o fotoğrafın ilan ettiği cumhuriyetçi ve hümanist mesaja kayıtsız kalmam gibi bir sonuca ulaşmama -asla- izin vermez.
İşte belki de bu nedenden dolayı aklıma arada bir "Vazgeç bu işten ve şimdi de gel 'cumhuriyetçiliğin' erdemlerini sırala okurlarına!" diye düşündüğüm de -samimi olarak- olur.
Ama sonra hemen vazgeçerim, çünkü "cumhuriyetçilik" gibi toplumsal-siyasal tarihin tanık olduğu bir büyük siyasal teori-pratiğin memleketimizde sivil-asker elinde ne perişan hallere düştüğünü-düşürüldüğünü hatırlarım. İhyası neredeyse imkansız bir kavramdır bu artık.
Ama olsun; bu "çoküş" bize Ceyhun Atuf'un "Kızamık Ağıdı"nı ve Türkan Saylan'ın cüzam hastalarının tedavisi yolunda verdiği büyük öncü mücadeleyi –ki bu mücadele 1986'da kendisine Uluslararası Gandhi Ödülü'nü kazandırmıştır- unutturamaz.. Cumhuriyet idaremizin bütün hatalarına, yanlışlarına ve hatta kötülüklerine rağmen, bu mücadeleler "cumhuriyet asansörü"nün "aydın" kıldığı yurttaşlarının kardeşlerine-yoldaşlarına uzattığı eli, açtığı kucağı temsil eder. "Cumhuriyet" dediğimiz şey de asıl olarak bu "asansör"den ibaret değil midir zaten? Yani "Okul"la yükselen, sınıf atlayan, aydınlanan yurttaşların vakit geçirmeden birer "asansörcü"ye dönüşerek "yükseltme" işleminin sürmesine doğrudan katılımları.
Sözünü ettiğim (Türkan Saylan'ın adının geçtiği) bu yazının yayımlandığı günlerde hükümet ve TTB arasındaki polemiğinin vardığı çözümsüzlük konuşuluyormuş. Saylan, bu polemik çerçevesinde, ülke hekimlerinin ülkenin gereksinimi olan gerçekçi bir sağlık politikası oluşturup, bunun kavgasını vermek yerine "muhalefet partilerimizin" yıllardır sergilediği gibi sadece tepki vermelerini eleştirmiş. "Mahrumiyet bölgesi" denilen yerlere "Hâkimi, savcısı, askeri, öğretmeni tıpış tıpış giderken" hekimlerin bunu "zulüm" saymasından şikayetçiymiş. Hekimlere şu çağrıyı yapıyormuş: "İktidarı eleştirmek en kolay şey, pekiyi ama sen ne koyacaksın bu çorbaya? (...) Ülkenin, sana konfor sağlamayan yörelerinin adını 'sürgün yeri'ne, 'mahrumiyet bölgesi'ne çıkarmada senin rolün yok mu? Orada doğarken ölen analarda, bebelerde senin sorumluluğun yok mu? Bunu nasıl temizleyeceksin?"
Çok tabii olarak, Saylan'ın bu eleştirisini onaylamış ve alkışlamışım o günlerde.
Toparlayacak olursak: Türkan Saylan ile karşılıklı oturup memleket ve dünya meselelerini gözden geçirmeye başlasak acaba nasıl bir durum ortaya çıkar? Kendisini bir hekim olarak tabii ki büyük bir ilgi ve dikkatle dinlerim. Binlerce kız çocuğunun nasıl okullu yapıldığının hikayesi de -tabii ki- ilgimi çeker. Söz bu çerçevede "Atatürk ilke ve inkılaplarını benimsetmek" konusuna gelince diyalogun ilerlemeyeceği de muhakkak. "Cumhuriyet mitingleri"nde söylemesine izin verilmeyen "Ne darbe ne şeriat" sloganının niçin yeterli olmadığını açıklamaya da çalışırım.
Ama adının bilmem kaçıncı "dalga" (ne kadar yakışıksız bir nitelemedir bu böyle) çerçevesinde yakışıksız haber ve yorumlara malzeme haline getirildiğini görünce -doğrusu- itirazlarımı hemen o an unutup, "Ergenekon 'Cadı Kazanı'na dönüşmesin" demeyi bir görev bilirim.