29. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde Nebil Özgentürk ve Türkiye'nin en önemli yazarlarından Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali ile birlikte hazırladığı "Bir Sabahattin Ali Trajedisi - Kayıp Kemiklerin İzinde (Filiz’in Çok Üzüldüğü An...)” bugün (21 Nisan) izleyiciyle buluşacak. Özgentürk belgesele ilişkin olarak, "Ben ilk kez kendimi de kahramanlaştırmak zorunda hissettim bu belgeselde. Çünkü ben de o acıyı derinden hissettim, Filiz Hanım’ın bir kardeşi gibi. Benim için 20. yüzyılın, bu topraklardaki ilk Cumartesi kadınıdır Filiz Ali... (Tam bu noktada herkes susuyor, Filiz Hanım’ın gözleri doluyor, hava ağırlaşıyor birkaç saniye boyunca) Yıllarca Galatasaray Meydanı’nda bekleyen annelerden farkı nedir ki" dedi.
Cumhuriyet'ten Emrah Kolukısa'ya konuşan Filiz Ali ve Nebil Özgentürk'ün söyleşisi şöyle:
Film için henüz festival başlamadan tükenen biletler yüzünden ek bir seans kondu ve o seansın biletleri de hızla tükendi. 70 yıl önce katledilen ve bugün hâlâ Türkiye’nin vicdanında kanayan bir yara olmaya devam eden Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali ile sıra dışı bir belgesele imza atan Nebil Özgentürk’ü festival öncesi yakaladık ve yoğun duyguların yaşandığı bir söyleşi yaptık.
-Nasıl başladı her şey, kimin fikriydi bu belgesel?
Filiz Ali: Emrivaki yaptı Nebil bana. Kırklareli’nde konuşma yapmaya gelmişti, ben de genellikle Kırklareli’ne gittiğimde oradaki arkadaşlardan rica ediyorum, gidelim mi dağlara diye, çünkü hakikaten uzak bir yer... Bir de bulması da kolay değil, anayoldan ayrılıyorsunuz ve bayağı gidiyorsunuz. O yüzden onlardan rica ettik...
Nebil Özgentürk: Evet, sağ olsun Filiz Hanım’ı yıllardır çok severim, saygı duyarım, birkaç buluşmamız da oldu... Ayvalık’ta bir imza günü sırasında ben kendisinden rica ettim, küçük bir belgesel yapmıştık, Ayvalık Şenliği’nde, onu bizim ‘Yaşamdan Renkler’ programında gösterdik, oradan beri kafamda hep var zaten... 700’e yakın belgesel yaptım, 3-4 kez de Sabahattin Ali mini portresi yaptım ama içimden hep derlitoplu bir şey geçiyordu. Filiz Hanım’ın da önerisiyle ben Kırklareli’ndeki Sabahattin Ali anma toplantısına davet edildim, geçen haziran. Beraber gittik. Asıl hikâye şu tabii, ben ertesi sabah Moskova’ya gideceğim... Moskova’ya gitmeden önceki akşam da Ahmed Arif’in oğluyla buluşacağım. 29 Mayıs’ta da Orhan Kemal’in oğluyla Orhan Kemal’in acıları üstüne bir panele katılmıştım. Moskova’da Nâzım, Ahmed Arif, Orhan Kemal ve tam 1 Haziran’da da Sabahattin Ali... Bir belgesel anlatıcısının bu dört dramatik hikâyeyi yaşaması da belgeselin ilk 10 dakikasını kapsıyor. Ben de hakikaten abandone olmuş vaziyetteyim, Kırklareli’ne giderken dedim ki, “Ya Filiz Hanım geldik buraya kadar”, orada da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde güzel bir konuşma yaptık, “Gidelim mi birlikte” dedim, emrivaki dediği o... Birlikte bir yolculuk yaptık, belgesel de orada başlıyor bence. Bugüne kadar tabii ki çok değerli çalışmalar yapıldı, bir anlatıcıyla bir kahraman ve hakikaten Türkiye’nin önemli bir düşün adamının, mezarı olmayan, kemikleri dahi bulunmayan bir insanın öldürüldüğü sanılan bir bölgede bir saate yakın kalma hali bence bir belgeseldir, dünyanın her yerinde. Fikir böyle oluştu işte. O kamera ve ben, Filiz Hanım’ı izledik, Filiz Hanım’ın duygularını, kalbini, gözünü... Belki de Sabahattin Ali’nin “Benim meskenim dağlardır” diye diye gelip o belki de böceklerin ses verdiği, rüzgârın uğultu yaptığı o bölgedeki hali ve orada hakikaten yıllar önce bir çobanın “Burada bulundu” dediği noktada oluyor...
Hep o duygu...
F.A: Evet, oraya ilk defa gidişimizde... Zaten bir yere kadar arabayla gidiyorsun, sonra yürüyorsun, sonra bir düzlük, düzlüğün tam dibinde de bir kaya var. Bende şey etkisi yapmıştı o, hani antikçağların tapınağı sanki, sunak gibi geldi bana o kaya. O anda öyle hissettim... Ondan sonra dere yatağına indirdi çoban bizi. Dere yatağı o kayadan çok daha aşağıda. Onun için tekrar oraya gittiğim vakit hep o duyguyu yaşıyorum.
