Hayat Var’, 13 yaşında bir kızın üzerine üzerine gelen hayatın öyküsünü anlatıyor. Reha Erdem imzalı yapım, güzel kadrajları, rahatsız edici anları ve gerçekçi tavrıyla sezonun en iyi Türk filmi. ‘Hayat Var’ın başrolünde Elit İşcan var.
Radikal'in haberinde filmin derin bir incelemesi bulunuyor.
Kartvizitinin bir yanına (ki en önemli yandır o) ‘auteur’ (yaratıcı) sıfatını yerleştirdiğimiz yönetmenlerin, dertlerinin ne olduğunu kavramaya çalışırken, çoğu kez önceki filmlerinden geride kalan ayak izlerini takip ederiz. Kuşkusuz bir eleştirmen de, her yeni sınavda bahsi olunan yönetmenin filmlerine ilişkin, kendi yazdıklarına göz atar. Dolayısıyla Reha Erdem ve son çalışması ‘Hayat Var’ özelinde, hem yönetmenin, hem de kendi karaladıklarımın izini takip etmek istiyorum, izninizle. Üstadın (orta kuşak mensubudur ama yine de kaanatimce ‘üstat’ unvanını çoktan hak etmiştir kendileri) iki önceki çalışması ‘Korkuyorum Anne’nin minik karakteri Çetin, film boyunca sünnetçi amcalardan uzak durmaya çalışıyordu. Bu, bana kalırsa bir erkeklik travmasından öte, aslında büyümemekle ilgili bir karardı. Sünnet olmayacak, erkekliğe adım atmayacak ve hep çocuk kalmanın yollarını arayacaktı. Sonraki adım olan ‘Beş Vakit’in iki küçük erkek kahramanı Ömer ve Yakup ise, Çetin’in aksine bir an önce büyümeye çalışıyordu. Ama onlar için de büyüme yolundaki en büyük engel babalarıydı. İkili, film boyunca bu engeli yıkmak için fırsat kolluyordu. ‘Hayat Var’ın kahramanı olan 13 yaşındaki Hayat’ın (dolayısıyla filme ismini de vermiş oluyor) ise önceki Erdem karakterlerinin yanında tuhaf bir konumu var. Büyümek istiyor, çünkü hayat sahnesinde bir an önce rol kapmanın ve kendi sesini duyurmanın peşinde; büyümek istemiyor, çünkü, hayat çok zor ve tıpkı, önce salıncaktaki yerini, sonra da emziğini aldığı kardeşi kadar tasasız olmayı ve ilgi görmeyi düşlüyor. Öte yandan etrafı, onu büyütenler ve küçültenlerle çevrili... Peki ya şimdiki zaman ve şimdiki hali?.. İşte onu, ‘o an’ın parçası olarak kabul eden tek kişi de taşralı bir çırak oluyor.
Reha Erdem, bir genç kızın büyüme hallerine, aslında ilk filmi ‘A Ay’da da değinmişti. Yıllar sonra benzer bir meseleye tekrar göz atar gibi yaparken, bu kez baştan sona bir şiirselliğin peşinde koşan (ki metinleri bile kimi şairlerden ‘borç’ alınmıştı ‘A Ay’ın) bir film yerine, yine yer yer şiirsellikler yakalayan ama asıl olarak vahşi bir orman gibi algılanabilecek bir düzen içinde, masumiyetini kaybeden, daha doğrusu kaybettirilen Hayat’ın öyküsünden pasajlar sunuyor.
Sesi güzel Fener taraftarı
Etrafındaki herkesin kaybetme aşamasına geldiği ya da bu aşamayı çoktan geçtiği bir noktada Hayat, olup bitenleri anlamaya ve kendine de bu düzen içinde bir rol seçmeye çabalıyor. Ayrılmış bir aile yapısı içinde baba, kendini ‘balıkçı’ olarak tanımlıyor ama asıl geçimini kayığıyla Boğaz’dan geçen yüksek tonajlı gemilerin personeline fahişe ayarlayarak sağlıyor. Yatalak dede ise son derece aksi bir karakter ve etrafa kan kusturuyor. Anne ise, baba askerdeyken kararını bir başka ‘devlet kurumu’ndan yana kullanmış, bir polise gönül vermiş ve nihayetinde yeniden evlenip ikinci bir çocuk doğurmuştur. Yakın çevrede oturan tuhaf bir teyzenin (ki ismi Kamile) zaman zaman kol kanat gerdiği Hayat, okulda da çıkışsızdır. Uyumsuzluğu, arkadaşlarının ‘eşek şakaları’, kopya çekmeler derken öğretmeni ve müdürü de onu dışlayanlar arasına katılmış durumdadır. Bu noktada ona ilginç bir yardım eli uzanıyor: ‘Sesi güzel’ bir ‘Fenerbahçe taraftarı’... Okul yolunun üzerindeki bir atölyede çalışır, bağrıyanık türküler söyler ve en önemlisi ‘İstanbullu’ değildir. Belki de Hayat biraz da bu özelliğiyle ona güvenir, çünkü dedesi, yattığı yerden verdiği ‘hayat dersleri’nin birinde, bu şehirde hep dışardan gelenlerin zengin olduğunu, kendileri gibi bilmemkaç kuşak İstanbulluların ise süründüğünden bahsetmiştir.
