Yaşam

‘Bu hızlı gidişat bana tuhaf geliyor’

Ahmet Kaya’nın dediğine, 10 yıl sonra mı geldik? Devran gerçekten döndü mü? Devlet eliyle Kürt televizyonunu, bugün yaşasa nasıl karşılardı?

10 Ocak 2009 02:00

Ahmet Kaya’nın dediğine, ödüllü linç gecesinden 10 yıl sonra mı geldik? Devran gerçekten döndü mü? Devlet eliyle Kürt televizyonunu, hükümetin yeni açılımlarını, bugün yaşasa nasıl karşılardı?



Hemen her birimizin hafızalarından silinmeyen görüntülerdi, Ahmet Kaya’nın ‘Kürtçe şarkı söylemek istiyorum’ dediği gece, yuhlanışı ve küfür kıyamet eşliğinde katıldığı ödül törenini terk edişi. Ogün bugündür çok da azalmış olmamalı, insanımızın içinde yatan linçe yönelik prim. Ama bambaşka bir şey olmalı ezberleri bozan. Öyle bir şey ki o yıllarda devlet eliyle Kürt televizyonu açılacak denilmesi şaka bile götürmezken, gerçeğimiz kılan… Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya, Radikal gazetesine verdiği röportajda, o günleri ve bugün tuhaf karşıladığı gelişmeleri anlattı:


Türkiye’de son yıllarda yeşeren linç kültürünün kendini en vahşice gösterdiği anlardan biri, 12 Şubat 1999’da, Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde yaşandı. Bu kez ‘duyarlılık’ gösteren sokaktaki vatandaş değil, anlı şanlı gazeteciler, müzisyenler, şarkıcılardı. Sonradan açıklama yapmak gerektiğinde, bazıları o 10. Yıl marşlarını ‘tansiyonu düşürmek için’ söylediklerini beyan ettiler. ‘Atın bu adamı dışarı’, ‘Burası Türkiye’, ‘Türkiye Türk kalacaktır’ diye ağızlarından köpükler saçarak (Hakikaten görüntülerle sabit) bağrışırken, linç etmek istedikleri adama doğru çatal, kaşık, ellerine ne geçerse fırlatırlarken, tansiyonu o şekilde düşürmek, ancak Nazi Almanyası’na mahsus bir gövde gösterisi anlamına geliyor herhalde. Lütfen o gece olayları bu seviyeye getirenlerin sonradan nedamet getirir gibi yaptıkları açıklamalara inanmayınız.

O gece etrafı sarılan, ite kaka dışarı çıkarılan ve ‘Yılın sanatçısı’ ödülünü almak üzere orada bulunan Ahmet Kaya, 16 Kasım 2000’de, fiilî sürgünde bulunduğu Paris’te hayata veda etti. Sadece Kürtçe bir şarkı söyleyeceğini, buna bir klip çekeceğini, bu klibin gösterilmesini arzu ettiğini söylemişti. ‘Bunları orada söylemeye ne gerek var’ demeyin, ödül törenleri bir söz alma platformudur aynı zamanda; Kaya tam da konunun muhataplarını toplu halde bulunca iletmişti derdini. Salondaki kitlenin bir kısmı delirince o da itidali elden bırakmayarak sertleşti, hakkında davalar açıldı, yalnız kaldı. Şarkılarında yıllarca anlattıklarını başa gelince çekmeyi bildi, filmleriyle tutarlılığını koruyan Yılmaz Güney’in yakınına, Pére Lachaise mezarlığına gömüldü.

Bir masum isteği vardı...

Halbuki hakikaten masum bir isteği vardı. 2001’de, ölümünün ardından yayınlanan ‘Hoşçakalın Gözüm’ albümünde yer alan ‘Karwan’, herhalde Ahmet Kaya tarihinin en ‘hafif’ şarkılarından biriydi. ‘Başkaldırıyorum’larla, ‘Adı Bahtiyar’larla, ‘Başım Belada’larla zamanında ‘burjuvaziyi şoke etmiş’, bir militan gerilimini, bir devrimci mücadele sıcaklığını şarkılarında hep diri tutmuş, siyasî boyutunu eksiltmemiş bir adamdı Ahmet Kaya. Sağcısından solcusuna herkes onu dinlediyse, bunda hem bu inatçılığının, hem müzikal aşinalığının payı vardı.

Ofisinizde TRT Şeş açık. Hep izliyor musunuz?

Normal TRT gibi izleyebileceğiz sanıyordum, uydudanmış, ancak iki gün önce bulabildim. Arada bakıyorum, fakat içeriksiz buldum. Başlangıca yoralım diyorum ama zengin, dolu, doğru bir içerik de kolay oluşturulamayacak gibi. Bu yapılamayacaksa da bu kadar gürültü koparmamak lazım. Bir evrimden, bir içselleştirme sürecinden sonra birtakım dinamiklerin bizi kendiliğinden ulaştırdığı bir aşamanın sonucu değil bu. 10 yıl önceki durumdayız aslında.

