Roman ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine Söğüt, “Gözümüzün içine baka baka orduyu tasfiye etti, hukuku ele geçirdi, basını tekeline aldı, aydınları tehdit etti, gazetecileri hapse tıktı, tüm muhaliflerine esip gürledi” dediği Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan için, “Bu adamın Cumhurbaşkanlığı makamında ne işi var?” diye sordu.
Erdoğan’ın yirmi iki yıl önce “Elhamdülillah Müslümanım diyenlerin, şeriatçıyım demesi de gerekir”; altı yıl önce 23 Nisan kutlamalarında koltuğunu bıraktığı çocuğa “Başbakan sensin, ister asar, ister kesersin”; üç yıl önce “İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor” sözlerini hatırlatan Söğüt, “Yarın, bu acı utanca dönüşecek ve soracağız: ‘Bu ülkenin bu zamanda, burada ne işi var? Bizim bu kadar uzakta ne işimiz var?’” dedi.
Mine Söğüt’ün Cumhuriyet’te “Bu adamın ne işi var o makamda?” başlığıyla yayımlanan (29 Ocak 2016) yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanı konuşuyor...
“Bu yeni anayasa ruhuyla, diliyle, yöntemiyle milletimizin birikimini, özlemlerini yansıtan bir metin olmalıdır” diyor...
Ben bu adamın Cumhurbaşkanlığı makamında ne işi var, diye düşünüyorum.
“Hukukun üstünlüğü konusunda da hiçbirimizin itirazı olamaz. Kanunların üstünlüğü derseniz orada itirazım olur” diyor.
“Başkanlık sistemi Tayyip Erdoğan’ın kişisel meselesi değildir” diyor...
“Sandıktan çıkan Cumhurbaşkanı’nın bir kenarda oturmasını bekleyen, Türkiye’yi tanımıyor ve siyaseti de bilmiyor demektir” diyor...
“Aynı siyasi gelenekten gelmemiş Cumhurbaşkanı ile ben çalıştım. Ne getirdiğini ne götürdüğünü biliyorum. Damdan düştüm” diyor...
“Halkın seçtiği bir sistemin kırk yıllık siyasi tecrübeme dayanarak milletimizin talebi olduğumuzu biliyorum. At sahibine göre kişner derler” diyor...
Ben bu adamın Cumhurbaşkanlığı makamında ne işi var, diye düşünüyorum.
Sahi bu adamın Cumhurbaşkanlığı makamında ne işi var?
Bu ülkenin bu noktada ne işi var?
Sabaha karşı evine dönerken tecavüze uğradığını söyleyen bir genç kızı suçlamak için celallenen muhafazakâr aklın dilinden düşmeyen soru, şekil değiştirip benim dilime, aklıma takılıyor.
Bir genç kızın ya da herhangi bir kadının hangi saatte nerede olup olamayacağı ile ilgili hiçbir önyargım yok.
Herkes her saatte, her yerde olabilir.
Ama bundan yirmi üç yıl önce “Türkiye, kendisine din olarak Kemalizmi almış, başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir. Oysa en üst belirleyici İslamın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir” diyen bir adam...
Yirmi iki yıl önce “Elhamdülillah Müslümanım diyenlerin, şeriatçıyım demesi de gerekir”;
Altı yıl önce 23 Nisan kutlamalarında koltuğunu bıraktığı çocuğa “Başbakan sensin, ister asar, ister kesersin”;
Üç yıl önce “İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor”;
Demişse...
Değil önyargı; herkeste kesin yargı çoktan oluşmalıydı.
En baştan belliydi, bu adamın o makamlarda cumhuriyetin içini boşaltmak gibi önemli bir işi vardı.
Gözümüzün içine baka baka orduyu tasfiye etti, hukuku ele geçirdi, basını tekeline aldı, aydınları tehdit etti, gazetecileri hapse tıktı, tüm muhaliflerine esip gürledi...
Bunları yapa yapa makamlardan makamlara yükseldi.
Hiç kimse bu adamın bu makamlarda ne işi var, demedi.
Ne işi olduğunu, gizli iktidar ortaklarıyla kapışınca; hukukun tarafsızlığını kaybettiği gerçeği ayyuka çıkınca, halkın yarısı halkın diğer yarısının gardiyanlığına soyununca gördük.
Şimdi istediğimiz kadar soralım...
“Bu ülkenin, özgür ülkeler sıralamasında Arnavutluk, Butan, Burkina Faso, Komorlar, Fiji, Guatemala, Endonezya, Madagaskar, Papua Yeni Gine, Sri Lanka, Tanzanya ve Zambiya’nın gerisinde ne işi var?”
“Yazdıkları o yazılar delil gösterilerek casusluk yaptıkları kanıtlanmaya kalkışılan gözü pek gazetecilerin cezaevinde ne işi var?”
“Cumhurbaşkanı’nın ‘İddia ile konuşuyorum. Ne Avrupa’sında ne de diğer ülkelerinde, Türkiye’deki basın kadar özgür bir medya yoktur’ dediği bir ülkede yaptıkları haber yüzünden tutuklu olan gazetecilerin müebbetle ne işi var?”
Alacağımız tek cevap; “Bu adamın Cumhurbaşkanlığı koltuğunda ne işi varsa... o işi var” olur.
Şu anda, genetik hafızasını zamanında sorulmamış sorulardan inşa eden bir ülkede var olmanın acısını çekiyoruz.
Yarın, bu acı utanca dönüşecek.
Ve biz o utancın rüzgârıyla savrulduğumuz yerden, bir zamanlar gerçekten “herkesin” olan ama artık tamamen “onların” eline geçmiş bir ülkeye uzaktan... çok uzaktan bakacağız.
Ve soracağız...
Bu ülkenin bu zamanda, burada ne işi var?
Bizim bu kadar uzakta ne işimiz var?