Figen Yüksekdağ*
Evet, sabun köpüğünden yapılmış bir ekonominin daha sonuna yaklaşıyoruz. Doların yükselişiyle birlikte dış borç durduğu yerde katlandı ve böylece nicedir birikmekte olan krizin alâmetleri kendini iyiden iyiye açığa vurdu.
Normalde “Dolar borcu olan düşünsün, bize ne!” dememiz gerekir. Ancak biliyoruz ki, Türkiye ekonomisi aslında her bir satırı gittikçe artan dış borçla dolu, koca bir veresiye defteridir ve kapitalist sömürüyü temel ideolojisi olarak benimsemiş ülkelerde kârlar bir üst, riskler ise hep bir alt mülkiyet grubuna devredilir. AKP'li son 14 yılda da bu böyle olmuştur.
Örneğin, milli gelir her sene ortalama yüzde 4.3 büyürken, işçilerin ücretleri yüzde 0.5 bile büyümemiştir. Emeğin milli gelirden aldığı pay yüzde 40'lardan yüzde 30'lara düşmüştür. Gelir dağılımında kayda değer bir düzelme olmadığı gibi, nüfusun yüzde biri, toplam servetin yüzde 53'üne sahip hale gelmiştir. Her beş kişiden ve her üç genç kadından biri işsiz hale gelmiş, iş cinayetleri katlanarak artmış, emek esnek ve güvencesiz kılınmış, yani sermaye için daha az “maliyetli” hale getirilmiştir.
Tüm bunlar olurken sermaye kesimi vergi aflarıyla, teşviklerle, desteklerle, garantili kredilerle ve vergisizlikle ödüllendirilmiştir. Öyle ki, çoğu şirketin ödediği kurumlar vergisi, orta gelirli bir mühendisin ödediği vergiden bile az olmuştur! Nihayetinde şirketler Avrupa'nın en yüksek kâr oranlarına sahip şirketleri haline gelmiştir.
“Hayatın gerçekleri” adı altında 300 yıllık masal devrededir yine: “Patronlar büyüsün ki, işçiye de daha fazla versin!” Oysa kârların ve ücretin ters orantılı olduğu, yani birinin artması için diğerinin azalması gerektiği gerçeği ekonomi biliminin en temel kanunudur.
AKP'li yıllarda bu kanuna yeni bir madde de eklenmiştir: Gelir veremiyorsan borçlandır! Eh, bırakın yoksulluğu, açlık sınırının bile altındaki bir asgari ücretin reva görüldüğü bir ülkede üretilen malları insanlara başka nasıl tükettirebilirsiniz ki? Bugün 26 milyon borçlu insan olduğunu söylüyor rakamlar. Bunlardan 3 milyona yakını, yani aileleriyle birlikte 10 milyona yakın insan kredi kartı veya bireysel kredi borcunu ödeyemiyor.
Dolayısıyla sormak gerekiyor, bu yaşadığımız kriz kimin ekonomisinin krizi? Şanslıysa ayda 1404 TL maaş alıp, üstüne bir de aylık 500 TL kredi kartı borcu ödeyen tekstil işçisinin mi? Tarladaki mevsimlik işçinin mi? Ev emekçisi kadınların mı? İş bulamadığı için sigortasız çalışmaya razı olan gencin mi? Yoksa oğullarını ve eşlerini maden katliamlarında kaybetmiş ailelerin mi? Yoksulluk sınırının altında yaşayan 50 milyonun üstünde insanın mı? Kimin?
İşçi-emekçi kitleler için bu sorunun cevabı son derece basittir.
Asgari ücretin iyileştirilmiş halini bile açlık sınırının altında tutarken patronlara 250 milyar dolarlık Hazine kredisini kim açmışsa; 14 sene boyunca yabancı yatırım ve dış borçla kim ihya olduysa; kamudan teşvik ve destekleri kim aldıysa; vergiden “kaçınmak” için servetlerini kim Panama'ya taşıdıysa; sanayi üretimini kim öldürdüyse ve ekonomiyi dış kaynağa bu kadar bağımlı hale hangi iktidar getirdiyse, kriz de onların krizidir.
Kazanırken “Türkiye” demeyip, kaybedince “millete” yaslananlara payanda olmaya hiç ama hiç niyetimiz yok. Sabun köpüğünden inşa ettiğiniz ekonomi kendi başınıza yıkılırken, biz onun içinden yeni, demokratik bir ekonomi kuracağız. “Hayatın gerçeklerinin” ne olduğunu işte o zaman göreceksiniz.
* Tutuklu HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