Devlet tarafından bir şey bahşedilmiş gibi mi geliyor size?

Tabii koca bir halk, koca bir kültür söz konusu olduğunda, ‘kart kurt’tan bu noktaya gelmek ve bunun ‘bahşedilmiş’ olması, bana çok ağır geliyor. Geçen gün ilk defa TRT’de bir programa katıldım. Şarkıların bile giremediği bir çatının kapısından girmiş olmak garip bir duygu yarattı bende. Ahmet hiç giremedi o kapıdan, şarkıları hiç giremedi. Bense tam da bu TRT Şeş’i konuşmak üzere bir daveti kabul ettim. Orada da söyledim: Ya Meclis’in, ya TRT’nin, ya başka bir yerin çatısına bir taş düştü herhalde! ‘İktidar bunu hangi hesaplarla yapıyor’ gibi sorular çok da ezber laflar gibi gelmiyor bana. Nitekim son bir hafta içinde AKP’nin Kürt milletvekillerinin varlığını, sayısını, şahsiyetlerini görmeye, tanımaya başladık bu sayede. Bir AKP’li kadın milletvekilinin çok da güzel Kürtçe şarkı okuyabildiğini öğrendik mesela. Halbuki şeffaf ve açık bir toplumsak zaten bunları biliyor olmalıydık. Bu hızlı gidişat bana tuhaf geliyor.

AKP’nin bir başka ‘açılım’ı da sizi yakından ilgilendiriyor. Siz hem Kürt, hem Alevi’siniz...
Reha Çamuroğlu ya da AKP üzerinden yürüyen Alevi açılımını da Kürt dili üzerindeki açıklamalarla aynı görüyorum. Çeşitli Alevi kuruluşlarının iç iradeleriyle, demokratik katılımlarla yaptıkları örgütlenmeler bana daha değerli geliyor. Devlet/inançlar, devlet/kültür, devlet/sanat gibi ilişkilerde devletin rolünün düzenleyici değil, sadece destekleyici olması gerekli. Bu memleketteki her şey merkezî, dikey, yukarıdan aşağıya yapıldığı için sağlıksız yürüyor.

Ama bazı politikaların yukarıdan inşa edilebilmesi için de aşağıdan bir tazyik gerekmez mi?

Tabii. Kürtler ve Aleviler söz konusuysa, neredeyse son yüz yıla yayılan bir talepler silsilesi olduğu açık. Bu taleplerini kendi kültürel kurumlarını oluşturarak da dillendirdi bu kesimler. Ama aşağıyı temsil eden dinamiklerin oluşturulmaya çalışılan organizasyonlarda hiç bulunmadığını da görüyoruz. Devletin baktığı yerden bakanların da bir Alevi ve Kürt olarak beni temsil ettiğini söyleyemem. Ayrıca bir Meclis oluşumunun verdiği bir hak, bir başka Meclis tarafından geri de alınabilir. Eskaza CHP iktidara gelse, ‘Sıktınız artık’ diyebilir. (Gülüyor) Hak kavramını da doğru tanımlamak lazım. Dil, kültür gibi şeyler söz konusu olduğunda, gözünüzü açtığınız andan itibaren hayatın size sunduğu şeylerden bahsediyoruz demektir. Zaten olması gereken bir şeyi çok acı, çok çetin zamanlardan sonra almak ya da bunun sunuluyor olması, bana çok kötü geliyor.

Ahmet Kaya itibarını istiyor...

Bu arada, başka bir kanala geçmişiz, ‘Ahmet Kaya itibarını istiyor’ diye bir bant geçiyor. Ne diyorsunuz?

Çok acayip. Bana böyle bir soru sorsalardı, ‘Ancak Ahmet devlete itibarını iade edebilir’ derdim. Bütün çağdaş normlar açısından bu süreçte itibarsızlaşanın devlet olduğunu görüyoruz. Kendi sanatçısına kendi anadilinde okumak istediği şarkıdan dolayı yargı yolunu açan, onu yurdundan uzakta yalnızlaştıran bu devlettir. Ancak Ahmet Kaya’nın, Nâzım Hikmet’in, Yılmaz Güney’in devlete itibar iadesi yapıp yapmayacakları sorulabilir. Bugünlerde arşivden görüntüleri tekrar izledikçe şunu gördüm: Ahmet, “Ben bu iki halkın binlerce yıldır kardeş olduğunu ve kardeş kalması gerektiğini savundum. Ama bu ülke Kürt realitesini tanımak zorundadır kardeşim!” diyerek sertleşiyor. “İşte buradayım, alın götürün, ne yapacaksanız yapın” diyor. ‘Ben bugüne kadar farklı bir şey söylemiyordum ki zaten’ demeye çalışıyor. Burada tutarlılık göstermeyen, Ahmet’in söylediklerini manipüle eden medya aslında. Yani ‘bir kısım medya’!