- Yapı Kredi binasındaki sergide de gördüğümüz bir şey var, babanız çok fazla fotoğraf çekmiş. Neredeyse bir belgeselci gibiymiş o da.
F.A: Evet aynı şeyi ben de düşünüyorum. Hayatım boyunca babamın çektiği fotoğrafların kontak kopyalarına baktım, ama hiçbirisini böyle bir sergi ortamında yan yana görmemiştim. Mesela bir çerçevenin içinde bir sürü fotoğraf var, ama ne fotoğrafları? Tren rayları, köprüler, tüneller, bir lokomotif, köylüler... Bunları böyle yan yana gördüğünüz vakit şöyle düşünüyorsunuz: Sabahattin Ali resmen hayatı boyunca elinde fotoğraf makinesiyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinin, Ankara’nın, İstanbul’un, ama daha ziyade Ege’nin fotoğraflarını çekerek belgelemiş. Bütün bunları laf olsun diye çekmemiş besbelli, yanyana koyunca belgesel olduğunu görüyorsunuz. Bir de aynı zamanda ben babamın ilk “selfie” fotoğrafçısı olduğu kanaatindeyim, çünkü ha bire kendini çekiyor. (Gülüyor)
N.Ö: Zaten bu belgeselde Sabahattin Ali’nin sanatçı kişiliği, doğaya tutkusu bir yudum da olsa örneklendiriliyor. 55 dakikalık bir belgesel... Altan Öymen’in de tanıklığı var filmde. Onun babasıyla Sabahattin Ali ahbapmış, ikisi de eğitimci. Altan Ağabey’in Sabahattin Ali’yle fotoğrafı var, daha 7 yaşındayken, sanıyorum Filiz Hanım henüz doğmamışken.
F.A: Hayır, ben görmedim onu.
Ağlamak güzeldir
- Siz neler hissettiniz peki Nebil Bey, belgeseli çekerken?
N.Ö: Ben ilk kez kendimi de kahramanlaştırmak zorunda hissettim bu belgeselde. Çünkü ben de o acıyı derinden hissettim, Filiz Hanım’ın bir kardeşi gibi. Ve size ilk defa, sürprizini bozayım burada, bir cümle kullandım, belki Filiz Hanım bilmediği için kızabilir bana, ama söylemek zorundayım, benim için 20. yüzyılın, bu topraklardaki ilk Cumartesi kadınıdır Filiz Ali... (Tam bu noktada herkes susuyor, Filiz Hanım’ın gözleri doluyor, hava ağırlaşıyor birkaç saniye boyunca) Yıllarca Galatasaray Meydanı’nda bekleyen annelerden farkı nedir ki?
F.A: Böyle laflar söylerseniz orada, ağlarım bak...
N.Ö: Olsun, ağlamak güzeldir.
‘Burada üç trajedi var’
- ‘Bir Sabahattin Ali Trajedisi’ diyorsunuz afişte... Biraz açalım mı o trajedi meselesini?
N.Ö: Dedim ya, çok belgesel yapmış olmanın ve yeni bir hikâye anlatma formatı bulmanın peşine de düştüm. Burada üç trajedi var... Birincisi benim trajedim. Ben hep bu ülkenin yazan çizen, şiir yazan, beste yapan insanlarının acılarını dinleye dinleye geldim, kendi ailemden başlayarak hem de. Tüm bunları ekrana yansıtmış, gazetelerde yazmış bir insanım. Kendi yaşadığım dört günlük bir trajedi bence. Hatta meşhur Hasan Hüseyin’in “Haziran’da ölmek zor” şiiri gibi tam da haziran başlarında sanki ben de haziranda ölenlerin acılarını dinlemek daha da zor gibi bir hisse kapıldım.
İkincisi, Sabahattin Ali’nin bizatihi gencecik yaşında katledilmesi, devlet tarafından yok edilmesi, feci biçimde, hunharca, izinin dahi bırakılmaması dünya çapında bir trajedidir. Üçüncü trajedi de Filiz Hanım’ın trajedisi. Düşünsenize ya, kendi adıma söyleyeyim, ben Adana’ya gittiğimde geçenlerde iki saat vaktim olunca babamın mezarına gittim. Onun mezarının başında bir ritüel gibi biraz vakit geçirir sonra dönerim. Bunları yaşayan Nebil ve yanında bunları 70 yıldır hiç yaşayamamış, yaşaması mümkün olmayan Filiz Ali’yi orada görünce üçüncü trajedi başlar işte. Bu üçünün yan yana gelmesi çok ender bir şey. Filiz Hanım 70 yıldır sadece anlatıyor babasını.
Benim için de sürpriz
- Filiz Hanım siz izlediniz mi belgeseli?
F.A: Hayır, Ankara Film Festivali’nde izleyeceğim. Benim için de sürpriz olacak aslında.