Fikret’in ‘Sis’ini hatırlarken
‘Hayat Var’, enfes iskele görüntüleriyle açılıyor ama güzellik sadece o noktada kalmıyor, son derece estetik kadrajlar, bütün bir film boyunca sürüyor. Lakin bunca ‘görüntüsel’ güzelliğe inat, film çok da ‘güzel’ şeyler anlatmıyor. Karamsar, acımasız, gerçekçi ve sert bir dünyanın tasvirine soyunuyor. Bu noktada insan şunu da düşünüyor elbet, ‘A Ay’ın çekildiği zamanla, ‘Hayat Var’ın çekildiği zaman arasında, dünyanın daha da kötüye gittiği muhakkak. Bu filmleri çeken yönetmenin de, bu gidişata yönelik öfkesi, hikâyesine yansımış. Reha Erdem, filmde reji ve senaryonun yanında ‘ses tasarımı’nı da üstlenmiş. Bu da sanki, ruh ve vicdanındaki öfkenin, seslere de yansımasına, Hayat’ın üzerine üzerine gelen ‘hayat’ın acımasızlığının ve ‘puşt’luğunun, bir anlamda somuta dönüşmesine vesile olmuş. Hindinin ‘glu glu’su, uçakların gürültüsü, babanın hediye olarak getirdiği oyuncağın kâbus ötesi ‘cıngılı’, yüksek tonajlı gemilerin düdük sesleri, sirenler vs., aslında çoğu kez bir su kenarı yerleşmesinde geçen öykünün, huzur veren görüntülerini bozan başlıca unsurlar. Öte yandan Hayat’ın, zaman zaman ‘hırıltılarına’ başvurarak bir dil geliştirmesi ve etrafıyla böylesi bir yöntemle iletişim kurmaya çalışması da, bence senaryonun en zekice buluşlarından biri olmuş (Yönetmenin Altyazı dergisindeki söyleşisinden öğreniyoruz ki, Alman ZDF kanalında kendisiyle konuşan bir muhabir, Hayat’ı yaralı bir hayvana benzetmiş. Bu tasvire biraz da bu hırıltıların neden olduğu kanısındayım).
Reha Erdem, geçmişinde bize hep başka bir İstanbul’dan pasajlar sunmuştu. ‘Kaç Para Kaç’ta da, ‘Korkuyorum Anne’de de... ‘Hayat Var’, kuşkusuz Boğaz sahneleri itibarıyla bildik İstanbul siluetinden kaçamıyor, yine de ‘Yeditepeli şehir’ film boyunca sadece fonda kendini hatırlatıyor. Yani sözün özü İstanbul, bir Reha Erdem filminde yine bambaşka perspektifleriyle karşımıza geliyor. Lakin beni kişisel olarak filmde en çok muhteşem ‘sisli’ sahneler vurdu. Bu noktada bir ‘Mekteb-i Sultani’li olarak Erdem, Tevfik Fikret’in ‘Sis’ine ve “Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!” dizelerine bir gönderme yapmış diye yazsam, yönetmenin bizatihi kendisi, “İşte tipik bir eleştirmen uydurması (!),” der mi acep?
Hayat budur işte
Oyunculuklara gelince; Hayat, hayatın ağırlığını kaldırmakta zorlansa da onu canlandıran Elit İşcan, koca bir filmin yükünü, bu gencecik yaşında kaldırmayı başarıyor. Umarım sinemamız ona büyüdükçe, kendisini daha da büyütecek doğru rolleri sunar. Erdal Beşikçioğlu da, kendi kuşağının kaybedeni babada, mükemmele yakın bir performans sunuyor. Levend Yılmaz ise ‘Dede’de gayet iyi ama sanki bazı sahnelerde ‘biraz’ abartmış gibi. Keza Erhan Tekin ‘taşralı çırak’ta, Handan Karaadam da Kamile hanımda, başarılı takım oyununun parçası olmayı başarıyor.
Serdar Akar’ın ‘Barda’sındaki tacizciler ‘layık oldukları’ -ve kamuoyu hissiyatına uygun bir- şekilde cezalandırılıyordu. Bu filmin ‘en belirgin tacizcisi’ konumundaki bakkalın ise sadece aynası kırılıyor, yani ucuz kurtuluyor. Hangisi daha gerçekçi, hangisi bizi tatmin ediyor, bilemiyorum. Üstelik gerçek hayat, iki türden örneğini de barındırıyor. Ama ‘Hayat Var’ın sinemamız adına ‘Lolita’ figürüyle en ‘derin’ hesaplaşan film olarak tarihe kalacağı kanısındayım.
Sonuç olarak mükemmel kadrajları, rahatsız ediciliğiyle olağanüstüleşen ses tasarımı ve özellikle Boğaz’da, devasa gemiler arasında slalom yapılarak çekildiğini sandığım sahneleriyle ‘Hayat Var’, 2009’un bence yerli sinema cephesindeki en iyi filmi. Yoruma açık finali ve arabeski yeniden hatırlamamızı (Orhan Gencebay ve Mine Koşan’a saygılar..) sağlayan enfes soundtrack’i de cabası...