90’ların ikinci yarısıyla beraber Ahmet Kaya’nın tutarsızlığını vurgulayacak bir sürü haber yapılıyordu, ‘düzenle kol kola olduğu’ ima ediliyordu. Bir anlamda, Ahmet Kaya imgesi aslına rücu etmiş oldu bu sonla...

Aslında evet. Bir defa, solculuğun normları yanlış algılatılıyor önce. Sonra da kendi yarattıkları normların içine birtakım insanları sığdırmaya çalışıyorlar. O insanın öyle bakıp bakmadığı hiç önemli değil onlar açısından. Fakat hayat da onlara şunu öğretmiyor ya, o çok vahim: Kimin üzerinde neyi kurgulayıp neyi biçimlendirmeye çalıştılarsa, bu çabaların tamamı iflas etti. Bugün dengelerini sarsacak bir şey olsa, yine aynı şeyleri yapacaklar. Bu tekerrür daha trajik. O gün Ahmet’in yerine o sözleri kim söyleseydi ya da Ahmet İngilizce, Fransızca, hatta Ugandaca deseydi Kürtçe yerine, başına bunlar gelmeyecekti. Bu ülkede sürgün yaşayanlar, sürgünde ölenler, sürgünden dönenler oldu. Ama Ahmet Kaya üzerinden kurgu yapalım: Yaşasaydı, dönseydi, ne yapardı? Valla, kaldığı yerden yaylım ateşine tutardı. ‘Çok mutluyum, ülkeme döndüm’ filan yerine, ‘Ben yokken neler oldu bakayım’ deyip kolları sıvardı yine.

'Ahmet'in gidişi çok çıplak görünüyor şimdi'

TRT Şeş’in bu kadar kolay açılması, Ahmet Kaya’nın akıbetini de tartışmaya açtı doğal olarak...

Evet, çünkü Ahmet’in gidişi şimdi çok çıplak görünür oldu. Linç edilirken bile bu konuya dokunmayanlar, ‘Onun günahı neydi’ demeye başladı. Bazı insanların yoklukları bile işlevsel olabiliyor demek ki diye düşünüyorum. Bu da Ahmet’i gözümde daha büyütüyor açıkçası. Bir de şöyle düşünelim: İnsansın, babasın, söylediğin bir şey birilerinin hoşuna gitmiyor, hayatın bir biçimde sonlandırılıyor. Kendi dönüm noktaları vardır insanın, çocuğu okuldan mezun olur, büyüdüğünü görürsün, doğum gününü kutlarsın... Bunlardan bazı çocukların yoksun bırakıldığını bile düşünseler ya da onu seven, onun gibi düşünen insanların da cezalandırıldığını görebilseler, kalp taşıyan insanlar daha sağlıklı bakmaya başlayabilir. Ama bunun dahi yapılmadığını görmek çok vahim. Torunu ondan yoksun büyüyecekse, bu süreci kışkırtan herkesin bunda payı var. ‘O linçi başlatanlar sizden özür diledi mi?’ diye soruyorlar. Onların muhatabı ben değilim ki. Tam da acı çektirdikleri milyonlarca insandan özür dilemeleri gerekiyor. O olayı nasıl kamusal alanda yaptılarsa özrü de orada dilemeliler. Bağışlanabilirler mi, onu ben bilemem.

Ahmet Kaya’nın mezarını Türkiye’ye getirmeme kararınız yokluğunu hep görünür kılmak, tarihi unutturmamak için mi?

‘Erk’e sürekli parmak sallayan bir adamdı, onu getirmek artık sallayamaz demek gibi; bu bana ağır geliyor. O zaman devletin itibarını iade etmiş gibi oluruz, o sayfa kapanır. Ayrıca, Ahmet’in gidiş koşullarından bu yana ne değişti ki? Onun arkasından bütün o hakaretamiz lafları yazanların tamamı köşelerini, ekranlarını özürle donatsalar dahi, benim için bu bir getirme sebebi olmaz. Çünkü burada kaygan dengeler belirliyor insanların bakış açılarını. Bunu sağlıklı bulmuyorum. O milliyetçi, ayrıştırıcı hava daha da tırmandırılmışken, Ahmet’e hakaret olur onu buraya döndürmek. En azından bir başkasına bunu yaşatmamak için bu sayfaları kapatmamak gerekiyor. Bu ülkede sayfaları hızlı kapatmaya çok alışkınız. Ermenilerle ilgili öyle, Kürtlerle ilgili de... Sayfalar açık kalırsa sorgulanabilir. Bu insanların tam da bu yüzden buraya geri getirilmemeleri gerekir.

Bugünlerde TRT Şeş açılırken, bir yanda da 13 yaşında Kürt çocukları polise taş attıkları için 50’şer yıldan yargılanıyor. Pek bir şey değişmemiş hakikaten...

‘Çocuklar sokağa sürülüyor’ diyor merkez medya. Fakat öbür taraftan şöyle bir şey görüyorsunuz: Aynı küçük çocuklara asker kıyafeti giydiriliyor, ellerine de birer bayrak veriliyor; o kutsanıyor. Ne bunu, ne de öbürünü olumluyorum. Ama bir taraftakiler en azından kendi küçük iradeleriyle sokakta dayak yiyorlar. Diğerleri kurgulanıyor ve sunuluyor. İkisi de çok vahim tabii. Ama küçücük çocukların 50 yıl hapislerle ömürlerinin karartılması zaten en vahimi. Ve bunu ‘koca’ bir devlet yapıyor. Bütün bunları sebep-sonuç ilişkisiyle değerlendirmezsek hiçbir yere varamayız. Neden Etiler’de bir çocuk bunu yapma ihtiyacı duymuyor?

Hrant Dink ve Kaya'nın akibeti

Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra yaşanan toplumsal pişmanlık şimdi Ahmet Kaya için yaşanıyor sanki. Hrant Dink’in ardından düzenlenen mitingde konuşurken Rakel Dink’in yanındaydınız. Hrant Dink ve Ahmet Kaya’nın akıbetleri benzeşiyor mu sizce?

Aslında benzeşiyor. İkisi de, memleket sevgisini yarıştıran birtakım insanların karşısına konulmayacak kadar bu memleket için kafa yoran, kalp yoran adamlar. Hrant, bütün bu tehditlerden, Veli Küçük’lerin gövde gösterilerinden sonra yurtdışına gitseydi, acaba ömrü Ahmet kadar kısa olmayacak mıydı? Ya da Ahmet dönseydi, Hrant’ın akıbetiyle karşılaşmayacak mıydı? Ama hem Hrant’a, hem Ahmet’e baktığında, sokakta pompalanan havaya şaşırmıyor aslında insan. Bu ülke çok güzel iki adamını rahatlıkla gözden çıkarabilmiş. O nedenle itibar iadesi gibi lafların uluorta kullanılmasına dayanamıyorum.

‘Yaktı sizi Can Baba’


Murathan Mungan, Türkiye’de insanların yaşlanmayı iyi beceremediğini, duruşlarını koruyamadıklarını, acılaştıklarını söylüyordu. Ahmet Kaya sizce nasıl yaşlanırdı?

Hakikaten iyi yaşlanan insan sayısı az Türkiye’de. Bunlardan biri Can Yücel bence. Ahmet’le ona gitmiştik, ‘Sevgi Duvarı’nı dinletmek üzere. Kuzguncuk’a bir vardık ki, bütün esnaf bizi bekliyor, “Yaktı sizi Can Baba” diyorlar. 9 diye sözleşmiştik, muhtemelen o minik bir kaçamak için Güler Abla’ya “5’te buluşacağız” deyip inmiş sahile. Ahmet, “Saati kesinlikle yanlış anlamışsındır sen” diye söylenmeye başladı. Ahmet kimseden değil ama, Can Yücel’den korkuyordu valla. Evine gittik ki, ayakta duracak hali kalmamış, yatıyor, bize de etmediği küfrü bırakmıyor. Güler Abla alışkın tabii, umursamadan başka işlerle uğraşıyor. Baktık küfürler ağırlaştı, evde de teyp yok, Ahmet yanımızdakileri dışarı yolladı, “Teyp bulmadan gelmeyin” dedi. Çocuklar tabii o saatte bulamamış, iyice panik olduk, mecburen arabaya indirmeye karar verdik. Güç bela koluna girdik Can Baba’nın, indirdik. Araba da küçük, tek kapılı, tutturdu “Ben arkada Güler’le oturacağım” diye. Şarkının mikslenmiş haliydi, çaldık, ses yok. Bir baktık, ağlıyor. İki kere daha dinlemek istedi. Anladık ki, beğendi. Sonra da çıkıp uyudu. Şaka yollu hep söylerdi Ahmet, “Ben de Can Baba gibi yaşlanacağım, kafayı çekip duracağım, bol bol küfretme özgürlüğümü kullanacağım, var gerisini sen düşün” diye. (Gülüyor) Fakat Can Baba en güzel küfürlerini ‘Sevgi Duvarı’ şiirinin denetime takılması sırasında savurdu. Denetimden geçmeyen ‘sidikli’ kelimesi yerine ‘pasaklı’yı buldu, ama onun küfürleri de tam yerini buldu.